The American – Anton Corbijn (2010)

“Cehennemi inkâr edemezsiniz, içinde yaşıyorsunuz. Sevginin olmadığı bir yerdir orası”

Usta bir silah zanaatkârı da olan bir suikastçinin son işinin hikâyesi.

70’lerin “cool” film karakterlerinin 2010’daki karşılığı bu filmin kahramanı. George Clooney’nin tam da gereken bir biçimde canlandırdığı Jack sürekli tetikte ve tedirgin yaşayan, duygularına kapılmaktan kendini alıkoymuş ve artık bir parça yorgun bir insan. Açılış sahnesinin gösterdiği tüm bu özellikler ve o sahnenin vurguladığı acımasız ve duygusuz olma zorunluluğu kahramanımızı sinemanın o unutulmaz “yalnız kovboylarından” biri yapmaya yetmez belki ama film yine de barındırdığı şık estetik duygusu ve eski sinemanın tadını hatırlatan havası ile kesinlikle ilgiyi hak ediyor.

Mesleğinin en önemli kuralı olan “arkadaş edinmeme” prensibinden uzaklaşan bir adamın hikâyesi olarak da okunabilir bu film. Hikâye boyunca sık sık görsel ve sözel örnekleri verilen güven/güvensizlik duygusu, izole edilmiş bir hayat sürme zorunluluğu filmin kahramanını biçimlendiren en önemli unsurlar olarak görünüyor. Ağırlıklı olarak İtalya’nın Abruzzo bölgesindeki çarpıcı görüntüye sahip köylerden birinde geçen filmde kahramanımızın “fotoğrafçı” kimliği altında geçirdiği tüm o süre boyunca rahibin imaları dışında pek de dikkat çekmemesini veya tek bir kare fotoğraf çekerken görülmemesini senaryonun takılmamamızı beklediği noktalar olarak düşünmekte yarar var. Bu bir yana, senaryo hemen her zaman Clooney’nin peşinde dolaşan kamera aracılığı ile su gibi akıyor ve ne yavaş ne de hızlı olan bir tempoda hikâyeyi aktarıyor bize. Belki bu tür filmler için günümüz sinemasının ölçülerinin altında bir tempo bu ve aksiyonun yine günümüz standartlarının altında olduğu söylenebilir ama bu seçimler filmin ve kahramanın “cool” havasına ve filmin şıklığına katkıda bulunan tercihler olmuş.

Filmin uyarlandığı romanın orijinal adı “A Very Private Gentleman” iken filme “The American” adının verilmesi sanki romana ihanet olmuş gibi görünüyor çünkü hem “private” hem “gentleman” kelimeleri kahramanın kendisini ve sürdürdüğü hayatı çok iyi tanımlayan ifadeler. Oysa filmin ismi senaryo ile hiç uyumlu olmayan bir biçimde Avrupa’da gizemli bir Amerikalıyı anlatan bir hikâyeyi çağrıştırıyor ve bu anlamda romanın/filmin ruhuna da çok aykırı düşüyor. Evet 70’lerin benzer filmlerinden biri gibi duran ve zaman zaman bir süreliğine gizlenen bir James Bond karakterini anlatır gibi duran bu çalışma işte yine o dönem filmlerinin gözde tercihlerinden birini yapıyor ve sayısı sadece iki ile sınırlı olsa da Avrupa ülkelerinde geziniyor. İsveç ve italya’da geçen filmde özellikle İtalyan köyündeki bölümlerde görüntü yönetmeninin ve yönetmenin tercihlerini takdir etmek gerekiyor. Zaman zaman başvurulan kuş bakışı yöntemi ile elde edilen çarpıcı geometrik görüntülere ilave olarak kahramanımız sık sık düz ve tek renk bir arka plan önünde yalnızlığını ve gizlenme çabasının boşunalığını vurgulayacak biçimde resmedilmiş. İtalyan köyünün doğal estetiğinin ve çarpıcılığının bu başarıdaki payını atlamamak gerekli elbette.

Hızlı bir giriş ile başlayıp sonra iyi anlatılmış bir bekleme dönemi ile ilerleyen ve çarpıcı bir final ile sonuçlanan film yönetmen Anton Corbijn’in ikinci filmi. Tıpkı ilk filmi olan ve Ian Curtis’i anlatan “Control” adlı çalışmasında olduğu gibi zaman zaman video klip estetiğine yaklaşan ama asla bu estetiğin has sinema anlayışının önüne geçmesine izin vermeyen tercihleri ile takdiri hak ediyor Corbijn. Biçimselliği başarılı bir şekilde kullananan ve 70’lere yakışır bir şekilde kapanış jeneriğinde o dönemin zevkine uygun ve hoş bir şarkıyı da kullanan film kesinlikle kendisini seyrettiriyor özet olarak.

(“Centilmen”)

El Rey de la Montaña – Gonzalo López-Gallego (2007)

“Geyikten nasıl puan kazanabilirsin? Kuralları değiştirmenden sıkıldım. Ben tavşan öldürünce puan alıyor muyum?”

Eski kız arkadaşının yanına giderken yolda kaybolan bir adamın peşine düşen keskin nişancılardan kaçma hikâyesi.

İspanya sinemasının son dönemdeki gözde türlerinin arasında korku ve gerilim başta geliyor olsa gerek. Gonzalo López-Gallego’nun bu filmi hikâyesi boyunca ilgiyi ayakta tutmayı çoğunlukla başaran ve keskin nişancıların sonlarda ortaya çıkan kimliği ile seyirciyi şaşırtabilen bir çalışma. Sinemada örneğin “Deliverance” gibi pek çok başarılı örnekleri olan bir konudur şehirli bir insanın ıssız doğadaki “yabani” karakterlerden çektikleri. Bu film belki o düzeyde değil ama yine de özellikle son yarım saati ile hayli çekici olmayı başaran bir çalışma.

Çekimlerin yapıldığı mekânların çok doğru seçildiği dikkat çekiyor filmde. Hem kaçma ve takip sahnelerine imkân sağlayacak kadar sık bitki örtülerine hem de yalıtılmışlığı ve yalnızlığı vurgulayacak ısssız dağ görüntülerine ve ayrıca güzel görüntülere aracılık eden bir doğal örtüye sahip mekânlar. Kamera Leonardo Sbaraglia’nın yüzünü özellikle gerilim anlarında sık sık yakın planlarda göstererek kahramanımızın yaşadığı dehşeti özellikle finalde başarılı bir şekilde yansıtıyor seyirciye. Oyuncunun etkili oyununun bu başarıdaki katkısını da atlamamak gerek.

Bir bakıma “anlamsız şiddet” hikâyelerinden biri gibi görünüyor film ama burada anlamsız olan şiddetin kendisi, onun gösterilmesi değil. Issız köyde geçen finalde kameranın konumu seyirciyi sanki bir bilgisayar oyununun başındaki kişi yerine koyuyor ve tıpkı o oyunlarda olduğu gibi ekrandaki görüntü oyuncunun (veya seyircinin) sanki silahı tutan kendisi imiş gibi hissetmesini sağlayacak bir kadrajla veriliyor. Bu hissi finale yakın ortaya çıkan keskin nişancıların kimliği ile birleştirdiğinizde bu bilgisayar oyunu havası daha da anlam kazanıyor şüphesiz.

Hikâyenin kahramanının ve ona katılan kızın çok da iyi özelliklerle donanmış olmaması (erkeğin korkaklığı ve bencilliği, kızın hırsızlığı gibi) keskin nişancıların kimliği ile birlikte değerlendirildiğinde seyirciyi ortada bırakıyor ve bu da bir yandan hikâyeye daha nötr bakılmasını sağlarken diğer yandan da kahramanımızın korkusunu hissetmeyi bir parça zorlaştırıyor. Senaryodaki kimi aksaklıklara takılmadan, güzel görüntüler eşliğinde anlatılan ve yeteri kadar gerilim yaratmayı başaran bu filmi izlemekte yarar var. Başkalarının krallığına adım atarken bir kez daha düşünmek gerektiğini hatırlatan film, günümüz dünyasındaki şiddete gönderme yapan ama asla rahatsız edecek şekilde gösterilmeyen şiddeti ve gereksiz büyük vurguların peşinde koşmaması ile de saygıyı hak eden küçük ve yeterince sıkı bir gerilim. Son sahnelerinin başarısı filmin en çekici yanı şüphesiz.

(“King of the Hill” – “Dağların Hâkimi”)

En Familie – Pernille Fischer Christensen (2010)

“Sen benim babamsın ve yanında kalmak istiyorum”

Babanın hastalığı sonucunda dağılmaya başlayan bir ailenin hikâyesi.

Danimarka sinemasından etkileyici bir film daha. Bir aile dramını sade ama etkileyici bir dille aktaran film aile olmak, kan bağından kaynaklanan ve bu nedenle seçimimizın dışında kalan ilişkiler, sorumluluk, seçimler ve bu seçimlerde ne kadar özgür olduğumuz üzerine hani nerede ise dört dörtlük bir anlatıma sahip.

Sıkı ve filmin havasına çok uygun bir bir soundtrack eşliğinde anlatılan hikâye babanın ciddi bir hastalığı atlatmasının coşkusunu yaşayan bir ailenin aniden çıkan ölümcül bir hastalık ile baş etmeye çalışmasını anlatıyor. Yıllardır ailesi tarafından işletilen bir fırının geleceği babanın ve dolayısı ile etrafındakilerin “babadan sonraki” hayatları ile ilgili kişisel kararları için bir sembole dönüşüyor adeta. Kararlarımızda ne kadar özgür olduğumuz, bireysel önceliklerimizin sevdiklerimizinkiler ile çatıştığında ortaya çıkan durum ve başkaları adına bir şeylerden vaz geçmek üzerine düşünceler üreten ve seyirciye sorgulatan film tüm bunları bağırmadan ve yalın bir senaryo eşliğinde anlatılan ve sıradan görünen bir hikâye aracılığı ile yapıyor. Filmin hikâyesi ticari bakışlı bir yönetmenin elinde çok başka noktalara kayabilir ve daha önce yüzlerce örneği çekilmiş dramlardan birine dönüşebilirdi ortaya çıkan film. Oysa burada anlatılan adeta gerçek insanların gerçek hikâyeleri; altı çizilmeden anlatılan, bizlerin ve etrafımızdakilerin her gün başına gelebilen türden ve işte o sıradanlığı nedeni ile çarpıcı bir normalliğe sahip olan bir hikâye.

Baba rolündeki Jesper Christensen hastalık öncesi ve sonrasında sanki iki farklı insana hayat veriyor ve baştaki hayat dolu insanın daha sonra dönüştüğü kişiyi böylece çok daha vurucu bir biçimde canlandırıyor. Büyük kızı rolündeki Lene Maria Christensen ise filmin göbeğinde yer alan kararların odağındaki kişiyi hikâyenin sunduğu potansiyelin ve normal şartlar altında beklenebileceğinin aksine çok sade ve hatta “soğuk” biçimde canlandırarak abartı tuzağına düşmeyen ve doğallıktan alınan güçle kalbe değil beyine hitap eden bir oyun veriyor adeta. Özellikle son yirmi dakikasında çarpıcılığı zirveye ulaşan filmin bu başarısında tüm oyuncu kadrosunun ciddi bir payı var özetle. Ölüm anı ve sonrası, ölünün törene hazırlanması gibi sahneler filmin hikâyesinden bağımsız olarak kendi başlarına küçük bir film bile olabilirmiş gibi duruyor.

Yönetmenin teknik oyunlara girişmediği ve sakin bir nehir gibi akıp giden film bir yandan bireyin ölüme karşı duruşunun da bir örneğini veriyor. Kendi tutkusunun kendisinden sonra da sürdürülmesi filmde adeta bireyin kendi ölümünü önemsizleştime ve böylece onu yok sayma vazifesi görüyor. İlişkiler hangi zorluğa nereye kadar dayanabilir, kararlarımız aslında ne kadar bireyseldir veya daha doğru bir deyişle kararlarımızın aslında ne kadarını biz alırız gibi sorular üzerine düşünmek (ama muhtemelen bir cevap bulamamak) için ve üzerinde durduğumuz zeminin nasıl her an ayağımızın altından kayabileceğini hatırlamak için. Duygusal, sessiz ve gerçek filmlerden.

(“A Family” – “Aile”)

Finding Forrester – Gus Van Sant (2000)

“Acı bir hayal kırıklığı yaşamış öğretmenler ya çok etkili olurlar ya da çok tehlikeli.”

Yazı konusunda çok yetenekli bir gencin inzivaya çekilmiş bir yazar ile başlayan arkadaşlığının hikâyesi.

Gus Van Sant’tan “Good Will Hunting” ile aynı kategoriye alınabilecek bir film. Yetenekli bir genç, yönlendirici bir yetişkin, gencin içinde bulunduğu alt sınıftaki konumundan kurtulmasına aracı olacak yeteneği, gencin ilerlerken eski dostlarından uzaklaşması vs. bu filmde de yerlerini almışlar. Yönetmenin bir bağımsız Amerikan veya Avrupa sineması tadında başlayıp ana akım Amerikan sinemasının kalıpları ile ilerlemeye başlayan ve finaline de o kalıplar içinde ulaşan filmi yine de Van Sant’ın az da olsa dokunuşlarını hissettirdiği ve duyarlılığı ile etkileyebilecek bir eser olmuş.

Bir klaket görüntüsü ile başlayan film seyirciyi seyrettiğinin bir film olduğu konusunda uyararak bir anlamda bir “yabancılaştırmanın” peşine düşüyor ve doğal, yalın ve sıcak görüntüler içeren açılış jeneriği ile gerçek insanların gerçek görüntülerini aktaracak bir belgesel havası taşıyor ama film bu çıkışının gerisini getirmiyor çoğunlukla. Genç oyuncu Rob Brown’ın bu ilk oyunculuk deneyiminde hani nerede ise kendisini oynuyormuş hissini veren sade oyunculuğu ve yönetmenin gençlerin günlük hayatına dışarıdan değil içeriden bakmış havası veren tarzı bu filmin en sağlam taraflarını oluşturuyor. Finalinde Matt Damon’ın kısa bir sahnede sürpriz bir şekilde göründüğü film keşke girişteki havasını korusa ve bir genç ile bir yetişkin arasındaki dostluğun hikâyesini ve bu iki bireyin karşılıklı olarak birbirlerini dönüştürüp sınırlarını kırmalarına imkân vermesini klişelerden uzak daha yaratıcı bir şekilde aktarabilseydi diye düşünmemek elde değil.

“Good Will Hunting” filminde kahraman yeteneği sayesinde çıkışı ve umudu buluyordu ve burada da çok benzer bir durum var. Bu yaklaşım da şu soruyu getiriyor akla: Bu filmlerdeki gençler gibi çok “özel” bir yeteneği olmayan bir gencin yoksulluktan, eşitsizlikten, ırkçılıktan kurtulmasının yolu nedir peki? Adil ve eşit koşullar altında yaşayabilmek için “özel” yeteneklerimiz mi olması gerekiyor? Film eşitsizlikler üzerine hiçbir şekilde odaklanmadan sadece genç kahramanının çıkış hikâyesine takılmayı tercih ediyor. Üslup açısından da arada bir iki yavaşlatılmış görüntü filme herhangi bir yenilik katmıyor doğal olarak.

Dostluk ve dostların birbirleri için yapabileceği fedekârlık üzerine Gus Van Sant’tan hafif bir film. Bir açıdan edebiyat üzerine bir güzelleme olarak da görülebilir ama yönetmenin diğer pek çok filmin aksine çarpıcılığı az ve kalıcılığı yok.

(“Forrester’ı Bulmak”)