06/05 – Theo van Gogh (2004)

“Elbette polisi karıştırmayacağım. Ben Türküm”

Hollandalı politikacı Pim Fortuyn’in ölümü ile sonuçlanan suikastin kurgu ile karışık gerçek hikâyesi.

Pim Fortuyn suikastı üzerine yazılan bir romandan uyarlanan senaryo gerçek görüntülerden de yararlanıyor ama sonuçta kurgu yanı hayli ağır basan bir çalışma. Temel iddiası ise suikastin başta Hollandalı olmak üzere çeşitli istihbarat kuruluşları tarafından Fortuyn’i ortadan kaldırarak yerine kontrol edebilecekleri bir başkasını geçirmek ve böylece Hollanda’nın yeni savaş uçaklarına yatırım yapmasının önündeki engeli kaldırmak amacı ile tasarlandığı. Irkçılığı reddeden ama hayli sağa kayan fikirleri ile tanınan bu politikacının hayatını anlatan filmin yönetmeni Theo van Gogh ve yönetmenin kendisi de İslam ülkelerinde kadının durumunu eleştiren bir filmin hazırlığı içindeyken Faslı bir göçmen tarafından öldürülmüştü.

Film politik bir duruş sergilemekten çok suikastin –kurguya dayalı- perde arkasını göstermeyi hedefliyor ve bunu yaparken de örneğin Oliver Stone’un “JFK” filminde yaptığının aksine ne seyredeni yoracak kadar ince analizlerin peşine düşüyor ne de deyim yerinde ise “büyük takılıyor”. Bu farkın temel nedeni ise “JFK” bir suikastin arkasındaki gerçeği anlamaya/çözmeye çalışırken bu filmin baştan kabul ettiği bir gerçeği sergilemeye çalışması sadece. Film net bir politik tutum sergilemiyor ama bugün ülkesinde de hayli karışık duygular ile anılan ve kimilerince başkalarının da düşündüğü ama söylemediği şeyleri söylediği için günah keçisi ilan edildiği iddia edilen politikacıya karşı en azından açık bir olumsuz duruş ortaya koymuyor. Finaldeki gerçek görüntülerde el salladığı görülen bir politikacının film tarafından eleştirildiğini düşünmek de pek doğru olmaz zaten.

İlki 1954 yılında Hollanda’nın Oosterbeek şehrindeki Bilderberg otelinde yapıldığı için Bilderberg toplantıları adını alan, dünyanın yönetimi, yeni dünya düzeni ve kapitalizmin/emperyalizmin çıkarlarını koruma amaçlı ve konuşulanların gizli olduğu toplantılara da referans veren film suikastin arkasındakilerin bu çevreler olduğunu iddia ediyor. Bu açıdan bakınca Fortuyn’in hayli karışık ve moda bir niteleme ile “ulusalcılardan” olduğunu söylemek mümkün bir bakıma. Filmin ana karakterlerinin ikisi Türk ve biri mecbur bırakılarak diğeri de gönüllü olarak istihbarat birimleri tarafından kullanılıyorlar bu suikastin gerçekleştirilmesinde ve sonraki süreçlerde. Film suikast sonrasında Hollanda toplumundaki farklı duyguları (üzüntü ve sevinme) birlikte gösterirken Türkler veya diğer azınlıklar ile ilgili özel bir şeyler söylemiyor ama Cahit Ölmez’in canlandırdığı ve istihbarat elemanı olan Türk’ün ağzından “ben de sevmem sakallıları” gibi cümleler duymak mümkün filmde.

Baş oyunculardan gazeteci rolündeki Thijs Römer ve istihbarat tarafından kullanılan Türk kızı rolündeki Tara Elders’in üstlerine düşeni yaptıkları film benzer bir Amerikan filminin yorucu dinamizminden veya “JFK” örneğinde olduğu gibi akıl oyunlarından uzak anlatılmış ve daha çok tarafsız bir şekilde göstermeyi seçmiş bir çalışma. Sağdaki bir politikacının açık bir eşcinsel olabildiği ve vatandaşların polis karşısında durabildiği bir ülkeden vasatın üzerindeki standartlar içinde anlatılmış, belki çarpıcılığında bir parça eksik kalmış bir film. Ne olursa olsun, Bilderberg toplantılarına işaret edebilen bir film ilgiyi hak ediyor.

(“May 6th” – “6 Mayıs”)

Secret Window – David Koepp (2004)

“Biliyorsun, önemli olan tek şey sonudur. Sonu hikayenin en önemli kısmıdır. Ve bu son çok iyi. Bu son mükemmel”

Karısı ile boşanmak üzere olan bir yazarın onu kendi hikâyesini çalmakla suçlayan bir adamla mücadelesinin hikâyesi.

Stephen King’in bir hikâyesinden daha çok senaristliği ile tanınan ve aralarında “Spider Man” ve “Angels and Demons” gibi çalışmaların da bulunduğu pek çok ana akım sinema filmine katkıda bulunan David Koepp’in yönettiği bir film. Bir Stephen King romanının/hikâyesinin garanti ettiği ama çoğunlukla pek de üzerine çıkmadığı asgari bir gerilim düzeyi vardır. Bu film de bu düzeye ulaşmaya çalışan ama başta oyunculuk seçimi olmak üzere kimi tercihleri ile bunda pek de başarılı olamayan bir çalışma.

Öncelikle Johnny Depp: Başta Tim Burton’ın filmlerindekiler olmak üzere farklı ve ayrıksı rolleri ile tanınan oyuncu bu filmdeki oyunu ile –yönetmenin tercihi mi bilinmez ama- sanki “Pirates of the Caribbean” serisindeki “Jack Sparrow” karakterinden “Sweeney Todd” filminin aynı isimli karakterine uzanan bir yelpazede kariyerinin özetini sunuyor. Başta vücut dili ve mimikleri olmak üzere bu filme hiç uymayan oyunu filmin gerilim tonuna gereksiz zarar veren ve özellikle “kara mizah” kategorisine girmediği için bu daha da böyle olan mizah ile birleşince ortaya filmi olumsuz yönde ciddi olarak etkileyen bir resim çıkıyor. Oysa –sondaki sürprizi epey öncelerden seziliyor olsa da- filme küçük bir gerilim örneği ile yaklaşmak ve mizahı dışarıda tutmak çok daha doğru bir tercih olurmuş. Bu hali ile karşımızda sanki Jack Sparrow günümüz dünyasına düşünce yazarlığı seçmiş gibi bir karakter ve onun filme de damgasını vuran kişisel özellikleri var. Bu benzetmeye tersten yaklaşıp hikâyenin bu hali ile Jack Sparrow karakterinin doğuşunu anlattığını söylemek bile mümkün sanırım.

Yazarımızı taciz eden adam rolündeki John Torturro ve yazarın eski eşini oynayan Maria Bello’nun oyunları ile öne çıktığı film hikâyesindeki kimi gereksiz görünen uzatmalar ve mantıksızlıklarla da dikkat çekiyor ama yine de Hollywood’un profesyonel eli filmi seyredilebilir kılmayı başarıyor. Johnny Depp’in oyunu bile filmden bağımsız düşünülürse –ve aslında sadece o zaman- kendi başına filme çekicilik katıyor. Philip Glass imzalı başarılı müzik de filmin bir başka artısı. Bir Stephen King hikâyesindan hoşlananların muhtemelen seveceği ve fazla üst düzeylere çıkaramasa da gerilim hissini yaratabilen bir film. Çok şey beklenmezse tat alınabilecek filmlerden.

(“Gizli Pencere”)

Ilusiones Ópticas – Cristián Jiménez (2009)

“Tarot kartları ne söylüyor? Onunla yatacak mıyım, yatmayacak mıyım?”

Birbirlerine bağlanan farklı karakterler üzerinden anlatılan bir bakmak ve görmek hikâyesi.

Şilili yönetmen Cristián Jiménez’den yolları kesişen farklı karakterler üzerinden anlatılan bir hikâye. Geçirdiği ameliyattan sonra gözleri kısmen açılan bir adam, zorlukla bulduğu alışveriş merkezindeki güvenlik görevlisi işini bir tutkusunun peşinde koşmak için kullanan bir adam ve onun fiziksel özellikleri ile derdi olan kız kardeşi, adamın tutkuyla bağlandığı kleptoman kadın ve onun kocası ve işten atılan veya politik doğrucu bir deyişle yeni iş bulana kadar kariyer danışmanlığı alan bir adam ve onun dine kafayı takmış oğlu. Tüm bu karakterlerin ortak özelliğinin şu ya da bu ölçüdeki zavallılıkları olduğu söylenebilir. Jiménez bir başka Şilili yönetmen ve senarist olan Alicia Scherson ile birlikte yazdığı hikâyede kör adam üzerinden açık bir metafor ile diğer karakterler üzerinden ise dolaylı bir şekilde bakmak ile görmek arasındaki farkı veya bir başka deyişle optik yanılsamalarımızı anlatıyor.

Gözleri kısmen de olsa açıldıktan sonraki yeni hayatı ile baş edemeyen adam bu yarı görür hali ile renkler dışında her şeyi birbirine karıştırır ve sonuçta yeni hayatının hiç de beklediği gibi olmadığını anlar. Onunki açık bir yanılsamadır. Güvenlik görevlisi sorumluluğunu unutup kameradan fark ettiği kleptoman kadına tutku ile bağlanır ve her anlamda kullanılmasına rağmen bu tutkusunun karşılıklı olduğunu zanneder ve onunki de bir aşk yanılsamasıdır. Adamın kardeşi başta göğüslerinin küçüklüğü olmak üzere fiziksel özelliklerine takmış durumdadır ve ameliyatla göğüslerini büyülterek çekici olmanın peşindedir ve sounçta yanlış bir umudun peşine düşmekten kaynaklanan bir yanılsama içinde yaşar. Film bu ve buna benzer yanılsamalar içindeki karakterlerinin yanlış umutlarını, küçük zavallılıklarını ve acizliklerini hafif bir komedi tonu içinde ele alırken güldürmekten çok gülümsetmeyi ve en çok da belki bizden karakterlerine sempati dolu bir “acıma” duygusu ile yaklaşmamızı istiyor.

Belirsiz bırakılan (öpecek mi öpmeyecek mi) son karesi hariç karakterlerinin “mutsuzlukları” ile başlayan, süren ve biten film oyuncularının öne çıkmayan ama doğal kelimesi ile nitelendirilebilecek oyunları ve bu oyunculukların seyredene geçirdiği samimiyet duygusu ile de dikkat çekiyor. Belki ortada bir büyük hikâye, takip konsantrasyonunu yüksek düzeyde tutacak olaylar yok ama hikâye karakterlerinin sempatisi üzerinden kendisini rahatça seyrettiriyor. Burada belki eleştiri konusu yapılabilecek temel unsur hikâyenin bir süre sonra savrulmaya başlaması ve herhangi bir sürpriz unsuru içermeden ilerliyor olması. Bu eleştiriye komedi dozunun kara mizah ile standart mizah arasına bir yerlerde sıkışmışlığı da eklenebilir.

İşten atılan çalışanlara tarot falı üzerinden psikolojik destek veren psikolog ve ateist baba ile dindar yahudi oğlu arasında çocuğun sünneti üzerine geçen diyaloglar gibi keyifli anları ve yüksek bir cam binada küçük figürler halinde görüntülenen beyaz yakalı insanların plaza hayatları gibi güçlü görsel yanları da olan film sonuç olarak belki biraz fazla sakin ama seyre değer bir çalışma.

(“Optical Illusions” – “Optik Yanılsamalar”)

One, Two, Three – Billy Wilder (1961)

“Napolyon başaramadı, Hitler başaramadı ama Coca Cola başaracak”

Soğuk Savaş döneminde patronunun kızının Doğu Berlin’den bir komünist ile evlenmesi ile ortaya çıkan sorunları çözmeye çalışan bir Amerikalı adamın hikâyesi.

Ferenc Molnár’ın bir oyunundan Billy Wilder ve I.A.L. Diamond tarafından senaryolaştırılan hikâye Wilder-Diamond iş birliğinin tipik örneklerinden biri olarak yeterince eğlendirici, komik ve hareketli. Hikâyenin ve genelde filmin politik tutumu ise tam bir Amerikan sineması örneği olarak pek çok klişeyi içinde barındıran ve “sol” ruhları epey rahatsız edecek unsurlara sahip oluşu ile dikkat çekiyor.

Adeta bir Coca-Cola reklamı gibi olan film bu şirketin Berlin’deki üst düzey yöneticisinin patronunun duvarın inşasından hemen önce Berlin’e gelen kızının bir Doğu Berlinli komünist genç ile evlenmesi ile ortaya çıkan sorunları tam bir işadamı iş bitiriciliği ile çözmeye çalışmasını anlatırken hikâyesi boyunca da tüm alışılmış (ön)yargıların eşliğinde komünizmi, Sovyetleri, Çinlileri, Doğu Almanya’yı esprilerin ve aşağılamaya varan alayların konusu yapıyor ve Coca Cola ile sembolize edilen kapitalizmi de sevimli espriler eşliğinde idealize ediyor. Coca Cola doğu bloku ülkelerine sızmayı başarınca dünya daha bir yaşanır olacak mesajını siz duymak istemeseniz de üzerinize bolca boca ediyor film. Özetle, dünyada tüm kadınların kürkü olmadığı sürece bir kadının ikinci bir kürk istemesinin ahlâksız olduğunu düşünen bir adamın filmin sonunda Coca Cola fabrikasının müdürü olmaktan mutlu olan bir adama dönüştüğü filme “politik içeriği” açısından ciddiyet ile yaklaşmanın bir anlamı yok.

Evet hemen tüm Wilder filmleri gibi eğlendiren, güldüren ve senaryosu yağ gibi akan bir film bu. Aram Haçaturyan’ın “Kılıç Dansı” müziği ile giriş yapılan hikâye temposunu hiç düşürmüyor ve genç adamı kayınpederi için hazırlama bölümü olarak adlandırılacak son yarım saatinde hayli yüksek bir dinamizm içinde Wilder adeta bir orkestra şefi gibi kurguladığı mizanseni ile filme damgasını vuruyor. Hızlı kurgu, özellikle James Cagney ve Horst Buchholz’un keyifli oyunculukları ve görüntüye giren/çıkan karakterleri ile bu son bölüm fars havasında ve çok dinamik bir tiyatro oyununu seyretmeye benzer bir keyif uyandırıyor. Filmin bu enerjisi ve hızı başarılı senaryonun bir yandan da yorabilecek bir yanına eşlik ediyor. Başta hemen her karede görünen Cagney olmak üzere karakterlerin aralıksız konuştuğu, sataşmaların, esprilerin ve alayların birbirini aralıksız izlediği bir film bu. Öyle ki zaman zaman sessizliği özlemeniz mümkün. Başta genç adamı soylu bir damada dönüştürme bölümü ve arabalı takip sahnesi olmak üzere hayli keyifli anları olan film eğlenmek için birebir özet olarak. Doğu Alman polisinin Amerikan casusluğu ile suçlanan genç adama “Itsy Bitsy Teenie Weenie Yellow Polka Dot Bikini” şarkısı eşilğinde işkence yapması gibi ince buluşları da var filmin.

Seyahate çıkarken yanına sadece satranç takımını, ikinci gömleğini ve kitaplarını alan bir genç adamın aristokrat kökenli bir kapitaliste dönüşmesindeki “korkunçluk” bir yana bırakılmalı ve Wilder sinemasının tadına varılmalı. Eğer bu dönüşümü konuşmak gerekirse söylenecek ve rahatsız olunacak çok şey var çünkü ve toplumsal ideallerin yerini bireysel hedeflerin aldığı ve bu değişime övgülerin dizildiği bir dünyanın yanlışlığına olan inancında insanın kendini yalnız hissetmesi acı bir durum çünkü.

(“Bir İki Üç”)