Down Three Dark Streets – Arnold Laven (1954)

“Bu kapıların arkasında güvenliğinizi sağlayanlar var”

Öldürülen mesai arkadaşının katilini bulmaya çalışan bir FBI ajanının hikâyesi.

Kariyerine sinema ile başlayıp daha sonra televizyon dizileri ve filmleri ile sinema hayatını sürdüren Arnold Laven’dan B-sınıfı bir film. Hikâye pek de derin değil, oyunculuklar çoğunlukla vasat düzeyde seyrediyor ve bütçenin düşüklüğü de açık, ve bu açılardan türünün özelliklerini de taşıyor. Kimi B-sınıfı filmlerin yine de ilginç bir çarpıcılığı vardır ama bu film o özel duyguyu geçiremiyor seyircisine.

Film bir FBI güzellemesi olarak başlıyor ve hikâye boyunca da hem bu kurum hem de ajanlarının önemi, başarısı ve “yüceliği” hem anlatıcının ağzından hem de hikayenin kendisi ve diyaloglar aracılığı ile hatırlatılıp duruluyor bize. Bu tür “derin” kurumların kapılarının arkasındakilerin halkın güvenliğini sağlamak için (en azından sadece bunun için) orada olup olmadıkları çok şüpheli elbette ama bir de bu kurumun filmin çekildiği yıllarda J. Edgar Hoover gibi bir isim tarafından yönetilen FBI olduğunu düşünürseniz bu güzelleme iyice rahatsız edici oluyor. Kurumu ve ona dizilen övgüleri bir kenara bırakıp filmi sadece bir polisiye olarak görmekte yarar var. Aksi takdirde Amerikan halkı için FBI tarafından çekilmiş bir propaganda filmi izlediğinizi düşünebilirsiniz özellikle de filmin giriş bölümünde. Marş ritmindeki müziği ile militarist havasını da destekleyen filmde anlatıcıyı seslendiren kişinin sekiz yıl boyunca ABC radyosunda yayınlanan “This is Your FBI” adlı ve Hoover tarafından radyolardaki en güzel dram programı olarak alkışlanan programın sunucusu olduğunu da belirtelim.

Kadınların ya fedekâr veya anne (ya da her ikisi birden) ya da “hafif” veya “metres” olduğu filmde Broderic Crawford hareketsiz oyunu ile rolüne oturmamış görünürken, Ruth Roman tedirgin anne rolünde öne çıkan isim oluyor. Diğer oyuncular ne çok rahatsız ediyor ne de göz dolduruyor açıkçası. Katil olması mümkün görünen üç kişiyi sırası ile elden geçirerek gerçek katile ulaşan film bu akış tercihi ile çok da heyecanlandırmıyor açıkçası. Yine de katili bulmak için parayı veya kadını takip et kuralını kadının peşine düşerek uygulayan film kendi küçük atmosferi, alçak gönüllülüğü ve finaldeki ünlü “Hollywood” tabelasının altında geçen bölüm hariç sakinliği ile ilgi çekebilir. Kendine özgü mizahı, erotizmi ve gerilimi olan küçük filmlerden biri.

(“Karanlık Yollar”)

Tie Saam Gok – Ringo Lam / Johnnie To / Hark Tsui (2007)

“Dağlar parçalanıp nehirler kuruyana kadar”

Gizemli bir yabancıdan yerini öğrendikleri bir hazinenin peşine düşen üç adamın hikâyesi.

Hong Kong’lu üç yönetmenin çektiği bir aksiyon filmi. Her biri ünlü ve bol ödüllü bu üç yönetmen Ringo Lam, Johnnie To ve Hark Tsui ve her biri filmin yaklaşık yarım saatlik bölümünü yönetmiş ama aslında ortada tek bir hikâye var. Ortaya çıkan sonuç ise yönetmenlerin diğer filmlerinin başarısının genel olarak gerisinde kalan bir çalışma olmuş ve üç parlak ismin birlikteliğinin yarattığı beklentinin altında kalan bu çalışma yeterince doyurmuyor seyredeni.

Hong Kong filmlerinin çoğunda olduğu gibi tekniği hayli sağlam, farklı kamera açıları kullanmaktan çekinmeyen, başta Tarantino olmak üzere Amerikan sinemasının pek çok ünlü ismine epeyce “ilham” kaynağı olabilecek sahnelere sahip stilize bir anlatımı olan filmin en zayıf bölümü Hark Tsui’nin yönettiği ilk yarım saat. Karakterleri tanıtmayı amaçlayan (veya öyleymiş havası yaratan) bu bölüm senaryonun zayıflığı ve yönetmenin tam olarak ne yapmak istediğini tam oturtamamış gibi görünen tarzı ile zayıf bir başlangıç getiriyor filme. Adeta daha önceden tanıdığımız karakterlerin yeni bir macerasını izleyecekmişiz havasını yaratan film karakterler seyredenin gözünde bu tanışıklığa sahip olmayınca arzuladığı ilgiyi toplayamıyor başta. Ringo Lam’ın yönettiği ikinci yarım saatlik bölüm senaryonun daha derli toplu bir hale geldiği ve seyircinin ilgisinin uyanmaya başladığı sahneleri ile daha başarılı görünüyor. Filmin en başarılı bölümü olan son yarım saatte ise Johnnie To belki kendi bireysel filmlerinin gerisinde kalıyor gibi olsa da hayli eğlenceli ve dinamik bir anlatımla filme başarılı bir kapanış sağlıyor.

Senaryo bir parça daha derin ve akılcı olsa çok daha parlak bir yapıma dönüşebilecek olan bu film beraberinde şu soruyu akla getiriyor temel olarak: Bu üç parlak yönetmenin birlikteliği eğer ortaya ille de bir başyapıt değil ama en azından daha yaratıcı bir sonuç çıkarmıyorsa bu birlikteliğin nedeni nedir? Bu hali ile film yapımcıların filmi üç ayrı yönetmenin emrine verme fantezisinin karşılanmasından başka bir yaratıcılık içermiyor gibi görünüyor. Yine de filmin kendisini seyre değer kılan cazip pek çok yönü var. Öncelikle filmin finali karmaşası, dinamizmi ve mizahı ile hayli yüksek bir eğlendirme potansiyeline sahip. “Parayı kim alacak” konulu bu bölüm kesinlikle çok başarılı. Karanlıkta kimin kimle kapıştığının belli olmadığı bu final senaryonun temalarından olan güven, sadakat ve ihanet gibi kavramları hatırlatıyor sürekli seyredene. Dur durak bilmez temposu ile bu final insanların hırslarının peşinde büründükleri sefil halleri de çarpıcı biçimde sergiliyor. Buna ek olarak filmdeki tüm arabalı takip sahnelerinin ve şehir içinde geçen ve arabaların hayli yüksek hızlarda seyrettiği tüm bölümlerin teknik becerisini vurgulamak gerek.

Beklentiler çok yüksek tutulmadan ve baştaki hayli zayıf girişten ürkmeden seyredilmesi gereken bir film karşımızdaki. O zaman keyifli finalinin daha iyi tadına varılabilir bu stilize çalışmanın ve Amerikan sinemasının bir gün şu ya da bu şekilde kopyalayacağı sahnelerin orijinalini görme fırsatı kaçırılmamış olur.

(“The Iron Triangle” – “Triangle” – “Üçgen”)

The Time that Remains – Elia Suleiman (2009)

“Ya dostlarımızın kalbini ısıtacak bir hayat ya da düşmanlarımızın yüreğine korku salacak bir ölüm”

1948’de İsrail devletinin kurulması ile birlikte göç etmeyip bu yeni devletin topraklarında azınlık olarak yaşamaya başlayan Filistinlilerin bir aile üzerinden anlatılan hikâyesi.

Filistinli yönetmen Elia Suleiman’ın gösterime çıkan bu şimdilik son filmi mizahın kendisini sürekli hissettirdiği başarılı bir dram örneği. Giriş bölümünde yoğun bir sağanak altında nerede olduğunu bilmediği bir yolda yolcusu ile birlikte durmak zorunda kalan taksi şöförünün sorduğu “Neredeyim ben?” sorusu filmin derdinin ne olduğunu çok iyi özetliyor. Bu film vatanları olmayan bir halkın kendisine sürekli sorduğu bu sorunun olmayan cevabını ve içinde bulundukları durumun yarattığı trajediyi keyifli bir kara mizah ile anlatıyor.

Sık sık tarzının Fransız sinemasının kendine özgü yönetmeni Jacques Tati’ninkine benzerliği ile anılan Elia Suleiman bu filmde hem kendi oyunculuğu hem de filmine verdiği biçim ile bu benzetmeyi epey haklı kılıyor. Diyalogların bir Tati filmine kıyasla (elbette onun “Jour de Féte” filmi hariç olmak üzere) hayli çok ama ortalama bir filme göre de hayli az olduğu filmde sadece yönetmenin kendisi değil tüm oyuncular Tati tarzı bir oyunculukla kimi zaman hiç konuşmadan ve duygularını yüzlerine hemen hiç yansıtmadan oynayarak olan bitenin absürt görünümüne katkıda bulunuyorlar ve bir topluma bir devlet armağan etmek için tüm hakları ellerinden alınan bir başka toplumun trajedisini etkileyici biçimde hissetmemizi sağlıyorlar. Kimi sessiz anları, tekrarlanan sahneleri ve kendisinden daha “büyük” bir güç karşısında “küçük” kalan insanların mücadelesini aktaran film bu özellikleri ile de Tati’ye saygılarını gönderiyor. Özellikle kameranın hastane penceresinin dışından içeriyi görüntülediği uzak çekimde yaralı bir direnişçiyi kapma mücadelesi veren doktorlar ile askerlerin çekişmesi bir Tati filmine rahatça yerleştirilebilecek bir bölüm olarak bu saygı gösterisinin boyutunu artırıyor.

Yönetmenin bu yarı-otobiyografik filmi 1948’de başlattığı hikâyesini günümüze kadar getiriyor ve direnişçi bir babadan yönetmen oğluna uzanan senaryosu ile hayli uzun bir süreyi 1948, 1970, 1980 ve günümüzden seçilmiş sahneler ile karşımıza getiriyor. Yaşanan trajediyi asla hafifletmeyen sevimli bir mizahi tonu olan film çok (aslında hiç) büyük laflar etmiyor ve sanki tacizlerin, yargısız infazların, işkencelerin ve diğer tüm yaşananların bu coğrafyanın insanlarının yazgısı olduğunu sondaki tüm o havai fişek görüntülerine rağmen zaman zaman yılgınlık da içeren bir havada anlatıyor. Topraklarını terkederek acı çekmek ile kalıp azınlık olarak acı çekmek arasında sıkışmış ve kararını ikinci seçenek yönünde belirlemiş insanların hayatlarını kimi oldukça komik sahneler ile sergiliyor film. Örneğin İsrail’in milli bayramında oldukça milliyetçi bir şarkıyı söyleyen Filistinli öğrencilerin durumu kendi dil ve kültürlerine sahip çıkmaları engellenen tüm halkların acısını komik bir dille aktarırken, okulda toplu olarak seyredilen “Spartacus” filmindeki öpüşme sahnesinde öğretmenin çocuklara sahnenin “anlamını” çarpıtarak anlattığı sahne filmin güçlü bir başka yanını örnekliyor: Film sadece politik olana değil gerçekten günlük olana da eğilip onun içindeki mizahı da çekip gösteriyor. Örneğin teyzenin sürekli televizyon seyretmesi veya yine onun yaptığı yemeğin sürekli olarak çöpe dökülmesi gibi sahneler karakterlerin sıcak ve doğal yanlarını da anlamamızı sağlıyor.

Tekrarların da önemli olduğu bir film bu. Yukarıda belirttiğim örneklerin yanısıra balık tutma eylemi ve bu sırada askerlerin diyalogları veya halkın içinde bulunduğu çıkışsızlığın simgesi olan kendini yakmaya kalkışan adam gibi örnekler hayatın değişmezliği veya Filistinliler için (veya egemen güçlerin tercihi ile söylenirse Arap İsrailliler için) ufukta bir değişme ihtimalinin görülmediği üzerine incelikli tercihler.

Tati havasının tam bir örneği olan son bölüm bir yandan filmin diğer üç bölümünün akışının ve temposunun dışında kalışı ve bir yandan da biraz fazla uzun tutulması ile bir parça aksatıyor filmi sanki. Yine de bu son bölümün öncekilerde inceden hissettirilen absürtlüğün kaçınılmaz zirvesi olmasına yorulabilir bu tercih. Bunun dışında bu yazıya da yansıyan sembolizmin dozunun fazlalılığından veya Tati’ye fazlası ile öykünülmüş olmasından da bahsetmek gerek. Bunlar bir yana, duygusuz ve yaşlı yüzü ile boşluğa bakar gibi bakan kadının bir yandan da çalan müziğe ayağı ile hafifçe eşlik etmesi ile uzak bir umudun varlığını hissettiren, kendisini takip eden ve yüzüne çevrili tank namlusunun önünde cep telefonu ile akşam gideceği parti hakkında sıradan bir konuşma yapan genç adam görüntüsü gibi gariplikleri ile seyredeni çarpan film kapanış jeneriğinde hem umudu hem de ironiyi anlatan “Staying Alive” şarkısı ile sone ererken sinemanın en başarılı yaratıcılarının bir derdi olanlar arasından çıktığını bir kez daha hatırlatıyor bize.

(“Ha-zman She’notar” – Geride Kalan”)

Eden Lake – James Watkins (2008)

“Kanı takip et!”

Romantik bir hafta sonu için göl kıyısına giden bir çiftin kendilerini rahatsız eden gençlere tepki vermesi ile gelişen olayların hikâyesi.

Şehirliler doğaya gider ve “ait olmadıkları” bu ortamda başlarına gelmeyen kalmaz: John Boorman’ın “Deliverance” adlı 1972 tarihli başyapıtının benzer konulu tüm filmlerin önüne geçtiği ve diğerlerine söyleyecek başka söz bırakmadığı bir tema. Boorman’ın filminde bölgenin yerli halkına tepeden bakan şehirliler filmde derslerini alırlar. Bu film ise karakterlerimizin yerliler ile farklılığı üzerine böyle bir analize girişme derdinde değil. Kısa bir an dışında, çocuğunu döven yerli kadına şaşkınlıkla bakan şehirli kadın sahnesi, film bu tür bir endişe taşımadan yerli gençlerden oluşan çetenin tacizine uğrayan çiftin başına gelen dehşetli olayların ve kaçıp kovalamacaların yarattığı gerilime odaklanıyor ve kimi zorlama yönlerine karşın toplamda kendisini ilgi ile seyrettiren, profesyonel bir dil ile anlatılmış ve iyi oynanmış bir çalışma olmayı başarıyor.

Bir hikâye bu filmde olduğu gibi mutluluk görüntüleri ile başlıyorsa bu mutlu ve aşık karakterlerin başına bir şeyler geleceği açık. Anlaşılan hikâye ilerledikçe yaşanacak korkunç olayların etkisini artırmak için benimsenen klişeyi bu filmimiz de çekinmeden kullanıyor. İlk gerilim anından itibaren film dozunu gittikçe yükselttiği gerilime işkence ve cinayetleri, amansız takipleri ve sağ kalma çabalarını ekliyor ve tüm bunları heyecan veren bir tempoda ve özellikle Kelly Reilly’nin başarılı oyunu ile hemen hiç aksamadan anlatıyor. Kimi sahneler mide kaldırabilir ama bir şekilde filmin bu sahneleri itici değil etkileyici kılmayı başardığını söylemek gerek. Filmin aslında pek de takılmadan seyredilmesi gereken kimi senaryo kaynaklı aksamaları var ve filme “gerçeğe uygunluk” üzerinden yaklaşanları rahatsız edebilir bu durum. “Bluetooth” sahnesinden kadının kaçmayıp anlamsız hareketler yapmasına kadar pek çok şeye takılınabilir elbette ama sonuçta girişte de belirttiğim klişeden rahatsız olmayanların filmin başarılı anlatımının yanında ikinci plana düşmesi gereken bu “saçmalıklara” takılmasının pek de anlamı ve gereği yok.

Filmin tek önemli açığı ise çiftin karşılaştığı şiddetin anlamsızlığına anlamlı veya değil ama bir açıklama getirmek gibi bir çabasının olmaması. Burada her şeyin açıklanmasını bekleyen ve anlamlılık saplantılı bir yaklaşımdan yola çıkarak söylemiyorum bunu. Eğer film “anlamsız şiddeti” anlatmak derdinde olsaydı, bu eleştirinin de bir anlamı olmazdı ama film hemen sadece anlamsız şiddetin gazabına uğrayanlara odaklanınca ve üzerinde yeterince iyi durulmamış bir şekilde gençlerin aileleri üzerinden imalara girişince bu eleştiri doğruluk payı kazanıyor. İngiltere’de “chav” olarak adlandırılan bu anti-sosyal gençlerin davranış özelliklerinin arkasındakileri anlamak için bu filmden çok daha fazlası gerekiyor kısacası.

Michael Fassbender’in idare ettiği filmin öne çıkan ismi zarifliğini yansıtmayı da ihmal etmeden karakterinin gittikçe artan dehşetini ve hayatta kalma mücadelesini etkileyici bir şekilde yansıtmayı başaran Kelly Reilly. Onun başarılı oyunculuğu, filmin örneğin işkence veya çöp konteyneri sahnelerinde olduğu gibi mide kaldırıcı ama çarpıcı özellikleri ve senaryodaki aksamalara rağmen gerçekçiliği ilgi göstermek için yeterli nedenler. Buradaki rahatsız ediciliğin gittikçe daha fazla saçmalayan bir “Saw” serisinde rastlayacağınız türden bir sömürün uzağına düştüğünü de eklemek gerek.

(“Kan Gölü”)