Goemon – Kazuaki Kiriya (2009)

“Bir savaşçı gölge gibidir; gölgenin kendisine ihtiyacı yoktur”

1500’lü yıllarda Japonya’daki iktidar savaşları sırasında yoksulların ve ezilenlerin yanında yer alan bir savaşçı hırsızın epik hikâyesi.

Japon sinemasından gelen bu film benzeri Hollywood örneklerinin izinden giden ve yönetmeni Kazuaki Kiriya’nın müzik videosu ve moda fotoğrafçılığı geçmişinden epey etkilenmişe benzeyen bir çalışma. Kahramanının karakterini özetlemek için Batı’nın birden fazla örneğine referans vermek gerekiyor. Goemon Robin Hood’dan Örümcek Adam’a ve Süperman’e ve hatta gece gökyüzünde dolunayın önündeki pozu ile E.T’nin küçük kahramanına kadar pek çok örneği akla getiriyor hikâye boyunca.

İntikam, aşk, ihanet, trajedi, iktidar kavgaları ve fedakârlıklarla dolup taşan bu film yönetmenin ve diğer tüm yaratıcılarının hayal güçlerini sonuna kadar ve zaman zaman hiç dizginlemeden serbest bırakmış göründükleri bir çalışma. Hemen her anında bir çizgi film estetiğine sahip kareleri, video oyunlarını zaman zaman birebir hatırlatan savaş ve dövüş sahneleri ile film bu türün meraklıları için çekici olabilecek bir içerik ve biçeme sahip. Ateç böceklerinin uçuştuğu şelale sahnesi bir Japon animesinden hiç farklı değil örneğin ve başta çatılarda dakikalarca süren kavga sahnesi olmak üzere CGI tekniğinin hayli dozu kaçmış bir şekilde kullanıldığı tüm sahneler bir video oyununun bölümü adeta. Tüm bunlara görkemli ve çoğu bilgisayar ürünü olan setleri, efektler ile çoğaltılmış olsa da sayıları yine de hayli yüksek görünen kalabalık figüran kadrosunu da ekleyince film üzerinde durduğu popüler alanı hiç çekinmeden ortaya koymuş demek gerekiyor.

Binlerce askere karşı tek başına savaşan ve elbette tüm benzerlerinde olduğu gibi çocukluğunda yaşadığı bir trajedisi olan kahramanımızın bu bir epiğin olmazsa olmaz tüm öğeleri ile bezeli hikâyesi sonuç olarak sanatsal yönünden çok tekniği ile dikkat çeken bir çalışma. Bu bağlamda en az aşk kadar dostluk da, iki savaşçı arasında yaşanan bir dostluk bu, hikâyenin temel temalarından biri oluyor ve senaryo bu açıdan da eksik kalmıyor türünün diğer örneklerinden. Yönetmen Kiriya teknik becerisini gösterdiği, Goemon ile savaşçı rakibi ve dostu Saizo arasındaki kavga sahnesinde olduğu gibi hayli eğlenceli ve başarılı sahnelere de imza atmış ama film gerek uzunluğu, gerekse aşırı dozda kullanımı ile dikkat çeken efektleri ve dinamizmi ile zaman zaman yorma riski de taşıyor seyredeni. Görüntünün sık sık kırmızıya (elbette kan kırmızısı bu) bulanması, kopan/koparılan organların havada uçuşması ve tüm bunlara eşlik eden görkemli müzik meraklılarını tatmin ederken diğerlerini itebilecek tercihler ama film bu konuda elini hiç sakınmamış ve kimi anlarında sonuna kadar gitmiş gibi görünüyor.

Görkemli olmayı hedeflemiş ve bunu başarmış, sadece kostümleri ve setleri ile bile göz alıcı bu film, ipin ucunu biraz daha sıkı tutup hız ve efekt konusunda frenleyesebilseymiş kendini daha iyi olurmuş ama yine de sonuç meraklıları için yeterince ilgi çekici görünüyor.

(“The Legend of Goemon” – “Goemon Efsanesi”)

The Ghost of Tom Joad – Bruce Springsteen & The E Street Band (1995)

John Steinbeck’in “The Grapes of Wrath – Gazap Üzümleri” romanındaki Tom Joad karakteri için yazılan şarkının bir konser yorumu. Rage Against the Machine grubundan Tom Morello eşlik ediyor. “Wherever somebody’s strugglin’ to be free, Look in their eyes Mom you’ll see me.” 1 Mayıs için, tüm emekçiler için…

Aanrijding in Moscou – Christophe Van Rompaey (2008)

“Aşksız geçen bir gece kayıp bir gecedir”

Kendisini genç sevgilisi ile aldatan kocasından boşanmak üzere olan üç çocuklu ve kırklı yaşlarında bir kadının genç bir kamyon şöförüne aşık olmasının hikâyesi.

Belçika sinemasından dramını da eksik etmeyen bir romantik komedi. Yönetmen Christophe Van Rompaey’in bu ilk sinema filmi karakterlerin iyi çizildiği, türünün standartları içinde kalsa da taze bir hava yaratmayı başarmış ve baş oyuncularının keyifli oyunları ile dikkat çeken bir çalışma. Filmin ilk karesinde hayatından bezmiş bir insanın yüz ifadesi ile karşımıza çıkan kadının finaldeki son karede mutluluğun aydınlattığı yüzü filmin mesajını da seyriciye geçiriyor: Aşk güzelleştirir.

Akordeon ağırlıklı hoş ve güçlü bir müzik eşliğinde anlatılan hikâye huzurlu bir mutsuzluk ile riskli görünen bir mutluluk arasında tercih yapmak durumunda kalan kadının yaşadıklarını ilginç bir şekilde ve belki yeni bir şeyler söylemeden çekici kılmayı başarıyor. Artık hayatını aşksız yaşamaya karar vermiş bir kadını kabuğundan, çekildiği dünyadan çıkarmaya dürüst bir aşkın gücü yeter diyor film ve Barbara Sarafian güçlü ve kimi sahnelerde özellikle çarpıcı kelimesini hak eden oyunu ile karakterini adeta yıllardır tanıdığınız ve bir şekilde kendisine karşı hep sıcaklık hissettiğiniz bir karaktere dönüştürüyor. Yönetmen Christophe Van Rompaey filmde iz bırakan pek çok sahneye de imza atmış. Açılıştaki süpermarkette alışveriş ve sonrasındaki küçük kaza sahnesi başta hiçbir şey söylemeden, sonrasında ise epey konuşmalı anları ile hem baş karakterimizi çok iyi tanıtıyor bize hem de filme sıkı bir giriş yapılmasını sağlıyor. Filmin en eğlenceli sahnelerinden biri ise kadının hem kendisinden boşanmak istemeyen hem de genç sevgisilini bırakamayan kocası ile yeni erkek arkadaşı arasında yemek masasında karşılıklı atışmalarını getiriyor karşımıza.

Filmdeki aşkın iki kahramanının zengin ve güzel insanlardan değil emekçi sınıftan ve dünya güzeli/yakışıklısı olduğu söylenemeyecek karakterlerden seçilmiş olması Amerikan sinemasının seyircinin zihnine zorla yerleştirdiği romantik komedi kalıplarını alt üst ediyor. Tanık olmamız gereken aşkların kahramanlarının ille de güzel, ille de zengin ve dünya ile kendi ruh eşlerini bulamamak dışında hiçbir derdi olmayan insanlar olması, ve mekanların gösterişli ve zenginlikler ile dolu olması zorunlu bu Amerikan sineması örneklerinde. Oysa burada iki gerçek karakter, bir aşk üzerinden kendi yollarını ve mutluluklarını bulmanın peşindeler ve her yaptıkları, her söyledikleri doğrudan yansıyor seyirciye. Ve yine burada Belçika’da sıradan bir kasabada bir kadının kaçtığı dünyaya geri dönmesi ve sonrası ne olursa olsun aşkın coşkusunu hissetmesi anlatılıyor. Dürüst, sıcak ve doğal bir dil ile de romantik komedi çekilebilirmiş.

(“Moscow Belgium” – “Moskova Belçika”)

Iim Avudim – Reshef Levy (2008)

“Öyle güzelsin ki yanında kelebekler bile kendini çirkin hissediyor”

80’li yılların başında İsrail’de bir ailenin dram ve komedi ile örülü hikâyesi.

İsrail’den yönetmen Reshef Levy’in ilk ve şimdilik son yönetmenliği. Sinemanın gözde temalarından biri olan “yönetmenimiz kendi gençliğini hatırlatıyorun “bir başka örneği. Ağırlıklı olarak televizyon dizi ve filmlerinin senaristliği ile tanınan Levy’nin filmi, türünün tüm standartlarını klişelere varıncaya dek çekinmeden kullanan, örneğin evet şimdi tüm kadro dans edecek diye hissettiğiniz anda herkesin eğlenceli bir toplu dansa başladığı ve genel olarak popüler benzerlerinin izinden giden, çok da ciddiye alınmadan seyredilebilecek, dramı da eksik etmeyen bir komedi.

Bu tür filmlerin olmazsa olmazı nostaljinin zaman zaman üzerinize geleceği film, elbette anlattığı dönemin gözde şarkıları ile bezenmiş ve bu kapsamda Bonnie Tyler’dan Foreigner’a, Alphaville’den Human League gruplarına 80’lerin gözde sanatçılarının şarkıları peş peşe karşımıza çıkıyor filmde. Bu nostalji boyutu bir kenara bırakılırsa, film özellikle ilk yarısında bütünsel bir hikâyeden çok hatırladığım anılarım diye özetlenebilecek sahnelerden oluşan yapısı ile sinemasal açıdan çok da önemli görünmüyor. İkinci yarısında ise hikâye zaman zaman monotonlaşıyor ve gereğinden fazla uzamış bir havaya sahip sahneleri ile yoruyor üstelik. 1980 başından 1982’deki Lübnan savaşına kadar uzanan bir süreçte yaşanan hikâye ülkenin tarihinden kesitleri de içine almaya çalışıyor ama bunu popüler bir atmosferde ele aldığı için Lübnan savaşı gibi bir konu bile sadece hikâyeye eklenmiş tatsız bir sos gibi duruyor.

Babanın geçirdiği kazanın nedeni ile ilgili konuşulamayanlar, evet bir komedi içinde bile, çok sıkı bir hikâyeye kaynaklık edebilecekken bu fırsat da kaçırılmış ve sinemasal unsurlardan çok sözlere ve oyunculuklara dayalı tercihler ile konu harcanmış senaryoyu yazan Reshef Levy ve kardeşi Regev Levy tarafından. Burada da kardeşlerden Erez’i canlandıran Michael Moshonov’un başarılı oyunu dikkat çekiyor ve özellikle filmin dram anlarında hikâyeyi sürükleyen isim oluyor. Senaryonun aile içi ilişkiler, sadakat, aşk ve büyüme konularında yeni bir şeyler söylemeyen hikâyesi yine de eğlenceli kimi anları, 80’lerin popüler şarkılarının vereceği keyif ve özellikle nostalji düşkünlerini cezbedecek sahneleri ile seyredilebilir. İlle de beş erkek çocuklu bir aile nostaljisi isteniyorsa, “C.R.A.Z.Y.” gibi sinemasal becerileri çok daha yüksek örnekler olduğu unutulmadan…

(“Lost Islands” – “En Güzel Yıllarım”)