Pusu (devletin yeni sahipleri) – Ahmet Şık

Artık kitapçıların raflarında “Cezaevlerinde yazılan kitaplar” diye bir bölüm açılsa yeridir. Geçmişte de bu konuda örneklerin bolca olduğu bir tür bu Türkiye’de ve son beş yıl içinde de ciddi bir patlama oldu bu konuda. Ahmet Şık cezaevinde başladığı ve son bölümlerini de “dışarıda” tamamladığı kitabında temel olarak kendi gözaltına alınma sürecine ve “içeride” geçirdiği zamana odaklanarak ve kendi yaşadıklarından yola çıkarak ülkede neler olup bittiğini analiz ediyor. Suçun, iddiaların, suçluların ve masumların tamamı ile birbirine karıştığı bu kaos ortamında Ahmet Şık kitabında hayli öfkeli ve cesur bir söylem tutturmuş. Öfkesi anlaşılır, cesareti de takdir edilesi bir tavır. Kitap bunun dışında tarihe de sağlam bir not düşüyor ve gözaltına alınmasına neden olduğu araştırmalarından da söz ediyor. Kitabın ekindeki ve Emniyet içindeki fişlemenin kanıtı olarak sunulan belge ise hayli çarpıcı ama başka bir ülkede ortalığı ayağa kaldıracak bu belge ana akım medyada hemen hemen sessizlikle karşılandı. Belgenin yalanlanmadığını bile düşününce Şık’ın öfkesi daha da anlaşılır oluyor. Giriş yazısının altına yazıyı yazan Umur Talu’nun adının koyulmasının unutulmasından titiz okurları rahatsız edecek kimi yazım yanlışlarına, kitabın biraz aceleye getirilmiş olduğunu da söylemek gerek. Bölüm başlıklarındaki alıntıların (Gramsci’den Neruda’ya, Hz. Muhammed’den Joseph Goebbels’e uzanan farklı dünyaların insanları bu alıntıların sahipleri) bölüm içinde anlatılanlarla çok uyumlu olduğunu da söyleyelim ve onlardan birini, Bertolt Brecht’in “Sezuan’ın İyi İnsanı” oyunundan yapılan alıntıyı hatırlatalım:

“Aramızda dolaşıp kurbanını seçiyor zorbanın teki / Sessiz kalırsak bize dokunmaz diyorsunuz”

Universalove – Thomas Woschitz (2008)

“Lütfen, sizden ricam, hayatınızı benimle geçirir miydiniz?”

Dünyanın altı farklı şehrinden altı farklı aşk hikâyesi.

Avusturyalı yönetmen Thomas Woschitz’den aşkın küreselliği üzerine bir deneme. Bir başka deyiş ile coşkusu, hüznü, kuşkusu ve bazen de ulaşılmazlığı ile aşk üzerine altı küçük hikâye. Woschitz belki de kendi başına altı ayrı kısa film olması gereken çalışmaları bir uzun metrajlı filmde birleştirmiş görünüyor bu eserinde. Bu filminde çoğunlukla televizyon için çekilen film ve dizilerde görev almış ve pek tanınmayan oyuncular ile çalışan yönetmen bu şekilde tüm filmlerin teması olan aşkın sıradan insanlar arasındaki halini anlatmaya soyunmuş gibi. Açılış jeneriğinde film “bir Thomas Woschitz ve Naked Lunch” filmi olarak tanıtılıyor. Bunun da temel nedeni filmin müziklerini yapan grubun başarılı ve en az hikâyelerin kendisi kadar önemli müziğinin bu filmin önemli bir parçası olması ve senaryonun şarkılar ile birlikte yazılması.

Aşkın gizemi ve hissettirdikleri üzrine hikâyeler karşımıza gelenler ama bu altı ayrı hikâyeyi kabaca mutlu ve mutsuz sonları ile ikiye bölmek de mümkün. Altı farklı şehirde geçiyor hikâyelerimiz: Belgrad’daki hikayede sevdiğinin ilgisizliğinden yakınan bir kadın ve kocası, Marsilya’daki hikâyede Arap asıllı ve yasadışı işlere bulaşmış, başı dertte olan bir adamla Fransız sevgilisi arasındaki aşk, Tokyo’daki hikâyede onarılması için kendisine getirilen bir bilgisayardaki video görüntülerine aşık olduğu kadının peşine düşen yalnız bir Japon, Brooklyn’deki hikâyede kız arkadaşının kendisini aldattığından şüphelenen bir taksi şöförü, Rio’daki hikâyede hayranı olduğu bir pembe dizi aktörü ile tesadüfler sonucu tanışan bir kadın ve Lüksemburg’daki hikâyede genç bir erkeğe aşık olan orta yaşlı ve evli bir erkek geliyor karşımıza. Bu hikâyelerin kimi mutlu kimi mutsuz sonları ile gelirken karşımıza, yönetmen Worschitz tümünde serbest stil diyebileceğimiz bir sinema dili ile ve kimi anlarında soyut bir anlatımla aktarmaya çalışmış hikâyelerini. Örneğin Marsilya hikâyesinde zamanın donması veya Lüksemburg hikâyesinde kahramanımızın anıları, tereddütleri ve sıkışıp kalmışlığı bu anlatım tarzının izlerini taşıyorlar ve hayli de etkileyici oluyorlar. Naked Lunch’ın çoğunlukla melankolik tonlar etrafında dönen müziği sıkı müzikseverlerin yakından tanıdığı İzlandalı grup Sigur Ros’u çağrıştırıyor ve hikâye(ler) boyunca müziğin kullanımı çoğunlukla başarılı iken bazı anlarda filmin görsel öğeleri müziğe yeterince hizmet etmiyor gibi görünüyor. Evet görsel öğelerin müziğe desteğinden bahsediyorum çünkü filmin yaratıcısı olarak senaryoyu da yazan yönetmeni kadar Naked Lunch grubunu da kabul etmek gerekiyor.

Dijital olarak çekilen ve özellikle gece sahnelerinde filmin atmosferine hayli uygun bir hava yaratan yüksek grenleri ile bu film yönetmenin el kamerası kullanımı ile de dikkat çekiyor. Altı farklı hikâyesini seksen küsur dakikada anlatan film başlarda sık sık bir hikâyeden diğerine geçişleri ile karakterlerine ısınmamızı ve ne olup bittiğini anlamamızı zorlaştırıyor ve ancak bu altı farklı hikâyenin karakterlerine ısındıkça filme de ısınmaya başlıyorsunuz. Sabırsız seyircileri uzaklaştırabilecek bir tercih bu ve filme de bir parça zarar vermiş. Hikâyelerin içine girdikten sonra oyuncuların başarısı da dikkat çekmeye başlıyor. Öyle büyük oyunculuklar veya gösterişli sözler yok filmde ve işte belki tam da bu nedenle karakterlerinin “sıradanlığına” nüfuz etmeyi başaran oyuncular takdiri hak ediyor. Kalabalık kadronun içinde Belgrad hikâyesindeki Anica Dobra, Lüksemburg bölümündeki Dan Burkarth ve Tokyo hikâyesindeki Kyoichi Komoto öne çıkan isimler olmuşlar. Hikâyelerde öne çıkan bölümler ise hüznü ile Lüksemburg ve trajedisi ile Tokyo bölümleri olmuş.

Belki çok önemli veya sinemasal değeri çok yüksek bir film değil karşımızdaki ama aşk üzerine, aşkın neden olduğu kırılganlıklar üzerine başarılı bir müziğin de destek verdiği farklı bir el alıştırması olarak ilgiye değer. Gece sokaklarda kararsızlık ve korku içinde ama yine de coşkusu ile dolaştırır sizi aşk diyor bu film veya bir büyük şehrin ürkütücü bir kalabalığının ortasında bir anın peşinde koşturur.

(“Evrenselaşk”)

Nantes – Beirut (2007)

Geç keşfettiğim, adı da kendi kadar güzel bir grup. Balkanlardan Latin esintilerine uzanan ve arada Fransız şansonlarına da göz kırpan muhteşem şarkılar ve olağanüstü melodilere eşlik eden olağanüstü ritimler. Bugünlerde grubun “Nantes” ve “Elephant Gun” başta olmak üzere tüm şarkılarını aralıksız dinliyorum. ABD’den de iyi bir şey çıkabilirmiş demek… Klipteki (resmî bir klip değil bu; gençlerin katıldığı bir festival için gençler tarafından çekilmiş) siyah beyaz sahne Jean Renoir’in 1938 tarihli Emile Zola uyarlaması “La Bête Humaine” adlı filminden. Şarkıyı yüksek sesle dinlemeli.

http://en.blogotheque.net/ sitesinde Beirut grubunun yanısıra pek çok sağlam isimle yürütülen ilginç bir proje var. Müzisyenleri alıp “Take Away Shows” başlığı altında sokağa çıkarıyorlar ve alışılmışın dışındaki ortamlarda doğaçlama olarak klip çekiyorlar. Ortaya da muhteşem sonuçlar çıkıyor. REM, Kings of Convenience, Arcade Fire ve Sufjan Stevens’ın da aralarında bulunduğu pek çok grup ve sanatçı var projeye katılan. “Nantes” şarkısı için de böyle bir çalışma yapmışlar. Şarkının bu yorumunu izlemek için:
http://www.youtube.com/watch?v=hq2s0AhdFE4

Uzlaşma – Oğuzhan Tercan (1991)

“Bu stratejinin tek amacı olabilir: Sivil ve siyasi güçlerin yetersizliğini ispatlamak”

Bir filmde, gazeteci Abdi İpekçi’yi öldüren(lerden biri olan) Ağca’yı canlandıracak bir oyuncunun rolüne hazırlanırken yaşadıklarının hikâyesi.

1991 tarihli bu ilk filmi ile sinemaya nispeten iyi bir başlangıç yapan ama daha sonra “Avanak Kuzenler” gibi en kibar yaklaşımla görmezlikten gelinmesi gereken bir filme imza atmak zorunda kalan Oğuzhan Tercan’dan kayda değer bir çalışma. Türk sinemasının pek ayak basmadığı bir alana, bir sanat eserinin yaratım sürecine ve sanatçının rolünün içine girmeye çalışmasına, odaklanan film öncelikle bu çabası için takdiri hak ediyor. İyi niyetli bu çalışmanın politik içerik eksikliğinden sinema diline kimileri ciddi hayli eksiklikleri var ama filmin 90’lı yılların başında ve Türk sinemasının iyice küçüldüğü ve film üretemez bir hale geldiği bir dönemde çekildiği düşünülürse, elinden geldiğince popülerlikten uzak durmaya çalışan bu film yine de ilgiyi hak ediyor.

Özellikle ikinci yarısında görüntüye gelen Demirel, Ecevit, Türkeş ve dönemin İç İşleri Bakanı Hasan Fehmi Güneş röportajları ile film bir dokümanter havası da kazanmaya çalışmış ve bunu başarmış da ama bu tercihten genel olarak zarar da görmüş. Bir yandan olan biteni, bir yandan da olan biteni anlayarak canlandıracağı karakteri anlamaya çalışan bir oyuncuyu anlatan film araya yerleştirdiği bu röportajlarla filmin sinemasal anlatımına zarar veriyor. Gerçek bir belgeselde hayli önemli olabilecek bu röportajlar burada, üstelik kimi zaman da filmin atmosferini zedeleyecek şekilde yanlış kurgulanarak, daha çok filmin akışını bozan bir görüntüye sahip olmuş. 12 Eylül 1980’nin terör dolu günlerinin önemli siyasetçilerinin on yıldan fazla bir süre sonra bu suikast ve Abdi İpekçi ile ilgili söyledikleri kendi başına hayli ilginç kuşkusuz. Her zaman kendi kendisinin taklidini yapar bir havada konuştuğunu düşündüğüm Süleyman Demirel’in görüntüleri başlı başına bir hazine niteliğinde ama film bu röportajları içine alamamış görünüyor. Bu görüntülerin yanısıra müzik de pek başarılı kullanılamamış. Livaneli’nin müziği bir film müziği için fazlası ile kendisini öne çıkaran bir havaya sahipken yönetmenin bir de bu müziği hemen her sessiz anda ve yüksek tonlarda kullanması oldukça rahatsız edici oluyor zaman zaman.

Senaryonun da kaçırdığı birkaç temel nokta var. Öncelikle film anlattığı hikâyenin onca politikliğine rağmen bu alana çok fazla bulaşmamaya çalışmış. Bu duruma bir tercih olarak saygı gösterilebilir elbette ama senaryo filmdeki hangi karaktere odaklanacağına da karar vermemiş görününce duruma değil karakterlere odaklanma tercihi de işlememiş. Evet, film Ağca’ya ve onu canlandıracak oyuncuya asıl ilgisini göstermiş gibi başlıyor ama film bittikten sonra hikâyenin Ağca’nın değil İpekçi’nin hikâyesi olduğunu düşünüyorsunuz daha çok. Anlaşılan filmde de geçen “sadece cellatı tanımak yetmez, kurbanı da tanımak gerekir” sözünü fazla ciddiye almış senaristler ve odak noktası bir süre sonra sadece İpekçi olmuş nerede ise. Oyuncu ile gazeteci kadın arasındaki sevgiye dönüşen arkadaşlık ilişkisi de yeterince iyi işlenememiş ve örneğin yağmurda ıslanan öfkeli kadın sahnesi oldukça amatör diyaloglar ile doldurulmuş. Bu problemlere eklenecek temel bir kusuru daha var senaryonun. Berhan Şimşek’in fiziksel benzerlikten de yeterince yararlanmış görünen ve aksamayan performansı ile canlandırdığı Ağca’yı oynayacak olan oyuncunun “insan birini öldürürken ne hisseder” sorusu hikâye boyunca sürekli sorulmasına rağmen senaryoda herhangi bir karşılık bulamamış görünüyor. Öyle ki yeterince becerilmiş görünen suikast sahnesinde bile ön planda olan öldüren kişi değil. Bu hali ile senaryonun öldüren değil ölen kişinin ne hissettiğine ağılık verdiğini söylemek daha doğru olur.

Oğuzhan Tercan’ın zaman zaman yoran yakın plan yüz çekimlerindeki ve oldukça sakil (bir sonraki kelime komik olsa gerek) görünen İpekçi’yi gözetleyen ve takip edenlerin sahnelerindeki performansının da olumlu katkıda bulunmadığı film günümüzde gazeteciliğin o günlere kıyasla nasıl bir dönüşüm göstermiş olduğunu sergilemesi ile dikkat çekiyor. Özetle araştırmacı gazetecilikten bavul gazeteciliğine geçiş olarak adlandırılabilecek bu dönüşümün sonuçları ortada maalesef. Bunun dışında filmin konusu, bu konuyu ele alırken gösterdiği iyi niyeti ve suikast sahnesinden Berhan Şimşek’in kimi yalnız sahnelerindeki başarısına önemli olduğunu söylemek gerek. Türk sinemasının henüz “I… Comme Icare” veya “Cadaveri Eccellenti” gibi eserler çıkarmaktan uzak olduğu açık olduğuna göre şimdilik bu tür en azından iyi niyetli filmler ile yetinmemiz gerekiyor. Kaldı ki Türk sinemasında rolüne hazırlanan bir oyuncunun oynacağı sahnenin gerçek hayattaki karşılığının içine girip çıktığını gösteren kaç film olduğunu da düşünmek gerek.