Todos Tus Muertos – Carlos Moreno (2011)

“Nehire atamazsın onları. Nehirde yüzen her ceset için beni suçladıklarını biliyorsun”

Tarlasında onlarca ceset bulan Kolombiya’lı bir çiftçinin ve haber verdiği yetkililerin yaşadıklarının hikâyesi.

2008 tarihli ve ödüllü “Perro Come Perro” filmi ile dikkat çeken Kolombiya’lı yönetmen Carlos Moreno’nun ikinci uzun metrajlı filmi kara komedi tarzında ve etkileyici bir çalışma. İnsan hakları karnesi hiç de parlak olmayan ülkede geçen hikâye tam da bir seçim gününde keşfedilen onlarca cesedin yetkilierde neden olduğu sıkıntıyı anlatırken, Álvaro Rodríguez’in etkileyici oyununun da yardımı ile kendisini alttan alta hissettiren komedisini öne çıkarmadan, bu komediyi tüm o cesetlerin arasından seyircinin çekip çıkarmasını istiyor ve başarıyor da bunu. Kısa süresine rağmen filmin bir süre sonra tekrara, daha doğrusu içerdiği satirizmin tekrarına düştüğünü de söylemek gerek.

Politikacıların ve bürokrasinin ortaya çıkan, üstelik seçim günü gibi talihsiz bir zamanda ortaya çıkan cesetler karşısında takındığı tutumun “bu cesetlerin kimin cesetleri olduğu” ve “bu cesetlerden nasıl kurtulacakları” ile ilgili olması filmin kara komedisinin bel kemiğini oluşturuyor. Şehrin yöneticileri ve güvenlik görevlileri için cesetlerin kimin cesedi olduğu konusunun cesetlerin kimliğini değil bu cesetlerin hangi şehire ait olduğunu ifade ettiğini söylemek filmin kara komedi yanının en açıklayıcı örneği. Ellerinde tek bir tabut ile gelen işçilerin bir kamyonet dolusu cesedi görünce yaşadıkları şaşkınlık ve özellikle finaldeki gülmemenin mümkün olmadığı yeni cesetler gibi sahneler filmin kara ama oldukça kara komedisini destekleyen bölümler. Álvaro Rodríguez’in başta abartılı gibi görünen ama sessiz ve sıradan bir köylünün başına gelenleri başarılı biçimde aktaran yüz ifadeleri ile canlandırdığı köylü karakteri hikâyeyi sürükleyen en temel unsur gibi görünüyor. Diyalogların minimumda tutulduğu ve var olanların çoğunun da daha çok durumun absürtlüğünü ortaya çıkarma amaçlı olduğu filmde, sadece Rodríguez’in yüz ifadeleri bile hikâyeyi takip etmek için yeterli görünüyor. Öyle ki film tamamen diyalogsuz ve sadece az sayıda bir ara yazı ile de çekilebilirmiş gibi duruyor. Bu durum filmin görsel gücünü ve görüntü yönetiminin de başarısını ispatlıyor.

Arada gözlerini açan ve kendileri de durumun yarattığı şaşkınlığa katılan ölülerin görüntüsü, durumun (ama ölülerin olmasının değil, ölülere verilen tepkilerin yarattığı durumun) absürtlüğünden kaynaklanan fantastik yanını da desteklediği filmin temel ve tek kusuru olarak sessiz anlarını ve absürtlüğünü fazlası ile tekrarlayarak hikâyeyi uzatmış olması gösterilebilir. Tüm bir hikâye aynı kaygılarla orta metrajlı bir film içinde de anlatılabilirmiş gibi duruyor. Yönetmen Moreno ve yapımcı Diego Ramirez iki şehrin sınırında bulunan cesetlerle ilgili olarak bu şehirlerin belediye başkanları arasında yaşanan “bunların kimin cesedi olduğu” tartışmasından esinlenerek çekmişler filmi. Bu tartışmanın temel nedeninin her iki belediye başkanının da bu cesetlerin bölgelerinin cinayet istatistiklerini bozacağı korkusu ile kendilerine ait olmadığını iddia etmelerinin olması gerçek hayatın absürtlüğünün de filmdekinden aşağıda kalmadığını gösteriyor. Moreno’nun kara komedisini kurarken ortadaki cesetlerin saygınlığına halel getirmemesi de ayrıca bir takdir konusu. Arada kıpırdayan, olan biten saçmalıklara bakmak için gözlerini açan ölülerin hissettikleri, etraflarında yaşanan onca kıyıma bakan geniş halk kitlelerinin de sembolü bir bakıma; şaşkınlık, yılgınlık ve dehşet dolu bakıyor bu gözler.

Yönetmen Carlos Moreno filmi şu söz ile birlikte değerlendirmemizi istiyor: “Bir insanın öldürülmesi trajedidir, ama öldürülen bin insan sadece istatistiktir”. Finalde filmin tüm oyuncuları tıpkı bir tiyatro oyununun sonunda olduğu gibi toplu olarak seyirciyi selamlarken, film bize bir yandan seyrettiğimizin bir oyun olduğunu söylüyor ama asıl olarak diğer yandan sıradan insanların hayatlarının da kimi güçlerin elinde şekillenen oyunlardan ibaret olduğunu söylüyor sanki.

(“All Your Dead Ones” – “Bütün Ölüleriniz”)

Esir Şehrin Mahpusu – Kemal Tahir

Üçlemeye başlayınca bitirmemek olmaz! Kemal Tahir’in “Esir Şehir” Üçlemesinin bu ikinci kitabı, ilk kitapta hapise atılan kahramanı Kâmil Bey’in oradaki günlerini anlatıyor. Bir yandan düştüğü bu ortamda hissettiği yalnızlık ve dehşet duygusu ile baş etmeye çalışırken, diğer taraftan Anadolu’daki kurtuluş hareketini takip ediyor Kâmil Bey. Kitap üçlemenin ilk cildi olan “Esir Şehrin İnsanları” adlı romanda olduğu gibi Osmanlı’nın çürümüşlüğünü pek çok farklı karakter üzerinden ve onların ustalıklı bir dil kullanımı ile anlatılan hikâyeleri aracılığı ile aktarıyor. Tahir’in sözcük zenginliği, halkın günlük diline ve o dönemin argosuna hâkimiyeti kitaba ilave bir zevk de katmış açıkçası. Kitap boyunca sergilenen tüm yozlaşma hikâyeleri, çöken Osmanlı’dan yeni bir devlet yaratanların nasıl büyük bir iş başardıklarını bir de edebi bir bakış açısı ile anlamamıza da imkân veriyor. Kitaptaki karakter çokluğu ve her birinin kendi hikâyesinin olması, romana bir yandan zenginlik katıyor ama bir yandan da bir süre sonra onlarca karakterin Kâmil Bey’e (ve okuyucuya) sıra ile hayatlarını anlattığı bir hikâye dizisine dönüştürüyor ve bu da anlatımda kullanılan dilin tüm zenginliğine ve anlatılanların içeriğinin doluluğuna rağmen zaman zaman bir monotonluk hissi yaratmıyor da değil. Mustafa Kemal’in kaybetmesini isteyen bir İstanbul’da, her türlü ahlâksızlığın kol gezdiği ve bu açıdan o günlerin İstanbul’unun bir aynası olarak gösterilen hapishaneden insan manzaraları olarak görülebilir bu kitap özet olarak.

Act of Love – Anatole Litvak (1953)

“Yaşam olduğu sürece umut da vardır”

İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna doğru Paris’te birbirlerine aşık olan bir Amerikan askeri ile Fransız bir kadının engellere takılan aşklarının hikâyesi.

Ukrayna asıllı Amerikalı yönetmen Anatole Litvak’tan 50’ler sinemasının tercihlerinin aksine stüdyoda değil doğrudan hikâyenin geçtiği mekanlarda, Paris ve Güney Fransa sahillerinde çekilmiş ama bunu yeterince değerlendirememiş, melankolinin eksik olmadığı bir aşk trajedisi. İngiliz yazar, şair ve senarist Alfred Hayes’in tiyatroya da uyarlanan “The Girl on the Via Flaminia” adlı romanından sinemaya aktarılan hikâye savaşın bitmek üzere olduğu bir dönemde yaşanan bir imkânsız aşkı biraz artık eskimiş bir sinema dili ile anlatan ama yine de eskilerden getirdiği havası ve kimi özellikleri ile dikkat çekebilen bir çalışma.

Filmin ilk karesi 1953 yılında bir Amerikan askeri aracı Amerikan üssüne doğru giderken görüntüye dağdaki kayalıklara kazınmış bir yazıyı getiriyor. “US Go Home” diyor bu yazıda ve birkaç saniye sonra üssün olduğu Fransız kasabasına gelen Amerikalı turistler kasaba halkı tarafından, gösterildiği kadarı ile ağırlıklı olarak ticari kaygılar nedeni ile oldukça coşku ile karşılanıyor. Litvak’ın bu ustalıklı girişi aslında izleyeceğimiz hikâyenin derdini de çok iyi özetliyor. Savaşın her şeye karşı bir inançsızlığa sürüklediği bir Amerikan askeri ile yoksulluk nedeni le sokağa düşmekten korkan bir Fransız kadınının aşkı pek çok engele takılırken bunların en önemlilerinden biri Fransız-Amerikan çatışması. Amerikan askerlerinin “kurtardıkları” ülkenin kadınlarına yaklaşımındaki kabalıktan, bu yaklaşıma olan tepkilerini milliyetçilik ile birleştiren kimi Fransızların tepkisine uzanan bu çatışma pek aşılabilecek bir engel olarak görünmüyor hikâyede. Film mümkün olduğunca dengeli yaklaşıyor bu çatışmaya ve hatta asıl engeli Amerikan tarafında belirliyor. Yine de unutulmaz oyuncu Serge Reggiani’nin bir parça dozu kaçmış olsa da (ki onun sahnelerindeki kamera açıları, örneğin kameranın özellikle onu alttan yukarı doğru çektiği sahneler düşünülürse bunun da Anatole Litvak’ın tercihi olduğu anlaşılıyor) net bir şekilde görüntüye yansıtmayı başardığı öfkesinin sık sık vurgulandığını ve “kurtarılmışın” bu öfkesinin filmin yaratıcıları tarafından nerede ise tamamen anlaşılmaz görüldüğünü söylemek gerek. Kendi elleri ile “kurtardıklarının” öfkesini anlayamamaları güncel bir olayı da feci halde çağrıştırıyor; Libya konsolosları fanatik İslamcılar tarafından öldürüldüğünde Hillary Clinton da tam böyle düşünmüştü: “Özgürlüğünü kazanmasına yardım ettiğimiz bir ülkede nasıl olabildi bu?” Gerçekten nasıl olabildi bu sorusunun cevabını en iyi kendisi bilmesi gerekirken verilmiş anlamsız bir tepki.

Kirk Douglas’ın sakin bir ustalıkla canlandırdığı dünyaya inancını yitirmiş askerin sekiz yıl sonra Fransa’ya dönüşü ile başlıyor film ve bir geriye dönüş ile tüm hikâyesini anlatıyor. Bu hikâye boyunca da senaryo savaşın parçaladığı hayatları ve bunun sosyal etkilerini de elinden geldiğince ama yeterince etkileyici olmadan getiriyor perdeye. Fransız kadını canlandıran Dany Robin karakterinin ahlâki değerleri bozulmuş bir şehirde yaşadığı korkuyu ve kimi anlardaki dehşetini aktarmakta hayli başarılı. Bu arada sinemaya üç yaşında çocuk oyuncu olarak başlayan Robin’in öncesinde çevirdiği pek çok Fransız yapımı filme rağmen açılış jeneriğinde “introducing” ile duyurulması da ilginç ama dünyayı kendilerini merkeze koyarak gören Amerikalılar için normal bir davranış. Oyunculardan söz ederken filmde bir kafede yardımcı olarak çalışan kız rolündeki henüz 19 yaşındaki Brigitte Bardot’yu ve askerlerden birini oynayan Charles Chaplin’in oğlu Sydney Chaplin’i de hatırlatmış olalım.

Ön yargıların, savaşın ve günlük telaşları aşkın önüne koyan sevgisiz yaklaşımların yargılandığı ve mahkum edildiği film finalde trajedisine rağmen temposunu biraz yitiriyor ve Litvak da açıkçası özel bir yaratıcılık sergilemiyor filmde. Finalin sorunu sadece temposu değil, “kaderin” biraz fazlası ile öne çıkması da aslında. Evet bir klasik değil bu siyah beyaz film ama vuslata eremeyen ve bürokrasiye ve ön yargılara takılıp alan aşklar üzerine duygusal, zarif ve kesinlikle seyredilebilir bir çalışma.

(“Un Acte d’Amour” – “Bir Aşk Böyle Bitti”)

Bir Erkeğin Anatomisi – Yavuz Özkan (1996)

“Umutsuzluğum kendimle ilgili değil; teslim olanlarla ilgili. Ya da ne olup bittiğinin farkında olmayanlarla veya farkında olup tepki göstermeyenlerle ilgili umutsuzluğum”

Bir avukatın, müvekkilinin kendisine emanet ettiği ve tehlikeli bilgiler içeren bir dosyanın peşine düşen resmi istihbarat görevlileri ile yaşadıklarının hikâyesi.

Yavuz Özkan’ın 1995’teki “Bir Kadının Anatomisi” filminden sonra bu kez bir erkek kahramana odaklandığı çalışması, ne adının taahhüt ettiği gibi derinlemesine bir erkek incelemesine soyunuyor ne de Türkiye’nin 90’lı yıllardaki kaosu üzerine anlamlı bir şeyler söyleyebiliyor. Başarısız olduğu bu iki alanı aynı filmde yan yana getirmenin gereksiz ve altından kalkılamayan anlamsızlığı bir yana, film için seçilen adın film ile nerede ise ilgisiz olması da Özkan’ın bu çalışmasının daha baştan hayal kırıklığı yaratmasına neden oluyor.

Hayatı kendi ifadesi ile “kaos” olarak gören ve öyle yaşayan bencil ve hırslı bir avukatın, kendi varlığını hayatında belki de ilk kez anlamlı kılacak bir şekilde tehlikeli bir işe girişmekten çekinmemesi ve siyaset, mafya ve güvenlik güçleri arasındaki yasadışı ilişkileri içeren bir dosyayı medya aracılığı ile halka ulaştırabilme çabası, filmin elle tutulur nerede ise tek yanı. Filmin tümü içinde sanki ayrı bir ekip tarafından çekilmiş görünen ve üstelik gereksiz uzatılmış olmasına rağmen böyle olan final sahnesi filmden akılda olumlu olarak kalacak nerede ise tek bölüm. Bunun dışında film, tutarsız senaryosu, yapay diyalogları ve kurgu ve devamlılık hataları ile yönetmeni için pek de iyi bir izlenim bırakmıyor seyredende. Girişteki radyo programında sunucunun ağzından ülkenin içinde bulunduğu kaos aktarılıyor seyredene ve 90’lı yılların Türkiye’si ve özellikle Susurluk skandalının filmin çekilmesinden yaklaşık bir yıl sonra yaşandığı düşünülürse bu cümlelerin doğru ve o dönem için cesur cümleler olduğu da açık. Ne varki senaryo bu cümlelerden sonra dosyanın peşindeki devlet görevlileri dışında bu konuya hiç dönmüyor. Dönmesi de zorunlu olmazdı eğer film baştaki o havalı cümleler ile açılmasaydı ama ne bir erkeğin “anatomisini” inceleyen bir film var karşımızda ne de ülkenin kaosu üzerine söylenen ve elle tutulur denebilecek bir görüş.

Hikâyenin kahramanının erkek olması, bir filme o kahraman üzerinden bir cinsiyetin incelemesini yapıyormuş havasını yaratan bir isim alma hakkını vermez elbette ama her nedense Özkan senaryosunu da kendisinin yazdığı filmde böyle bir yola gitmiş. Bencil, hatta ahlâksız bir insan filmin yaratıcılarına göre bu karakter ama adamın neden bu kahramanlık işine soyunduğunu ikna edici bir biçimde söyleyemiyor bize senaryo. Keşke senaryonun tek kusuru bu olsaymış diyeceğiniz pek çok farklı aksaklığı barındırdığını da söylemek gerek filmin. “Karanlık, adalet ve siyasetin toplamının kaos etmesi” gibi kerameti kendinden menkul cümlelerden hikâyenin akışındaki pek çok anlamsızlığa (ölüm tehdidi almış bir adamın eve geldiğinde geçen sahnenin tümü), ofisinin dinlendiğini anlayan adamın dinleme cihazını kendisini tehdit eden adamların yanında aramasından Bruce Willis gibi zor durumda espri yapan kahramanlıklar sergilenen takip sahnesine, film anlamsızlıklarını peş peşe sıralıyor hikâye boyunca. Bir de filmin yaratıcılarından herhalde hiç kimse hayatında bir radyo programına bağlanmamış veya en azından birilerinin bağlandığı bir radyo programını dinlememiş olsa gerek. Aksi takdirde sunucunun arayan kişiye söylediği “radyonuzu kapatabilir misiniz” cümlesini duymuş olur ve senaryoyu da buna göre yazardı.

Uğur Polat’tan Tilbe Saran’a, Taner Birsel’den Ayda Aksel’e tümü tiyatro kökenli ve güçlü bir kadronun kurtaramadığı ve kurtarmasının da pek mümkün olmadığı bir film karşımızdaki. O diyaloglar ve olay örgüsü ile bu başarılı oyuncuların bir şey yapması veya filme anlam katmaları mümkün değilmiş. Hatta öyle ki Birsel sinemadaki bu ilk filminde şaşırtıcı bir vasatlık içinde gezinip duruyor, Uğur Polat filme hayli aykırı duran mimikleri ile oyunuyor ve olan da Tilbe Saran’a oluyor. Bu büyük oyuncunun filme rağmen iyi oynaması ne ona ne de filme bir katkı sağlıyor; aksine filmin bütünü içinde sadece garip görünmesine neden oluyor.

Tüm bunlara rağmen, 90’lı yılların Türkiye’sinin havasını bir şekilde sergilediği için ve özellikle de finali için seyredilebilir bir film meraklıları için. Evet seyredilebilir ama o yılların Türkiye’sinde neler yaşandığına dair bu filmden anlamlı bir şeyler öğrenme beklentisi olmadan. Keşke film kahramanın ağzından umutsuzluk üzerine duyduğumuz ve yazının başında yer alan cümlelerin arkasını getirebilseymiş. Bugünün Türkiye’sini tam da bu cümleler tanımlamıyor mu?