Hour of the Gun – John Sturges (1967)

“Çocukken hep tartışırdık. Ölürken tüm hayatının gözünün önünden geçeceğini iddia ederdi. “Öyle değilmiş Wyatt” dedi”

Amerikan tarihinin önemli figürlerinden Wyatt Earp ve aralarında bir başka önemli isim olan Doc Holliday’in de bulunduğu arkadaşlarının Clanton çetesi ile mücadelelerinin hikâyesi.

Amerikalı yönetmen John Sturges’ın yine kendisinin 1957 tarihli western klasiği “Gunfight at the O.K. Corral” filminin bir bakıma devamı olarak çektiği eser, bu ilk filmde anlatılan ve sadece 30 saniye süren çatışmamın sonrasında neler olduğuna ve Earp ve arkadaşlarının Clanton ile devam eden mücadelelerine odaklanıyor. Klasik western filmlerine nazaran tarihteki gerçeklere sıkı sıkıya bağlı kalması ile dikkat çeken film belki tam da bu nedenle westernin sıkı takipçileri için yeterince “heyecanlı” olmayabilir.

Sturges’ın filmi kimi klasik western’lerin görkeminden uzak ve hani nerede ise karakter çatışması üzerinden ilerleyen bir film. Temel olarak kişisel intikam ile adaletin tesisi arasında kalan Earp’ün hikâyesini biraz fazla soğukkanlı anlatan ve fazlası ile kronolojik ve düz görünen bir anlatıma sahip olan filmin en büyük problemi yeterince hikâye içermiyor olması sanki. Hikâyeye girip çıkan kimi karakterler, örneğin Holliday’in ekibe kattığı üç adam, senaryoda herhangi bir önem taşımıyor ve varlıkları veya yoklukları akışı hiçbir şekilde etkilemiyor. Bu üç karakteri filme olayları filmin başında ilan edildiği gibi nasıl olup bitti ise o şekilde anlatma amacı ile koymuş anlaşılan senaryoyu yazan Edward Anhalt ama sinemasal bir gözle bakıldığında bu derece etkisiz olmaları seyredende de bir şeyleri kaçırdığı veya bir şeylerin eksik bırakıldığı duygusu yaratıyor ister istemez. Hikâye de işte buna benzer şekilde fazlası ile “eksik” kalmış havası veriyor çünkü yeterince sinemasal malzeme içermiyor filmin senaryosu.

Karakterleri birbirinden epey farklı görünen ama sağlam bir dostlukları olan Earp ve Holliday’i filmde James Garner ve Jason Robards, düşmanları Clanton’ı ise Robert Ryan canlandırıyor. Klasik Hollywood sinemasının bu üç büyük ismi filmi sürükleyen asıl unsurlar olarak dikkat çekiyor; hikâyenin eksikliğini de sık sık kapatıyorlar performansları ile. Robards rolünü filmin en canlı performanslarından birini vererek canlandırıyor ama Garner westernin en soğukkanlı karakterlerinden biri gibi duran Wyatt Earp’ü minimalist bir yaklaşımla ama soğukluktan da uzak durmayı başararak oynuyor; Garner’ın performasında içinde fırtınalar koptuğunu hissetmemek mümkün değil. Lucien Ballard’ın başarılı görüntüleri ve Jerry Goldsmith’in atmosfere katkıda bulunan müziği de bu oyunculuklar ile birlikte filmi ayakta tutmayı başarıyor.

“Öldürmek için rozete ihtiyacım yok” diyen karakterlerin olduğu filmde, Earp’ün bir noktadan sonra adaletin çerçevesinden çıkarak intikam arzusunun daha da katı olan çerçevesi içine kendisini hapsetmesini John Sturges’ın aksamayan ama yeterince heyecan da yaratamayan bir biçimde anlatması ve hikâyenin dramatik açıdan eksikliğinin zayıflattığı bir film bu ama bir parça çaba ile içerisine girilirse özellikle Earp karakteri üzerinden hayli çekici yanları olduğu da görülecektir. Baştaki O.K. Corral çatışması oldukça iyi sahnelenmiş olsa da bu çatışmanın öncesini bilmeyen (gerçek hikâyeyi bilmeyen veya “Gunfight at the O.K. Corral” filmini seyretmemiş) bir seyirci için sahne hikâye akışı açısından biraz havada kalıyor. Ballard’ın kamerasından karşımıza gelen ve westernlerden alışık olduğumuz doğa görüntülerinin de dozunda ve etkileyici kullanımı ile dikkat çektiğini ekleyelim. Sturges’ın filmi klasik westernlerin aksiyonuna veya tam da o sıralarda başlamış olan spagetti westernlerin barok görkemine uzak durmayı tercih eden ve zaman zaman hareketten çok düşüncenin ağır bastığı bir çalışma ve görmekte yarar var.

(“Silahların Saati”)

Le Temps qui Reste – François Ozon (2005)

Sinema tarihinin en başarılı, en dokunaklı ve çekinmeden söylemeli, en güzel ölüm sahnelerinden biri. Ozon hiç diyalog kullanmadan karakterinin son anlarını elindeki dondurmaya attığı son bir bakıştan gençlerin birlikte denizi seyretmesindeki kendi durumu ile tamamen zıt yaşam sevincine, cevaplamadığı telefondan son bir sigaraya olağanüstü içe dokunan bir şekilde anlatıyor. Luchino Visconti’nin Thomas Mann’dan uyarladığı “Morte a Venezia – Venedik’te Ölüm” adlı filminin finaline sevgi ve saygı dolu bir selam da gönderiyor Ozon bu son sahne ile ve beyaz vücudu ve yalnızlığı ile ölümü feci halde çağrıştıran kahramanına Valentin Silvestrov’un Postludium III adlı eserinin eşliğinde veda ediyor. Yönetmenin yarattığı karaktere aşık olduğu filmlerden biri bu kesinlikle ve bu son sahne de sinemanın yaratıcılığı unutmadığında neler yapabildiğini gösteren ve yumuşak bir hüznün nasıl dokunaklı olabileceğini kanıtlayan anları getiriyor önümüze.

(“Time to Leave” – “Veda Vakti”)

The Ward – John Carpenter (2010)

“Burada bir şey vardı! Normal olmayan bir şey, insan olmayan bir şey”

Psikiyatri kliniğine kapatılan bir genç kızın oradan kaçma çabalarının hikâyesi.

Aralarında Stephen King uyarlamalarının da olduğu ve kimileri kült özelliği kazanmış korku ve bilim kurgu filmleri ile tanınan John Carpenter’dan vasat bir korku filmi. Hastane ve özellikle psikiyatri hastaneleri gibi korku filmlerine sık sık ev sahipliği yapmış bir ortamda geçen film ne karakterleri ne de hikâyesi ile seyirciyi yeterince kendine çekebildiği için yaratmaya çalıştığı korku atmosferi de sık sık aksıyor ama başka filmlerde de kullanılmış olsa da sürprizli finali ile birden bire ortaya çıkıp korkutan görüntülerden hoşlananların (daha doğrusu korkanların) ilgisini çekecektir yine de.

Michael ve Shawn Rasmussen’in birlikte yazdıkları senaryo korku türüne herhangi bir yenilik getirmeyen ve daha çok bu türün kimi standartlarını kolaj halinde bir araya getiren bir çalışma olarak görünüyor; gizemli bir hayaletin ortalıkta dolaştığı bir hastane ortamı, iradesi dışında muamelelere maruz kalan bir karakter, tek tek yok edilen genç kızlar ve sürpriz bir final gibi klişeler eğer bir yenilik içermiyorlarsa veya en azından bunların birliktelikleri yeni bir soluk taşımıyorsa karşımıza çıkan da bu örnekte olduğu gibi daha önce görmüşlük hissi yaratan bir filmden öteye geçemiyor. Oysa film hayli şık ve gerçekten sıkı bir korku atmosferi vaat eden bir açılış jeneriği ile başlıyor ve alıştığımızın aksine bu kez Carpenter’ın kendisine ait olmayan ve Mark Kilian imzalı müziği ile desteklenen bu açılış epey heves uyandırıyor ama gerisi gelmiyor maalesef. Carpenter’ın kimi ince dokunuşları ve genç kızların 60’lardan The New Beats grubunun “Run, Baby, Run” şarkısı eşliğinde dans ettiği sahnede olduğu gibi başarılı mizansenleri de var ama senaryonun bir farklılık içermemesinin yanısıra baş karakterin yeterince ilginç çizilememiş olması da filme ısınmayı zorlaştırıyor. Evet, sondaki sürprizli final bu konuda bir şeyleri açıklıyor ama hastaneden kaçma sahnelerinde olduğu gibi nerede ise James Bond becerileri taşıyan bir karakter pek de inandırıcı olamıyor; özellikle de sondaki açıklama ile bu becerilerin nasıl oluştuğu izah edilebilmenin epey uzağına düşüyor.

Amerikalıların “arc word” dedikleri türden bir ifade olan “Tom Stewart killed me” cümleri ile tanınan Bert I. Gordon’ın 1960 yapımı korku klasiği “Tormented” filmine referansları olan filmde yaratıcılarının hikâyeyi neden özellikle 1960’lı yılları seçerek anlattığının açıklaması muhtemelen o dönemdeki tedavi yöntemlerinin bugünün seyircisi için korku atmosferi yaratmaya daha uygun olması olsa gerek. Filmin oyunculuk açısından da sıkıntıları var. Genç kuşak oyuncularından Amber Heard, Danielle Panabaker veya Mamie Gummer gibi isimler vasatı ancak aşan oyunları ile filme pek de katkı sunamamışlar gibi görünüyor ve sanki daha çok sadece “slasher” türü filmlerin alamet-i farikası olan genç kızların birer birer ortadan kaldırılmasına görsel katkı sağlamaları hedeflenmiş gibi duruyorlar. Yine de Carpenter’ın filmi “Saw” serisi türü saçmalıkların ele geçirmiş göründüğü korku türüne yeni bir soluk getirmese bile en azından klasik dili ile ilgi çekebilir.

(“Koğuş”)

Home – Marc Broussard (2004)

Rock’dan Blues’a, Country’den Soul’a… Amerikalı Marc Broussard güçlü sesi ile evine duyduğu özlemi anlatıyor. Melodisi kadar güçlü ritmi ile de kolayca kulağa yerleşiveren bir şarkı. Zaman zaman Country ağır bassa da ve sondaki aile kutsaması dikkat çekse de yine de takıldı işte… Yardım etkinliklerinin aktif bir katılımcısı olan sanatçının, Ortadoğu’daki Amerikan askerlerine moral vermek için düzenlenen turnelere katılmak gibi “günahları da” var ama bunu da onun Güneyli köklerine vermek gerek.