Medicine for Melancholy – Barry Jenkins (2008)

“Her siyah adamın bir Cosby taklidi vardır”

Bir gecelik ilişkilerinin sabahında tanışan bir erkek ve bir kadının yirmi dört saatlik ilişkilerinin hikâyesi.

ABD’li bağımsız sinemacı Barry Jenkins’in ilk uzun metrajlı çalışması. Hemen tüm sahnelerinde sadece iki oyuncusunun görüntüye geldiği film tipik bir bağımsız Amerikan filmi. Tom Waits ve Dickon Hinchliffe gibi ünlü isimlerin yanında bağımsız müzisyenlerden oluşan sıkı bir müzik bandı, düşük bir bütçe, oyuncularının doğal ve samimi performansları ve romantizme eşlik eden politik alt metni ile film görülmeyi hak eden bir çalışma.

Jenkins kendi yazdığı senaryosu ile sadece bir erkek ve bir kadının seks ile başlayan ve aşk ile sona eren ilişkisini anlatmakla yetinmeyip filmine iki de alt metin yerleştirmiş. Filmin ikinci yarısında, erkek kadına “kendini nasıl tanımlarsın” diye soruyor ve kendi cevabını “ben siyahım” diye veriyor. Bu soru filmin “kimlik” ile ilgili alt metninin ipucu. Erkek hikâyede düzen dışı olanı, isyan edeni ve sorgulayanı temsil ediyor ve kadının aksine bu kimliği toplumun kendisine empoze ettiğini söylüyor. Erkek gibi siyah olan kadın ise düzenle çok daha uyum içinde, beyaz bir küratör ile yaşıyor ve herhangi bir kimlik problemi de hissetmiyor. Akvaryumculuk yapan erkeğin basit ve küçük evine karşılık kadının zengin ve büyük evi iki karakterin arasındaki bu “kimlik farkından” doğan bir sınıf farkını da vurguluyor kuşkusuz. Filmin kimliğin yanısıra ve onunla bağlantılı ikinci alt metni ise bugünlerde tüm Türkiye’de ve özellikle İstanbul’da başını alıp giden “gentrification – mutenalaştırma” olgusunun karakterlerimizin yaşadığı San Fransisco’daki yansımalarını içeriyor. Bir sahnede iki baş karakter bir camın ardından bu olguyu tartışan ve insanların ev edinme haklarını savunan bir örgütün üyelerinin (ki kendilerini canlandıran gerçek karakterler bu kişiler) tartışmalarını seyrediyorlar ve burada iki karakterin yaşadıkları hayatların farklılığı itibari ile ayrıştığı noktanın da altı çiziliyor. Bu sahnenin bir parça akış içinde garip durduğunu ve Jenkins’in kimi anlarda bu politik metinleri hikâye ile yeterince kaynaştıramadığını da belirtmiş olalım bu arada.

Kadının üst sınıflara, beyazlara veya “beyazlaşmışlara” hitap eden MOMA’ya (Modern Sanatlar Müzesi), erkeğin ise Amerika’daki siyah halkın geçmişine odaklanan MOAD’a (Museum of the African Diaspora) gitmeyi tercih etmesi veya erkek konuşmalarını sürekli siyah olduğu üzerinden üretirken kadının bu konuyu gündemine bile almaması iki karakterin bir günlük maceralarının nereye gideceğinin ip ucunu veriyor aslında ve bu tercih film için bir zayıflık da değil kesinlikle. Film tam yirmi dört saat sonra biterken, başlangıçta bir evi birlikte terk eden iki karakterden biri diğerinin evinden tek başına ayrılıyor ve hikâyemizi beklendiği veya olması gerektiği gibi sona erdiriyor. Evet, belki de olması gerektiği gibi çünkü kadın yoksulların yaşadıkları yerlerden çıkarılıp iyice dışarılara atıldığı ve onlardan boşalan ve mutenalaştırılan semtlere zenginlerin yerleştiği bir düzende güçlü tarafta olmayı seçmişken erkek bunun acısını çeken ve sorgulayan tarafta duruyor. Jenkins sürekli kullandığı el kamerası ve hemen tamamen siyah-beyaz olarak çektiği filmde, filme adını veren melankoliyi de işte hem tam burada, bu sürmesi olanaksız olan birliktelikte hem de yoksulun hep daha da öteye itilecek olmasında buluyor ve sergiliyor bize.

Gereksiz uzatılmış gibi görünen atlı karınca ve gece kulübü sahneleri ve politik metnin iki karakter arasındaki aşk hikâyesi ile her zaman iyi kaynaşamaması gibi kusurları bir kenara bıraklıp seyredilmesi gerekli bir film karşımızdaki. Tüm film boyunca yüzleri hemen hiç görüntüden çıkmayan ve yönetmenin sık sık sadece yüzleri sergileyen yakın plan çekimleri ile işleri de hayli zor olan iki oyuncu (erkeği oynayan Wyatt Cenac ve kadını oynayan Tracey Heggins) üstlerine düşeni fazlası ile yapmışlar ama Cenac’ın senaryonun da katkısı nedeni ile bir adım öne çıktığını belirtelim. James Laxton’ın başarılı görüntülerinin desteklediği Jenkins’in yumuşak anlatımı ile de öne çıkan film göstermekle yetinmeyip aynı zamanda düşündürten sinema eserlerinden. Sadece iki karakterin ilişkisine değil, tüm bir şehire, ayrımcılığa ve ırk sorununa da dokunan melankolisi de belki kalplerden çok akıla hitap ediyor.

Fa Yeung Nin Wa – Kar Wai Wong (2000)

Duvardaki bir oyuğa fısıldanıp üzeri çamurla kapatılan sır… Küçük budist rahibin gözlerinden kendi yarattığı insanın acısına bakan “Tanrı”… Yüzlerce, binlerce yılın sırlarını saklayan tapınakta kayarak hareket eden kamera… Kutsal bir acıyı dile getiren bir müzik… Ani sessizlik…

Mükemmel bir filme, mükemmel bir kapanış.

Görüp dokunamadığımız, sanki tozlu bir camın ardından bakıyormuşuz gibi artık bize belli belirsiz görünen geçmişin özlemi ile…

Questo è per te, Nicolò!

(“In the Mood for Love” – “Aşk zamanı”)

Traitor – Jeffrey Nachmanoff (2008)

“Parası olan herkese patlayıcı satıyorum; aynen sizin Amerikan hükümetinizin yaptığı gibi?”

FBI’ın Amerika’da eylemlere girişen radikal islamcı bir örgütle ilişkisi olan müslüman bir Amerikan vatandaşının peşine düşmesinin hikâyesi.

Amerikalıların 11 Eylül’den sonra iyice depreşen İslamcı terör paranoyasının Hollywood’a yansımalarından bir örnek. Güçlü oyuncu kadrosu ve işbilir Amerikan sinemasının alamet-i farikası tıkır tıkır işleyen anlatımı ile dikkat çeken film politik içeriği açısından da tipik Amerikan olmaktan kendisini alamayan bir çalışma; göz kırpılan bir politik doğruculuk eşliğinde Amerikan değerlerine ve bu değerleri koruyan kurumlara aralıksız dizilen övgü.

Jeffrey Nachmanoff’un yönettiği filmin senaryosunu yönetmen, Steve Martin ile birlikte yazdığı orijinal bir hikâyeye dayanarak yazmış. Ortaya çıkan ise benzer konulara dayanan hikâyelerden çok da farklı değil açıkçası. Ne kahramanımızın “gerçek” kişiliği amaçlananın aksine şaşırtıyor seyredeni (çünkü fazlası ile belli ediyor kendini bu açıdan film) ne de olan bitenin iki tarafına eşit yaklaşmayı becerebiliyor bu eser. Hikâye akışının aksine nerede ise tamamen Amerikalıların gözünden anlatılıyor bu filmde ve “teröristlerin” gözünden ne olup bittiğini ve neden böyle olduğunu anlatmak gibi bir telaşı da yok filmin. Arada sarfedilen birkaç cümle ise sadece politik doğrucu görünmek için sarfedilmiş gibi duruyor. Klişelerden geçilmiyor (takiye yapan terörist liderin gençleri ölüme yollamaktan hiç rahatsız olmaması, bütün teröristlerin karakter olmaktan çok bir tiplemenin örneği olması vs.) filmde hikâye boyunca.

Guy Pearce ve Don Cheadle gibi iki güçlü oyuncuyu kadrosunda barındıran film ne yazık ki hikâyesi ile onların bu güçlerini sergilemelerine yeterince izin vermiyor. Finaldeki yüzleşme ve “büyük” havalara sahip karşılıklı konuşmalar ise kesinlikle bir gerilim katamıyor filme. Oysa filmin yaratıcıları bir kedi-fare veya av-avcı hikâyesinin iki güçlü tarafını daha akıllıca yüzleştirmeyi başarabilseydi, ortaya etkileyici bir sonuç çıkardı ama karşımızdaki kesinlikle bu sonuçlardan değil. Herkesten gizli olan operasyonun düzenleyicilerinin “iyiliği de” filmin sırıtan ve Amerikan kurumlarına açıkça dizdiği övgünün bir örneği. Gerek 11 Eylül’de, gerekse son Boston saldırısında faillerle FBI’ın kuşkulu ilişkileri düşünülünce, bu övgünün propaganda dışında bir amacının olmadığı da iyice netleşiyor. Özetle, evet sorunlar var ama bu kurumlar “bizim” değerlerimizin en büyük savunucusudur diyor hikâye. FBI elemanlarının Fransız polisini azarlamasının da filmin iyice sırıtan Amerikan yanının bir örneği olduğunu ekleyelim buna. Senaryo teröristlerin en büyük hedefi olarak Amerikan halkına terörün “gerçek” olduğunu ve bundan kaçamayacaklarını kanıtlamak olduğunu söylüyor ama filmin yaratıcıları da tam da bunu yapıyor zaten; terör ve teröristlerin gerçek olduğunu ve CIA, FBI gibi kurumların ne denli önemli ve gerekli olduğunu vurgulayıp duruyor hikâye boyunca senaryo.

Dolu bir hikâye gibi başlayıp özellikle ikinci yarısında aksiyon sevenlere kucak açan bir biçim ve içeriğe kavuşan filmin teknik yanına, başarılı müziğine veya hayli akıcı anlatımına diyecek bir söz yok elbette. Yine de keşke hikâye kahramana kendisini sorgulattığı kadar sıradan bir Amerikalı için farklı bir dünya demek olan Yemen’de FBI’ın ne aradığını veya bu “teröristlerin” yaptıklarını neden yaptıklarını sorgulasa ya da kahramanımızın gerçek yüzü bize finalde sunulan olmayıp, kendisi gerçekten başta gösterildiği gibi teröristlerin tarafında olsa diye düşündürtüyor. İşte o zaman gerçek bir film ile karşı karşıya olurduk ve senaryonun istediği gibi “hain” kelimesinin basit anlamları ile oyalanmayıp, insanlığa, adalete ve eşitliğe gerçekten “hainlik” edenlerin kimler olduğu üzerine düşünme şansımız olurdu.

(“Hain”)

Witness to Murder – Roy Rowland (1954)

“Bir şey hissediyorsan, bu hislerin mutlaka tatmin edilmeli, değil mi? Bu hislerin gerçek olup olmadığının da bir önemi yok, değil mi?”

Penceresinden karşı apartmanın dairesinde bir cinayet işlendiğini gören bir kadının polisi buna inandırmaya çabalamasının hikâyesi.

Sinemaya 30’lu yıllarda çektiği kısa komediler ile başlayan ve asıl eserlerini 40’lı ve 50’li yıllarda veren ama sinema tarihinde pek de iz bırakmayan yönetmenlerden Roy Rowland’ın 1954 tarihli bu çalışması kara film türünde bir polisiye. Alçak gönüllü yapısı, hızlı ama biraz fazla hızlı akan hikâyesi ve Stanwyck ve Sanders ikilisinin oyunları ile dikkat çeken film bir klasik olmaktan uzak olsa da kendisini rahatça seyrettiren bir eser. İkinci Dünya Savaşı’nın izlerinin henüz taze olduğu yıllarda çekildiğini, içerdiği Nazi teması ile gösteren film siyah beyaz görüntülerinin başarısı ile de dikkat çekiyor.

Bu film ile aynı tarihte çekilen Alfred Hitchcock klasiği “Rear Window – Arka Pencere” filminde olduğu gibi burada da penceresinden karşı dairedeki cinayeti gören bir kişinin hikâyesi var ama Chester Erskine’in orijinal senaryosu Hitchcock filminin derinliklerinden pek de nasibini almış görünmüyor açıkçası. Diğerinde kahramanının fiziksel bir engeli (hikâye boyunca bacağındaki alçı ile neredeyse hiç kıpırdamayan James Stewart) hikâyeye bir çekicilik katarken, buradaki kadın kahramanımız aksine fiziksel olarak epey hareketli ve her anlamda bağımsız bir profil çiziyor. Kendi başına yaşayan, başarılı bir işi olan kadının karakteri o dönem Amerikan sinemasının ortalamasına göre, evet hayli bağımsız aslında. Ne var ki kahramanımız inancında yalnız kalıp, polisin hayal gördüğünü düşünmesi ve katilin kendisini tacizi sonucunda psikiyatri kliniğine yatmaya zorlanıyor ve ancak erkek dedektifin desteği ile kendisini kurtarabiliyor. Finalde onu “uçurumun” kenarından son anda kurtaran da dedektifin kendisi oluyor. Yine de şu hakkını teslim etmek gerek ki kadın Hollywood’un alışılagelen ve erkeğine dayanarak ayakta duran veya bir erkekle ilişkisi ile var olabilen kadın karakterlerinden değil kesinlikle.

“Rear Window” hikâyesinde Hitcock’a özgü bir röntgencilik de vardı hatırlanacağı gibi ama burada böyle bir yan tema da yok. Hikâye düz ve oldukça hızlı bir şekilde akıyor. Kadının dedektif ile yakınlaşması, kadın ile katili arasındaki yüzleşme vs. çok hızlı bir şekilde gelişiyor ve senaryodaki kimi zorlamalar da (katilin kadının evden çıkacağını tahmin etmesi, cinayetin işlendiği dairenin yanındaki dairenin boş ve kapısının da açık olması gibi) inandırıcılığı zorluyor açıkçası. Buna rağmen filmi çekici kılan yanları başka alanlarda. Öncelikle hikâyenin yalınlığı dikkat çekici olan; finale de yansıyan bu sadelik seyircinin zorlanmadan filme ilgisini toplamasını sağlıyor. Stanwyck’in oyununun en parlak anlarını verdiği ve katille onun evinde yüzleştiği sahne ve tüm final de iyi çekilmiş ve gerilimin diri kalmasını sağlamış. Cinayeti gördüğü ana kadar yalnızlığının sadece fiziksel boyutu ile tanışmış olan kadının, gördüklerine kimseyi inandıramaması sonucunda inancında da yalnız kalması ile yaşadıklarının etkileyici olması da filme çekicilik katmış gibi görünüyor. 1952’de “An American in Paris – Paris’te Bir Amerikalı” filmindeki çalışması nedeni ile Alfred Gilks ile birlikte Oscar kazanan John Alton’ın o renkli filmdeki başarısını bu siyah beyaz filmde de gösterdiğini belirtelim. Kara film türüne yakışır ve kesinlikle dozunda tutulmuş ışık ve gölge kullanımı ve özellikle finaldeki kamera açıları ile görüntüler, filme yakışan havanın yaratılmasına yardımcı olmuş. Bu arada George Sanders’ın katil karakterine kattığı etkileyici havanın filmin belki de asıl gitmesi gerektiği yeri (Amerikalıların “campy” dedikleri türden bir eğlenceyi”) işaret ettiğini de belirtelim.

Eski bir Nazi olan ve “kaderimiz bu dünyaya hükmetmek” diye konuşan katilin ağzından duyduğumuz veya zayıfların yok olmasını ve toplumun yüksek idealleri için şiddetin kullanımını savunan kitabından okunan cümleler filme bir felsefi boyut kazandırmanın sonucu ve bu arada ileride savcı olmak için akşam okuluna giden dedektifimizin konuşurken Nietzsche referanslarına başvurması da bu felsefe çabasının devamı gibi. Ne var ki zayıf olan hikâyeye pek de bir entelektüellik katmıyor bu çaba. En doğrusu bu çabaya ve hikâyenin sıradan görünen yapısına boş verip, filmin görüntülerinin ve yalınlığının tadını çıkarmak sanki. Bir de şu notu düşmek gerekiyor: Kapanış jeneriğinde, psikiyatri kliniğindeki hastalardan birini oynayan Juanita Moore’un karakteri “Negress” olarak adlandırılmış. Tıpkı “Negro” gibi bugün kullanılması mümkün olmayan bu nitelendirme, Hollywood’un o dönemde Afrika asıllı Amerikalıları nasıl sınıflandırdığının da tipik ve kötü bir örneği.

(“Cinayet Tanığı”)