Summer of Sam – Spike Lee (1999)

“Öldüreceğim, öldüreceğim… Ne söylersen yapacağım. Emredersiniz, efendim! Öldüreceğim! ÖLDÜRECEĞİM!”

New York’ta 1976 yaz aylarında başlayıp bir yıl süren seri cinayetlerin ve bölge sakinlerinin hikâyesi.

ABD’de 1976 ve 1977’de gerçekten yaşanan seri cinayetlerden esinlenen hikâye yönetmen Spike Lee’nin 1999’da çektiği bu filme kaynaklık etmiş. Oldukça hareketli, bol konuşmalı, renkli ve kesinlikle gereğinden uzun film malum f’li kelimenin sinemada en çok kullanıldığı üçüncü film olarak da hatırlanıyor bugün (bu üç filmden birinin bu kelime üzerine çekilmiş bir belgesel olduğunu söylersek durum daha iyi anlaşılır sanırım). Şiddet, müzik ve seksin bölgede yaşayanların hayatlarının ana öğeleri olduğu hikâyeyi Lee, dönemin gözde şarkılarını (başta disko olmak üzere ABBA’dan Marvine Gaye ve Elton John’a ve elbette dönemin punk şarkılarına) bolca kullanarak ve oldukça hareketli bir sinema dili ile anlatıyor. Sonuç ilgiyi hak eden ama kimi kusurları da barındıran bir çalışma.

Dönem erkeklerin İspanyol paça giyip birer John Travolta (“Saturday Night Fever” filmindeki hali ile düşünelim) kılığında kadınların peşinde gezindiği, disko müziğin hüküm sürdüğü ama İngiltere kaynaklı punk akımının da etkisini hissettirdiği günler. Film 1977’nin aşırı sıcak yaz günlerinde bölgede peş peşe gelen seri cinayetleri ve bu cinayetlerin bölge halkı üzerindeki etkisini anlatırken, diğer yandan seçtiği çok sayıdaki karakter üzerinden nerede ise ayrı bir filmi de karşımıza getiriyor. Evet, bu karakterler ve hikâyenin seri cinayetler tarafı genelde aksamayan bir şekilde ilişkilendirilmiş ama pek çok hikâyeyi aynı anda anlatmaya soyunması filmin süresinin de hayli uzun (142 dk.) olmasına yol açmış görünüyor. Senaryonun sadece cinayetlere ve bu cinayetlerin bölgede yaşayanlar üzerindeki etkilere odaklanması veya sadece zaten hayli renkli ve ilginç hikâyeleri olan karakterlere yönelip onları anlatması çok daha doğru bir seçim olurmuş gibi görünüyor. Katolik kökenlerinden gelen günah duygusunu içinden atamayan ama karısını aldatmaktan kendisini alamayan, uyuşturucu ile satıcı ve/veya bağımlı olarak çok yakın ilişkileri olan, seks odaklı bir hayat süren karakterler Spike Lee gibi bir yönetmen ve her biri rolünün hakkını veren oyuncuları tarafından zaten ilgi çekici bir filme dönüştürülebilirmiş ki filmin cinayetlerle ilgili olmayan kısımları bunun başarıldığını da gösteriyor. Ne var ki Lee ve onunla birlikte senaryoyu yazan Victor Colicchio ve Michael Imperioli hem cinayetleri hem bu renkli karakterleri anlatmayı tercih etmiş ve sonuç biraz yorucu bir film olmuş doğal olarak.

Otoritenin hiç ortada olmadığı veya olduğu zamanlar da beceriksiz polisler örneğindeki gibi pasif kaldığı hikâye elektriklerin kesildiği bir gece şehirde yaşanan yağma olaylarından cinayetlerin kendisine ve gündüz veya gece sahnelerinin tümünde kendisini hissettiren sıcağa pek de yaşanacak bir şehir manzarası çizmiyor filmimiz. Zaten filmin başında ve sonunda görünen anlatıcı da New York’un şiddet sarmalı içinde kaldığı günlere ait bir hikâye izleyeceğimizi önceden duyuruyor biz seyircilere. Spike Lee’nin canlandırdığı atik ama bir parça şaşkın görünen televizyon muhabiri karakteri bölgenin özellikle siyahların yaşadığı semtlerinden manzaraları ve insanları karşımıza getirirken filmin mizaha yakın duran bölümlerinin de yaratıcısı oluyor. Spike Lee bu kalabalık kadrolu ve kimi bölümleri doğaçlama olarak çekilmiş ve böylece oyuncuların oldukça serbest bir oyunculuk sergilediği filminde başarılı pek çok sahneye de imza atmış. Örneğin mahallenin gençlerinin sohbet ettiği ve filmin tümünde olduğu gibi diyaloglarının doğallığı ile dikkat çeken bir sahnede gençlerden birinin aldığı uyuşturucudan dolayı sürekli başının düşmesi veya aynı gençlerin seri cinayetleri işleyen katili kendileri bulmaya karar vererek suçsuz birini cezalandırdıkları sahne hayli ustalıkla çekilmiş.

Bir tür yozlaşmanın ve anarşinin hâkim sürdüğü bir şehirde yaşanan ve film bunu yeterince hissettirememiş olsa da sanki şehrin ruh halinin bir dışavurumu olan cinayetleri işleyen adamı rahatsız etmeyen bir gariplikle süsleyerek anlatan film, punkçı genç karakteri üzerinden de bir yandan çok büyük ama öte yandan bölündüğü mahalleleri ile küçük görünen New York’un yerel “çetelerinin” kendileri gibi olmayanları nasıl dışladığını da etkileyici bir dille gösteriyor. Tüm kadronun başarılı olduğu filmde özellikle Vinny rolündeki John Leguizamo ve Richie rolündeki Adrien Brody öne çıkmayı başaran isimler olmuşlar. AIDS öncesi bir dönemde geçtiğini sık sık farkedeceğimiz film cinsellik konusunda dozu biraz kaçırmış ama yine de rahatsız edici olmamayı başaran bir çalışma. Uzun süresinin de katkısı ile hemen tüm karakterlerini elle tutulur hale getirmeyi başaracak şekilde işleyen film görülmesi gerekli bir film özet olarak. Ellen Kuras’ın yaratıcı görüntü çalışmasının bu kaos içindeki dünyanın içine girmemizi kolaylaştırdığını da söyleyelim son olarak.

(“Sam’in Yazı”)

Le Havre – Aki Kaurismäki (2011)

“Sesin bir başkasınınki ile birleşince, ona bağlanır kalırsın”

Londra’ya doğru olan yolculuğunda Le Havre şehrine yolu düşen kaçak bir Afrikalı çocuğun ve kendisine yardım eden bir yaşlı bir Fransız adamın hikâyesi.

Finlandiya sinemasının usta isimleri olan Kaurismäki kardeşlerden küçük olanı Aki’den masal havasında anlatılmış ütopik bir hikâye. Günümüzün en büyük sorunlarından biri olan yasadışı göçmenlerin dramına tıpkı bir masaldaki gibi iyi ve kötü karakterler aracılığı ile yaklaşan ve yönetmenin kendisine ait olan senaryo, insanın içine umut salan o filmlerden birine kaynaklık ediyor. Oyunculuklar ve yönetiminin de bu masal havasını desteklediği film, basit ama güçlü bir sinemasal becerinin sergilenmesi ile de ilgiyi hak eden bir çalışma.

Özellikle eski dönemlerde kavuşmanın ve ayrılmanın sembolleri olan limanlardan birine ev sahipliği yapan şehirde, Le Havre’da geçen hikâye umudun, sevginin ve kardeşliğin sıcak bir anlatımı öncelikle. Kaurismäki hikâyesini bilinçli bir seçimle bir masal gibi anlatmayı tercih etmiş ve tıpkı bir masalda olacağı gibi mutlu son ile bitirmiş filmini. Hikâye boyunca tüm oyuncuların mimiklere çok az başvuran yalın oyunculukları onları özel bir birey olmaktan çıkarıp temsilcisi oldukları karakterlerin somutlaşmış hali yapıyor; nasıl bir masalda kötü cadı denince aklımıza hep aynı karakter gelirse burada da tüm karakterler sembolü oldukları iyi ve kötünün temsilcisi olarak çizilmişler sadece. Bir başka hikâyede rahatsız edebilecek bu tercih burada tam tersine hikâyeye çok yakışıyor ve nihâyetinde seyrettiğimiz/tanık olduğumuz tüm hikâyelerin iyiler ile kötüler arasında yaşananlardan ibaret olduğunu söylüyor bize. Evet, film umudun filmi çünkü gerçek hayatta gerçekleşmeyecek bir son var karşımızda ve anlattığı sevgi ve kardeşliğin umudu canlı tutabileceğini söylüyor bize. Yaşlı adam ile hasta olan karısı veya eski bir rock sanatçısı olan Little Bob ile karısı arasındaki aşk hikâyenin sevgi dolu atmosferini, mahalle esnafının kaçak Afrikalı’ya yardım eden yaşlı adama verdiği destek ise kardeşlik havasını çok derinden hissetmemizi sağlıyor. Burada yaptığı seçimle göz yaşartan ve Jean-Pierre Darroussin tarafından keyifli bir biçimde canlandırılan komiser rolünün önemini de vurgulamak gerek. İnsanları sevmediğini iddia eden bu polisin hikâyedeki kardeşlik havasının bir parçası olması gerçekten çok akıllıca bir seçim ve Kaurismäki’nin senaryosunun neden başarılı olduğunun da somut bir göstergesi. Baş roldeki André Wilms’in oyunculuğu filmin diğer tüm oyuncuları için de geçerli olan bir biçime sahip. Herhangi bir abartı içermeyen, sık sık bakışlara başvuran bu oyunculuk filmin zaman zaman büründüğü tuhaf çekiciliğin oluşmasında ciddi bir pay sahibi açıkçası. Filmin en kötü karakterini canlandıran, usta oyuncu ve başta Truffaut filmleri (“Les Quatre Cents Coups – Dört Yüz Darbe”, “Baisers Volés – Çalıntı Öpücükler”) olmak üzere pek çok filmi ile bugün hâlâ sevgi ile hatırlanan Jean-Pierre Léaud’nun varlığı da filmin atlanmaması gereken yanlarından biri.

Yoksul ve iyi yürekli insanların bu umut dolu filmi Kaurismäki adına ciddi bir başarı gerçekten. Yönetmen hem oyunculuklara verdiği biçim, hem yalın ve başarılı senaryosu hem de mizansen anlayışı ile gerçekten ustalığını konuşturmuş. Genelde kısa tutulan sahneler ve zaman zaman kimi planların bir tiyatro oyununu hatırlatacak biçimde düzenlenmesi (“oyuncu soldan sahneye girer” havası örneğin) yönetmenin becerisinin kimi örnekleri olarak gösterilebilir. Kaurismäki’nin bir diğer başarısı da filmine o eski “mahalle filmlerinin” havasını taşıyabilmiş olması. Belki bizde Ertem Eğilmez önderliğindeki Arzu Film ekolünün örnek gösterilebileceği bu havayı müzik seçiminden küçük mizahına ve elbette öncelikle seçtiği tiplemeler aracılığı ile yaratmayı ve bu “eskimiş” görüntüyü çekici kılmayı başarmış. “Le Havre’da Mucize” olarak da adlandırılabilecek film, bir sahnede okunan ve Kafka’nın Amerika’ya göç eden akrabalarının yaşadıklarını anlattığı “Amerika” romanı üzerinden Adorno’nun bu roman için söylediğini (“En tatlı düşün gerçekten farkı, gösterdiğinin sadece bir illüzyon olması”) doğrular biçimde bir illüzyon sunuyor bize ama kesinlikle ihtiyacımız olan bir illüzyon bu. Baş karakterimiz olan yaşlı adamın adı özellikle mi Marcel olarak seçilmiş bilmiyorum ama özellikle 1930 ve 40’lı yıllarda çektiği şiirsel gerçekçilik filmleri ile tanınan Fransız yönetmen Marcel Carne’ın çalışmalarını hatırlatan ve onlara atmosferi ile sıkı bir selam da göndermişe benzeyen film görülmesi gerekenlerden kesinlikle.

(“Umut Limanı”)

L’Essenziale – Marco Mengoni (2013)

Bu yıl önce San Remo’yu kazanan, ardından Eurovision’da İtalya’yı temsil eden şarkı. Bizdeki Popstar yarışmalarının bir benzerini İtalya’da kazanarak müzik dünyasına giren Marco Mengoni şarkıyı müthiş bir performansla seslendiriyor. Eurovision’da 3 dakika kısıtı nedeni ile daha kısa bir yorumu sergilenen şarkının bu yorumu asıl olan ve Mengoni de kendisine çok yakışan bir “Latin aşık” pozu içinde burada. Hani bilmediğiniz bir dilde söylenen ama dinledikçe o dili öğrenme arzusu yaratan şarkılar vardır; bu işte onlardan biri. Neyse ki hâlâ müzikte melodiye, duygulara ve kaliteye inanan birileri var.

Mengoni’nin X Factor adlı yarışmada yorumladığı Talking Heads şarkısı “Psycho Killer” buradan ve son albümündeki başarılı şarkılarından biri olan “Pronto a Correre” buradan izlenebilir. Özellikle birincisi, şarkı ne olursa olsun Mengoni’nin İtalyan olmaktan vazgeçmediğini gösteriyor.

Blazing Saddles – Mel Brooks (1974)

“Batıdaki tüm Kızılderilileri öldürmek için onca emek ve zaman harcadık. Peki, sonuç ne? Kızılderililerden daha koyu renkli bir şerifimiz oldu”

Demiryolunun geçeceği kasabalarına el koymak isteyen bir politikacıya karşı direnen ve siyah bir şerifin liderliğinde mücadele eden kasabalıların hikâyesi.

Fars veya parodi türlerindeki filmleri ile tanınan ABD’li yönetmen Mel Brooks’un en çok bilinen ve ticari olarak da en başarılı olan çalışmalarından biri. Filmlerinde farklı tür sinemaları ile dalgasını geçen Brooks bu ikinci sinema filminde kovboy filmlerini tiye almış ve şerifi alışılagelenin dışında siyah yaparak hem Hollywood’un hem de genel olarak beyaz Amerikalılar’ın ırkçılık dolu tarihi ile dalgasını geçmiş. Brooks’un daha sonra sıkça tekrarlanan (örneğin tüm o ZAZ filmleri) tarzının en öne çıkan örneklerinden biri olan film bugün belki bu tekrarlanmışlığın etkisi ile açıkçası bir parça eskimiş de görünüyor.

Siyah şerif rolündeki Cleavon Little’ın sürüklediği filmde usta isim Gene Wilder alkolik bir beyaz silahşörü oynuyor ama rolü senaryodan kaynaklanan nedenlerle oldukça silik ve nerede ise seyredenin aklına siyah ve tanınmamış bir oyuncunun gişede iş yapmayacağı kaygısı ile yaratılmış düşüncesini getirecek kadar hikâyeye hiç katkısı olmayan bir karakter sergilenen. Yan rollerdeki oyuncular, iki farklı rolde karşımıza gelen Brooks’un kendisi dahil olmak üzere hayli abartılı oynamışlar. Bu abartının içinde Alman asıllı revü yıldızını canlandıran Madeline Kahn öne çıkmayı ve başta şarkı söylediği sahne olmak üzere filmin en eğlenceli anlarından bazılarının yaratıcısı olmayı başarıyor. Aslında bir Mel Brooks filminde oyunculuk gösterisi beklemenin ne kadar doğru olduğunu da düşünmek gerek. Sonuçta karakterlerin özellikle klişe olarak ve hayli kalın çizgilerle çizildiği ve hikâyenin kendi başına pek de önemli olmadığı filmler söz konusu. Burada da sözlü veya fiziksel esprileri ardı ardına sıralayan bir senaryo var karşımızda ve Brooks “saçmalığın” sonuna kadar gitmekten kaçınmıyor. Bunu yaparken de hayli komik kimi sahnelere de imza atıyor. Şerifin kendi kendisini rehin aldığı sahne ve yönetmenin daha sonra bir başka filminde benzerini tekrarlayacağı Count Basie orkestrasının çölün ortasında konser vermesi gibi anlar örneğin, özellikle dikkat çeken bölümlerden ikisi.

Brooks’un filmi pek çok gönderme de içeriyor elbette. Gene Wilder’ın canlandırdığı silahşörün “Ben Cecil B. De Mille’den bile daha fazla adam öldürmüşümdür” diyerek sinemanın ilk yıllarının büyük prodüksiyonlu ve yüzlerce insanın öldüğü hikâyelerinin yönetmenine gönderilen selamdan, Madeline Kahn’ın Marlene Dietrich taklidine ve kahramanlarımızın finaldeki Warner Bros setlerinde çekilmekte olan filmlerin içine girmelerine bu göndermelerin önemli bir kısmı sinema ile ilgili. Brooks müzikallerin yönetmenlerinin ve oyuncularının eşcinselliğine yönelik rahatsız edici olabilecek sataşmaların yanısıra kasaba halkının siyahları ve uzak doğuluları benimserken İrlandalılar’a karşı çıkması gibi etnik ayrımcılıkları da komedisinin malzemesi yapıyor. Bu ve benzeri yaklaşımlar Brooks’un filmine amaçladığı komediyi getiriyor ama hikâyenin esprilerin art arda dizilmesi dışında bir biçim ve içeriğe sahip olması hedeflenmediğinden film bugün 70’lerdeki kadar başarılı görünmüyor açıkçası. Ayrıca günümüz Amerikan sinemasında başını alıp gitmiş örneklerin yanında hayli masum görünse de filmin kaba mizahtan fazlası ile yararlandığını ve bu bağlamda rahatsız edici olduğunu da söyleyelim.

(“Gümüş Eyerler”)