The Missing Person – Noah Buschel (2009)

“Bir gün uyanır ve artık bir yetişkin olduğunu görürsün. Ve düşlediğin tüm insanların gittiğini veya değiştiğini anlarsın. Uykunun izlerini gözlerinden silerken şöyle dersin: Sen ve ben, birlikte oturup eğlenmemizin üzerinden bu kadar çok mu zaman geçti? Hayır, o kadar da çok değil. Fakat hayat göz açıp kapayıncaya kadar geçiyor işte”

Bir adamı takip etmesi için tutulan bir özel dedektifin adamın 11 Eylül saldırılarından sonra öldüğü kabul edilenlerden biri olduğunu keşfetmesi ve bu arada kendi kişisel trajedisi ile de yüzleşmesinin hikâyesi.

Amerikan bağımsız sinemasından Noah Buschel’in tüm çalışmalarında olduğu gibi hem yazıp hem yönettiği bir film. Düşük bir bütçe ile çekilen film gerek müziği ve hikâyesi gerekse “yaralı” dedektifi ile eski usul ve özellikle 40 ve 50’li yılların polisiye kara filmlerine öykünen bir eser. Buschel 11 Eylül’ün Amerikan toplumunda etkisini hâlâ sürdüren etkisini kişisel hikâyeler üzerinden anlatırken öykündüğü türe elle tutulur bir yenilik getir(e)memesinin sıkıntılarını yaşıyor; düşük temposunu hedeflediği bir derinlik ile zenginleştirememesi de filmin sıkıntılarından biri. Yine de başta dedektifimizi oynayan Michael Shannon olmak üzere bir bağımsız film için hayli zengin ve tam bir takım oyunu tutturan oyuncularının başarısı, eski usul polisiyelerden günümüze taşıdığı havası, parlak müzik bandı ve Shannon’ın başarısı ile daha da çekici hale gelen dedektif karakteri ile ilgi çekecek bir çalışma.

Michael Shannon’ın yavaş hareketler, sert ve acılı yüzü ve nerede ise ağzı kapalı konuşturduğu karakteri ile canlandırdığı dedektifimizin macerası gizemini yavaş yavaş artıran ama özellikle sonlara doğru (gizemin çözülmesinden sonra) etkileyiciğini kaybeden bir hikâye anlatıyor. Kendisini istemeden terk etmiş olan karısının hâlâ içini yakan özlemi ile yaşayan dedektifimizin peşine düştüğü adamı birisini terk ettiği için eleştirmesi ve yargılaması ve finalde ortaya dökülen sahtekârlıklar vs. belki de daha çok diyaloglara yüklenilmiş olması nedeni ile yeterince çarpıcı olamamış bu hikâyede. Film özellikle ilk anlarında vaat ettiği derinliği de tutturamıyor ve kahramanımızın gizemi, acısı ve yeniden başlama çabası işte bu derinlik ile beslenemeyince, hem hikâyemiz hem de karakterin kendisi zayıf kalıyor. Burada doğan eksikliği kapatmak da Shannon’a düşüyor ve alkolikliğin kenarında dolaşan karakterini elle tutlur bir canlılık ile hayata geçirerek seyirciyi ayakta tutan en önemli unsur oluyor. Kahramanımızın mutsuzluğunun gölgelediği ve bir diyalog sırasında tanımlandığı şekli ile “dry and sarcastic – espri yapar gibi değil, ciddi bir ifade ile söylenen ve iğneleyici” esprilerinin de filme katkı sağladığını belirtelim.

Yönetmen Buschel orijinal bir müzik yerine ağırlıklı olarak caz türünden seçtiği eserlerle oluşturduğu müzik bandı ile anlatmayı tercih etmiş hikâyesini. Stravinsky ve Ravel gibi klasik bestecilerin eserlerine de yer veren müzik bandı kara film türündeki polisiyelerin geleneğinden giderek “dumanlı bir hava” yaratmak için caz eserlerine yer veriyor çoğunlukla; Dave Brubeck’ten Bud Powell’a ve Thelonius Monk’a pek çok isim besteci veya yorumcu olarak hikâye boyunca misafir oluyorlar kulaklarımıza ve yönetmenin akıllı kullanımı ile hikâyeye de ciddi katkı sağlıyorlar. Hep zorlukla nefes alır gibi dolaşan ve konuşan karakterimizin sürekli sert bir mutsuzluğu taşıyan yüzüne çok iyi eşlikçi olmuş bu müzik seçimleri kesinlikle.

Filmin New York’a ve sinemaya sevgi dolu selamlar göndermesi de dikkat çekiyor. Hikâyesi New York sokaklarında geçen Serpico filminden New York ve Los Angeles kıyaslamalarına (özellikle takside sigara içmek üzerinden) ve “Beat the Devil – Sarışın Şeytan, Hell’s Angels ve Victory Through Air Power” filmlerinden karşımıza gelen sahnelere kadar bu göndermeler sık sık karşısına çıkıyor seyredenin. Elbette hemen tüm kara filmlerde olduğu gibi büyük bir kötülüğü de, burada 11 Eylül’ün kurbanları için devletin yakınlarına verdiği tazminat üzerinden oynanan oyunlar, kendisine yer buluyor hikâyede ama bu da yukarıda belirttiğim gibi genellikle yüzeyde kalıp derine inemiyor bu stilize yanı da dikkat çeken filmde. İyi bir sinopsisin yeterince iyi bir senaryoya dönüşemediği, türünün klasiklerine özenen ama yenileyemediği için onların gerisinde kalan bu film yine de görülmeyi hak ediyor. Gitmek zorunda kalmak ile gönüllü gitmenin geride bırakılan için anlamı/farkı üzerine düşünmenizi de isteyen ve bunu başaran film aslında sadece Shannon’ın performansı ve dedektif karakteri için bile önemli özet olarak.

Pressure Point – Hubert Cornfield (1962)

“Bu adamın inandığı her şey, uğruna mücadele ettiği her şey huzurumu kaçırıyor ve sinirlerimi bozuyordu”

Psikiyatrik sorunları olan ırkçı bir beyaz mahkum ve onunla ilgilenen siyah bir psikiyatristin hikâyesi.

1960’ların Amerikan sinemasından sosyal duyarlılıkları olan bir film. Yönetmen ve yapımcı Stanley Kramer’in bu kez sadece yapımcılığı üstlendiği ve onun imzasını taşıyan hemen tüm filmler gibi sosyal problemlere, burada ırkçılığa, dokunan bu çalışmanın yönetmeni İstanbul doğumlu Hubert Cornfield. Talihsiz bir kariyeri olan yönetmen 20th Century Fox şirketinin yöneticilerinden biri olan babasının iş ziyareti sırasında İstanbul’da dünyaya gelmiş. “Rebel Without a Cause – Asi Gençlik” adlı klasiğe kaynaklık eden romanın yazarı da olan psikolog Robert M. Lindner’in bir hikâyesinden uyarlanan film kimi yanları ile ilgi çekici olmakla birlikte zaman zaman bir psikanaliz dersi havasına bürünen yapısı ile aksayan bir çalışma. Filmi sürükleyenin doktor rolündeki Sidney Poitier değil de hasta mahkum rolündeki Bobby Darin olduğu bu eser olgun bir sinema dili ile daha etkileyici olabilme potansiyelini taşıması ile yine de ilgiyi hak ediyor.

Doktorumuzun sorunlu bir hastası ile baş edemeyen genç meslektaşına (bu rolde genç bir Peter Falk var) kendisinin yaşadığı ve zorlandığı bir vakayı anlatması ile 1960’lardan 1942’ye dönen ve finaline kadar da asıl olarak bu vakayı anlatan bir film karşımızdaki. Çocukluğunda yaşadıkları nedeni ile derin psikolojik problemleri olan ve siyahlar, yahudiler, eşcinseller başta olmak üzere kendi ait olduğu grup dışında herkesten nefret eden ırkçı hastamızı siyah bir doktorun karşısına çıkararak hikâye ilginç (ve belki bir parça kolay) bir çıkış noktası yakalıyor aslında. Alkolik, mutsuz ve sert bir baba ve kocasının kendisine yaşattıkları nedeni ile her şeyden elini ayağını kesen aciz ve zayıf bir anne ile büyüyen çocuğun ırkçılığını film pek de dolaylı olmayacak bir şekilde onun “zayıflardan (annesinden) nefret” eden kişiliğine bağlıyor. Hikâyenin yaşandığı yıllar Hitler’in gücünün zirvesinde olduğu ve Nazilerin Amerika’da da örgütlenmeye başladığı yıllar. Hikâyemiz adamın Yahudiler’e olan nefretini kızı ile çıkmasına izin vermeyen bir Yahudi baba ile de ilişkilendiriyor ama asıl olarak zayıf ırklardan nefreti onu ırkçı yapan. Doktorumuz kendisinden siyah olduğu için nefret eden adamı iyileştirmeye çalışırken hem bir ikilem içinde kalıyor hem de adamın asıl probleminin psikiyatrik sorunları değil ırkçı düşünceleri olduğuna inandığı için bu konuda da bir şeyler yapmaya çalışıyor. Filmin 1960 başlarında çekildiğini ve siyahların pek çok haklarına yeni kavuşmuş olduğunu düşünürsek filmin o sıralarda Amerikan toplumunda beyaz ve siyahlar arasında sürmekte olan gerilimin izlerini perdeye taşıdığı da söylenebilir. Nitekim doktor ve hastası arasındaki tüm ikili sahneler bu gerilimin iki tarafının birer sembolünü izlediğimiz izlenimini yaratacak şekilde oluşturulmuş.

Poitier’in alıştığımız güçlü oyunundan pek iz taşımayan durgun oyununun yanında filmin yıldızı Bobby Darin. Henüz 37 yaşında iken ölen oyuncu nefret objesi olacak bir kişiliğe sahip olan karakterini inandırıcı kılmayı başarıyor ve filmin en başarılı ve çekici anlarının da onun bu parlak performansını sergilediği anlar olmasını sağlıyor. Bu siyah beyaz filmin ilginç konusu ve Darin’in başarılı performansına rağmen yeterince çekici olamamasının temel nedeni yaratıcılarının filmi tam olarak nereye odaklayacaklarını bilemiyor görünmeleri ve filmin üslubunun da farklı tarzlar arasında gidip geliyor olması. Senaryo özellikle de açıklayıcı bir dış sese yer vererek seyrettiğimizin sık sık bir psikiyatri dersi gibi görünmesine neden olmuş. Adeta bir üniversite kampüsünde Freud’dan ders dinliyor gibi hissediyorsunuz kendinizi zaman zaman. Nerede ise Lindner’in kendi ilgilendiği vakalardan birini sinemacılar psikiyatri öğrencileri için filme almış bile denebilir. Hikâyenin ırkçılık ve psikanaliz gibi iki güçlü konuyu birlikte ele almaya çalışması da seyirci için doğru odak noktasını bulmakta sıkıntı yaratıyor film boyunca.

Yönetmen Cornfield’ın kimi üslup denemeleri (günümüz ve geçmişteki karakterleri aynı sahne içinde göstermesi, yavaşlatılmış gösterimler, barda geçen taciz sahnesinin tümü vb.) bir parça amatör durmakla birlikte filme bir çekicilik kazandırmışlar yine de. Film bu üslubu genele yaysa belki bugün kült bir film olarak görülebilirdi. Amerikalı Naziler’in kısa da olsa gerçek gösterilerinden görüntülerine de yer veren film bugün pek hatırlanmayan bir konuyu, Nazizmin sadece Avrupa’yı değil tüm dünyayı etkisi altına almış olan bir ideoloji olduğunu gündeme getirmesi ile ayrıca önemli ve “Almanlar da ciddiye almamıştı” diyerek vurguluyor bunu. Üstelik Poitier’in canlandırdığı doktorun meslektaşlarının onun hastanın ırkçı eğilimlerine gösterdiği hassasiyeti duymamaları üzerinden bir başka konuyu daha seyircinin gündemine sokuyor: Mahkumun ırkçı olması onun şartlı tahliyesine engel olmalı mı? Doktorumuz böyle düşünüyor ve sondaki gereksiz Amerika’ya güven söylevinde sonraki gelişmelerin de kendisini doğruladığının altını çiziyor.

1960’lardan gelen bu film Darin’in oyunu, ilginç konusu ve farklı üslubu ile ilgi gösterilmeyi hak eden bir eser. Ernest Haller’ın başarılı görüntüleri ve çerçevelemeleri (yardımcısının sonraları usta bir isim olan ve 3 kez Oscar kazanan Conrad L. Hall olduğunu da belirtilelim bu arada), yine ünlü bir isim olan Ernest Gold’un müziği ve başta ve sonda kısaca görünse de Peter Falk’ın varlığı ile de önemli bir film karşımızdaki. Üstelik Falk sonradan can verececeği Komiser Columbo karakterinden aşina olduğumuz alamet-i farikası olan hareketi de yapıp sağ elinin baş parmağını alnına götürüp ovuşturuyor; böyle bir nostalji öğesi de var filmin!

(“Baskı Noktası”)

Birdman of Alcatraz – John Frankenheimer (1962)

“Bana çok uzun bir zaman önce söylediğin bir şeyi asla unutmayacağım: “Nasıl davranman gerektiğini düşünüyorsak, ona uyacaksın”. Ve 35 yılda bu düşüncenden bir milim ayrılmadın. Mahkumlarının dışarıya bir kukla gibi ve senin dayattığın değerlerle, senin uyum anlayışın ile, senin istediğin davranış alışkanlıkları ve hatta senin ahlak anlayışın ile çıkmalarını istiyorsun. İşte bu yüzden bir başarısızlık örneğisin Harvey, sen ve tüm hapishane sistemi; çünkü mahkumların hayatlarındaki en önemli şeyi, kişiliklerini çalıyorsun onlardan”

İşlediği cinayet nedeni ile müebbet hapse mahkum olan bir adamın hapishane avlusunda bulduğu bir serçeye gösterdiği ilgi ile bir kuş uzmanına dönüşmesinin hikâyesi.

Amerikan sinemasının 60’lı yıllardan gelen bir klasiği. Hollywood’un ustalarından John Frankenheimer’ın yönettiği film Thomas E. Gaddis’in gerçek bir karakteri anlattığı kitabından Guy Trosper tarafından sinemaya uyarlanmış. Baş oyuncusu Burt Lancaster’ın bu hayli uzun (147 dakika) filmin hemen her anında göründüğü ve karakterinin yıllarca süren hikâyesini ustalıklı bir şekilde canlandırdığı hikâye Hollywood’a özgü bir problemi –gerçekleri sinemaya yumuşatarak veya daha doğru bir deyişle çarpıtarak aktarmak- bir kenara bırakılırsa özellikle de klasik sinemadan hoşlananlar için görülmesi gerekli bir çalışma.

Robert Franklin Stroud 1909’dan öldüğü 1963 yılına kadar tam 54 yıl kalmış cezaevinde. Thomas Gaddis’in onun hapishane hayatını anlattığı ve 1955’de basılan kitabı sinemaya ise Stroud’un ölümünden bir yıl önce bu film ile aktarılmış. Aktarılırken de hayli popüler olan kitabın çok eleştirilen bir yanı da perdeye aynen taşınmış. Stroud’un gerçek hayattaki hapishane arkadaşları onu kavgacı, uyumsuz ve problemli olarak tanımlarken romanda/filmde karşımıza çıkan asi ve inatçı ama iyi bir insan. Senaryo işlediği ilk cinayeti, pazarladığı bir hayat kadınını döven bir adamı öldürmesini, diyaloglar aracılığı ile anlatırken de adamın kadın ticareti diye özetleyebileceğimiz mesleğinden de hiç söz etmiyor. Bu ve benzeri kimi hususlara Hollywood alışkanlığı diyerek geçersek, Trosper’ın senaryosu ve Frankenheimer’ın yönetmenliğinin sonucu tam anlamı ile ustalık dolu bir klasik film olarak tanımlanabilir. Çoğunlukla kapalı ve hücre gibi küçük alanlarda geçmesine rağmen Frankenheimer filminin nefes almasını sağlıyor –gerçi bu başarı filmin aslında diyaloglar dışında asıl derdi olarak görünmeyen, adamın özgürlüğünü ömür boyu yitirmiş olması duygusunu zayıflatıyor- ve bu uzun filmin bir yağ gibi akıp gitmesini sağlıyor. Tam elli dört yılını bir saniye sonra ne olacağını bilerek kapalı bir alanda yaşamak zorunda olan adamın hikâyesi Amerikan sinemasının sevdiği türden bir başarıyı anlatıyor; içinde bulunduğu olağanüstü zor koşullara, mahkumların kişiliklerini yok ederek onları tek tip bir “kuklaya” çevirmeyi hedefleyen bir ceza sisteminin en üst derecede tecridi de içeren koşullarına rağmen bir adamın hiç bilgisinin olmadığı bir konuda sadece kendi çabası ile nerede ise bir bilim adamı olacak derecede ilerleyişini, kuş hastalıkları üzerine çok popüler olan bir kitap yazmasını ele alıyor. Kahramanımız kuşlarla ilgilenmek için gerekli koşullar elinden alındığında ise Amerikan cezaevi sistemlerinin tarihini ele alan bir kitap yazmaya da girişiyor üstelik. Amerikan tarihinin önemli isimlerinden biri özetle Stroud ve normalde çok daha fazla ilgi gösterilecek ölümü ise hemen bir gün sonra John Kennedy’nin bir suikast sonucu ölümü nedeni ile deyim yerindeyse arada kaynamış.

Senaryonun öne çıkan olumsuz bir yanı daha var açıkçası: kahramanımızın hayatını yazan romancı rolündeki anlatıcının zaman zaman araya girmesi ve hatta filmi açıp kapatanın da onun sözleri olması. Evet arada önemli bilgiler veriyor bu dış ses ama bu bilgilerin hikâyenin kendisine yedirilmesi ve dış sesten vazgeçilmesi çok daha doğru olurmuş. Lancaster’ın üzerine bir şey daha eklenmesi mümkün görünmeyecek derecedeki nerede ise mükemmel oyununun yanında, senaryodaki diğer önemli karakterleri canlandıranlar da hayli parlak performanslar veriyorlar. Karl Malden, Telly Savalas, Betty Field ve bir annenin çocuğuna duyduğu aşırı sevginin nelere yol açabileceğini kısa rolüne rağmen ustalıkla anlatan Thelma Ritter da Lancaster gibi takdiri hal etmişler oyunculukları ile. Elmer Bernstein’in tam da böyle bir filme yakışacak klasik esintili müziği ve Burnett Guffey’in keyifli siyah-beyaz görüntüleri de filmin artılarından. Bu ustalara Frankenheimer’in zaman zaman başvurduğu küçük teknik oyunlarla (kahramanımızın hücredeki sarhoşluğu ve hapishane isyanı bölümlerinde olduğu gibi eğik kamera açılarının kullanımı örneğin) sade bir zenginlik kattığı mizanseni bu filmin hak ettiği kimi artık klasikleşmiş anları da içeriyor. Lancaster’in hücresinde kuşları ile ilgilendiği tüm anlar ama özellikle ilk serçesi ile olan ilişkisini gösteren kareler, karısı ile bir camın ardından vedalaşmaları ve hapishane müdürü Karl Malden ile Lancaster’in son yüzleşmesi gerçekten çarpıcı. Hapishanedeki isyan bölümü için ayrıca bir parantez açıp Frankenheimer’in filmin asıl odağında olmayan ve hikâyenin genel havası ve temposunun dışında kalan bu bölümü abartmadan ama kesinlikle etkileyici bir ekonomik sinema anlayışı ile çektiğini de eklemek gerek. Lancaster’in yıllar boyunca hapishanede kendisi de bir dönüşüm geçiren karakterini (yıllarca nerede ise baş başa oldukları gardiyanına ilk kibar sözlerini tam 12 yıl sonra söyleyen birisinden söz ediyoruz) nasıl hayata geçirdiği bile filmi görmek için tek başına yeterli bir neden ama bu film çok daha fazlasını vaat eden ve vaatlerinin tümünü de tutan türden bir eser. Bir klasik.

(“Alcatraz Kuşçusu”)

Houseboat – Melville Shavelson (1958)

“Yüksek kaliteli insanlardan sıkıldım, en düşük kalitelileri ile tanışmak istiyorum”

Karısının ölümü üzerine daha önce ilgilenemediği üç çocuğu ve tesadüfen karşısına çıkan İtalyan dadı ile yeni bir hayat kurmaya çalışan adamın hikâyesi.

İtalyan yıldız Sophia Loren’in 1950’li yıllardaki Hollywood döneminden bir örnek. Loren ve kendisine eşlik eden Cary Grant yaklaşık bir ilk 15 dakikasından sonra hikâyesinin nasıl gelişip nasıl sonuçlanacağını tahmin edebileceğiniz romantik komedilerden birinde geliyorlar karşımıza. Bu durumda filmin tahmin edilebileni seyirciye nasıl sunduğu önemli oluyor ki senaryoya da katkısı olan yönetmen Melville Shavelson’ın bu alanda da vasatı pek aşabilen bir sonuç elde ettiği söylenemez.

Hafif komedi, bir parça dram, çocuk oyuncuların sempatisi, Loren’in pek de beceri ile kullanılmış gibi görünmeyen güzelliği ve elbette bir parça romantizm bana yeter, gerisi önemli değil diyorsanız bayılmasanız da sevebileceğiniz ama bu kategoriye girmiyorsanız pek de çekici gelmeyecek bir film karşımızdaki. Bu tür romantik komedilerin başarısı için olmazsa olmaz koşullardan biri başrollerdeki çiftin uyumu konusunda filmimiz sınıfta kalmıyor ve Grant-Loren ikilisi bir uyumu yakalamış gibi görünüyorlar ama filmi kurtaracak düzeyde değil bu uyum. Tipik Hollywoodvari bir yaklaşımla film çekildiği tarihte 54 yaşında olan Grant ile 24 yaşındaki Loren’i eşleştirmekten çekinmeyen senaryo bahis konusu uyumu etkileyici ikili sahnelerle nadiren zenginleştirebildiği ve dinamizmi eksik olduğu için seyirciyi güçlü bir biçimde eline geçirmekte zorlanıyor. Filmin çekimleri sırasında iki yıldızın gerçek hayattaki aşklarının bitmesinin de etkisi var mı bilinmez ama ne Grant ne de Loren filmi sürükleyecek bir performans vermiyorlar. Grant yeterince canlı bir oyun sunmuyor, Loren ise senaryodan kaynaklanan nedenlerle ne yeterince bir anaç sıcaklık gösterebiliyor ne de filmin iddia ettiğinin aksine bir seks sembolü örneği olabiliyor. Burada bir parantez açıp Loren’in yine de güzelliğinin ve gençliğinin zirvesinde olduğunu ve filmden nerede ise bağımsız bir cazibe kaynağı olduğunu da belirtelim.

Babaların çocuklarına olan mesafeli duruşuna romantik komedi kalıpları içinde de olsa eleştirel bakan bir hikâye olarak başlayan ve ilerleyen filmin finalde bunun tam tersini onaylayıcı (özellikle kadın ve babası arasındaki ilişki üzerinden) bir tavır takınması ve babasının çevresindeki tüm şatafat, zenginlik ve yapaylıktan kaçan kadın üzerinden böyle bir hayatı eleştiriyor gibi görünen bir filmin –Hollywood’un servet düşmanlığı yapması, özellikle de 50’li yıllarda söz konusu olamayacağı için doğal olarak- aslında hiç de böyle bir derdinin olmadığını görmek de keyif kaçıracak bir durum. Bu hususları ve “dadı gelir ve şarkı söyleyerek çocuklara ve bekar babaya birbirlerini sevmeyi öğretir” gibi klişelerini bir kenara bırakırsak, “That’s Amore” şarkısı eşliğinde dans, Sam Cooke’un sesinden “Almost in Your Arms” şarkısı, “Dolce Far Niente – Hiçbir şey yapmamanın zevki” felsefesi, filmimiz kıymetini bilememiş gibi görünse de Loren’in varlığı ve doyurucu olmasa da komedisi ve romantizminin hafifliği ile ilgi görebilecek bir film “Houseboat”. Adamın baldızı rolünde ve onu önce ablasına şimdi de bir İtalyan kadına kaptıran baldızın hikâyesi ise filmin sürprizi olabilirmiş eğer daha becerikli işlenebilseymiş.

(“Dadının Şansı”)