Satellite Boy – Catriona McKenzie (2012)

“Halkın güneşin ilk kez doğduğu zamandan beri burada yaşıyor. Toprağı dinle! Burası senin evin”

Büyükbabası ile çöllük bir alandaki terkedilmiş bir açık hava sinemasında yaşayan ve şehire giden annesinin dönmesini bekleyen Aborjin bir çocuğun “evini” bulmasının hikâyesi.

Avustralya televizyonlarında yayınlanan pek çok dizide yönetmen olarak çalışan Catriona McKenzie’nin ilk uzun metrajlı sinema filmi. Senaryoyu da kendisi yazan McKenzie Aborjin bir çocuğun toplumunun gelenekler ile modern yaşam arasındaki sıkışmışlığının tüm özelliklerini üzerinde taşıyan hikâyesini yalın ve bir parça düz (tam da televiyon için yapılan çalışmaların gerektirdiği bir biçimde düz) bir şekilde anlatıyor. Doğanın çarpıcılığını başarı ile yakalayan görüntü çalışması ve özellikle büyükbaba ve çocuğu canlandıran oyuncuların samimi ve yalın oyunculukları bu büyüme hikâyesini seyirlik kılan en temel unsurlar.

Büyükbabası tarafından bakılan ve onun geleneksel yaşamından sıkılmışa benzeyen çocuğun, yaşadıkları yerin bir madencilik firması tarafından depolama alanı olarak kullanılacağını ve bu nedenle üç gün içinde boşaltmaları gerektiğini öğrenmesi üzerine annesi döndüğünde restoran yapmak istedikleri bu yeri kurtarmak için firma yetkililerini kararlarından vazgeçirmek amacı ile bir arkadaşı ile şehire yaptığı yolculuğu anlatıyor filmimiz. Yolculuk boyunca yaşadıkları kendisini, büyükbabasını ve parçası olduğu toplumu anlamasına yardımcı olurken, yolculuk sonunda gördükleri de bu anladıkları üzerinden kendi kimliğini bulmasına yardımcı oluyor. Yönetmen/senarist McKenzie bu hikâyeyi yalın olduğu kadar naif bir sinema dili ile anlatıyor açıkçası. Sinema dili olarak bir parça düz kaçan bu anlatım dili de filmin zaman zaman sosyal duyarlılıkları olan Walt Disney yapımı bir aile filmine dönüşmesine neden oluyor. Geoffrey Simpson’un görüntüleri filmin belki de sinemasal öğeler açısından bakıldığında en fazla öne çıkanı. Evet çölde gün batımı gibi kartpostallara yakışır görüntüler de var filmde ama Simpson yönetmene hikâyede çok belirleyici bir öğe olan toprağı (yani vatanı, canlı ve cansız tüm varlıkları ile birlikte toprağı, doğayı) çarpıcı bir biçim ve içerikle kullanmak için fırsat sağlıyor. Yönetmen de açılışta doğanın içinde yavaş yavaş beliren iki karakteri kapanışta yine yavaş yavaş doğaya karışıyormuş veya onun içinde eriyormuş gibi göstermesinde olduğu gibi filmin tümünde bu fırsatı akıllıca kullanıyor. İnsanın doğanın hâkimi değil onun bir parçası olduğunu vurgulayan hikâyede bunun pek çok çarpıcı örneği var. Yolculukları boyunca karşılaştıkları iki temel sıkıntıyı (arkadaşının bisikletinin lastiğinin patlaması ve yiyeceklerinin bitmesi ile aç kalmaları) doğa ile onun parçası olarak yaşayan ve onun düzenine saygı gösteren birisinin çözebileceği şekilde hallediyor genç kahramanımız örneğin. Benzer biçimde toprağa saygının örneği olarak toprak üzerinde elleri ve çubukla yaptıkları izleri veya çizdikleri şekilleri işleri bittiklerinde yok ediyorlar. Günümüz Türkiye’sinde başta HESler aracılığı ile olmak üzere doğaya pek çok nedenle müdahale edildiğini düşünürsek hikâyemizde olduğu gibi doğanın parçası olmak ile doğayı sömürmek arasındaki farkı çok daha iyi anlayabiliriz diye düşünüyorum.

Evini bulmak için önce evini terk etmesi gereken çocuğun hikâyesini anlatan filmin senaryosu da yönetmenin naifliğinden izler taşıyor. Finaldeki çözümler de sıcak bir aile filmi izliyormuşuz havası yaratıyor ki bu durum da film için bir avantaj oluşturmuyor. Aborjinlerin yok olan hayatları veya “kalkınmanın” doğada yarattığı tahribat için filmin sisteme dokunan bir çözümü (veya çözümsüzlüğü) değil de sorunların sistem içinde güzellik ve anlayışlarla ortadan kalkıyor olmasını anlatması bahsettiğim. Bu da belki yönetmenin televizyon kökeninden kaynaklanıyor ama sonuçta filme zarar veriyor açıkçası.

Filmde büyükbabayı canlandıran tecrübeli Aborjin oyuncu David Gulpilil sinemaya Nicolas Roeg’in ilginç filmi “Walkabout – Sonsuz Çöl” ile adım atmış ve burada da doğal oyunculuğu ile hayli başarılı. Genç karakterimizi canlandıran Cameron Wallaby bu ilk ve şimdilik son sinema filminde Amerikan filmlerinde sıkça rastladığımız, büyük oyunculara özenerek kendisini parçalayan çocuk oyuncuların aksine adeta kendi günlük hayatını oynarcasına rahat ve samimi ve onun bu başarısı da filmin sıcak gerçekçiliğine ciddi katkıda bulunuyor. Arkadaşını canlandıran ve yine sinemadaki ilk rolünde karşımıza gelen Joseph Pedley de aksamadan ona eşlik ediyor. David Bridie’nin –eğlenceli anlardaki üzerinde fazla düşünülmüş görünen bölümleri hariç- etkileyici müzik çalışmasının da katkıda bulunduğu film aslında tüm bu bahsettiklerimin dışında sadece hikayenin geçtiği mekanlar açısından bile seyri hak ediyor kesinlikle. Avustralya’nın batısındaki Purnululu Milli Park’ının bir parçası olan ve Bungle Bungle Range adı verilen kumtaşı oluşumlar filmi seyirlik kılmış ve gerek bu oluşumlar gerekse diğer tüm doğal unsurlar bu bir bakıma doğaya ve onunla onun bir parçası olarak yaşamaya övgü olarak adlandırabileceğimiz filme ciddi katkı sağlamış görünüyor. Başta anne olmak üzere kimi karakterleri yeterince işlemeyen ve olan biteni her zaman anlamlı bir şekilde gerekçelendiremeyen senaryo filmin sinema değerini azaltmış olsa da ilgiyi hak eden bir çalışma özet olarak.

(“Uydu Çocuk”)

Ostrovat – Kamen Kalev (2011)

“Bir boşluğun önünde duruyorsun, her şey karanlık. Böyle olduğunu sanıyorsun. Fakat tüm evren seni bekliyor. Boşluğa bırak kendini. Aklını unut”

Bulgaristan’a tatile giden Parisli bir çiftin yaşadıkları sonucu hayatlarının değişmesinin hikâyesi.

Bulgar yönetmen Kamen Kalev 2009’da çektiği ve Saadet Aksoy ile Hatice Aslan’ın da oynadığı “Iztochni Piesi – Şark Oyunları” adlı ilk filmi ile sinemaya sıkı bir giriş yaptıktan iki yıl sonraki bu filmi ile seyircisini bir parça hayal kırıklığına uğratmıştı. Filmin son yaklaşık otuz dakikalık bölümüne kadarki hikâye zaman zaman çekici yönleri olan ama çok da kayda değer şeyler söylemeyen bir film olarak idare ediyor ama sonra birdenbire bambaşka bir film çıkıyor karşımıza; filmin hem içeriği hem biçimi nerede ise 180 derece değişiyor ve bu seyirciyi şaşırtan –yine olumsuz anlamda ama- değişimin sonucu da feci bir kafa karışıklığı oluyor.

Seçimi yapanlar bu filmi Cannes festivalinde hangi nedenlerle “Yönetmenlerin On Beş Günü” bölümünde gösterilmeye değer bulmuşlar bilmiyorum ama karşımızdaki eser en iyi anlarında bile sıradanlığı zor aşabiliyor açıkçası. Filmin Paris’te geçen kısa başlangıç bölümü ve ardından adada geçen uzun bölüm bir çiftin ilişkilerinde erkeğin değişiminden kaynaklanan bozulmayı anlatıyor gibi görünüyor ve bu anlarda da seyirciye ne olduğunu pek hissettiremediği bir takım gizemli unsurları da olayların içine katan bir hikâye getiriyor karşımıza daha çok. Hikâyenin başında dile getirilen içimizdeki farklı kişiliklerin varlığı ve onları keşfetmenin gerekliliği üzerine ilerlediği sonradan ama pek de tatmin edici olmayan biçimde anlaşılan filmimiz erkekteki bu süratle değişimi nerede ise hiç ikna edici olmayan bir biçimde getiriyor önümüze. Doğumunda ailesi tarafından terk edilmiş olan adamın adada gördüğü bir kadının annesi olduğunu düşünmesi, suda gördüğü ceset ve adadaki “yabani bakışlı” işçiler gibi unsurlar bu bölümün seyircisinin ilgisini başlangıçta çeken ama sonradan bir yere götürmemeleri nedeni ile ağızda nerede ise bir aldatılmışlık tadını bırakan şeyler. Adadaki son sahnede tanık olduğumuz Bulgar köylüsünün garip dansı ise eşlik eden şarkının sözlerinin filmin hikayesi için de taşıdığı anlamla birlikte değerlendirilmesi gereken eğlenceli bir anın yaratıcısı olmuş görünüyor.

Filmin senaryosunu da yazan ve dolayısı ile tüm karışıklığın tek sorumlusu gibi görünen Kalev, karakterlerinin adadan ayrılmasından sonra bizi adeta bambaşka bir filmin içine atıyor. Erkek Bulgaristan’daki “Big Brother – Biri Bizi Gözetliyor” yarışmasına katılıyor ve bundan sonra da film iyice rayından çıkıyor. Bir popüler medya eleştirisine ve insanların ün kazanmak için takındıkları yapay tavırlara saldırı diyebileceğimiz bu bölüm hem bu içeriği ile hem de yönetmenin üslubundaki değişiklikten (filmin ritmi, kamera kullanımı vs.) dolayı seyircisini ne düşünmesi gerektiği konusunda hayli zora düşürüyor açıkçası. Hele kadının erkeğin yanında olabilmek için aldığı bir karar var ki anlatırken inandırıcılık kelimesini değil anlamsızlık kelimesini sıklıkla kullanmamızı gerektiriyor. Kalev tam olarak ne yapmak istemiş de sonuç böyle olmuş bilmiyorum ama gördüğümüzün sıkı bir hayal kırıklığı olduğunu söyleyerek özetleyebiliriz bu sonucu.

Danimarkalı oyuncu Thure Lindhart’ın Bulgar asıllı ama Almanya’da büyümüş bir Parisli erkeği, Fransız Laetitia Casta’nın ise Parisli bir kadını canlandırdığı filmde oyuncular hikâyenin gerçekçiliğine ugun olarak aralarında hemen tamamen İngilizce konuşuyorlar. Belki bunun da etkisi ile ikili arasındaki ilişkiden seyirciye yoğun bir duygu akışı oluşmuyor bir türlü. Gerek Casta gerekse Lindhart sanırım hikâyeye bizim kadar uzak durmuşlar olsa gerek ki bir karakterlerini içselleştirememişler sanki. Tüm bunlara rağmen filmi ne çekici kılabiliyor diye bakarsak, çok güçlü gerekçeler olmayacak olsa da şunları söyleyebiliriz: Öncelikle açılıştaki tarot sahnesinde fal bakan adam rolünde Şilili kült yönetmen Alexandro Jodorowsky’nin varlığını söylemek gerek. Sinefiller için çok değerli olan bu gerekçe diğer seyirciler için bir cazibe öğesi olmayacaktır kuşkusuz. Tom Wais’in “Clap Hands” şarkısının eğlenceli ve akıllı kullanımı ve daha da önemli olarak ada bölümünün tamamında Julian Atanassov’un mekanı hikâyeye başarılı biçimde yediren görüntüleri filme çekicilik katıyor doğrusu. Bunlara Casta’nın güzelliğini de eklemeli elbette. Yönetmen/senarist Kalev adına söylenmesi gereken en önemli başarı ise yine ada bölümünde erkeğin yavaş yavaş değişmeye ve tuhaflaşmaya başladığı anlarda kadının şaşkınlığını ve çabasını ikna edici ve merak uyandırıcı biçimde anlatabilmesi.

(“The Island” – “Ada”)

Boyz n the Hood – John Singleton (1991)

“Her yirmi bir siyah Amerikalı erkekten biri cinayete kurban gidecek… ve bunların çoğunda katil bir başka siyah olacak”

Los Angeles’ın siyahların yaşadığı gettolarında büyüyen gençlerin şiddet ile örülü hikâyeleri.

John Singleton’ın bu ilk çalışması övgülerle karşılanmış, sanatçıya Oscar’a aday olan en genç yönetmen ünvanını kazandırmış olan bir eser. “Siyah sinemanın” en tanınan örneklerinden biri olan eserin senaryosunu da Singleton yazmış ve sanatçı filmine seyircinin de rahatça hissedebileceği bir “içeriden bakış” katmış kesinlikle. Hikâyedeki karakterlerin yoksulluk, içki, uyuşturucu ve en çok da şiddet ile kaplanmış olan hayatlarını oyuncularının da başarısı ile etkileyici bir gerçeklik ile perdeye getiren Singleton’ın filmi kimi kusurlarına rağmen görülmeyi hak eden bir çalışma.

Karakterlerinin 1984’deki çocuklukları ile başlayan hikâye daha sonra yedi yıllık bir sıçrama ile filmin çekildiği 1991 yılına geliyor ve karakterlerinin bugününü anlatıyor. Singleton senaryoyu kendi hayatından ve yetiştiği yerlerdeki gözlemlerinden esinlenerek yazmış ve bu da yönetmen olarak kendisine tanışık olduğu bir hayatı anlatma fırsatı sağlamış. Yönetmen Singleton da bu fırsatı iyi değerlendirmiş açıkçası. Şiddete bulaşmamanın veya bir başka deyişle şiddetin faili, kurbanı ve bazen de her ikisi birden olmadan yaşamanın imkânsız göründüğü koşullar altında ayakta kalmaya çalışan karakterlerin çıkışsızlığını ve her birinin kendine özgü bir çözümün peşinde koşmasını anlatıyor hikâye temel olarak. Üstelik sadece şiddet değil bu hayatları zor kılan; yoksulluğun hâkim olduğu, uyuşturucu ve içki ile iç içe geçmiş hayatlar bunlar ve okulu erken bırakmaktan erken hamilelik ve evliliklere, sokakta uyuşturucu ve içki peşinde koşmaktan hırsızlığa ve cinayetlere uzanan sonuçları var bu hayatların. Siyah polislerin bile siyah gençlere karşı ırkçı davranışlar sergilediği, çocukların sokakta oynarken ceset görmelerinin sıradan olduğu bu mahalleleri anlatan Singleton’ın senaryosu bir sistem eleştirisi getirmekten çok sistemin siyahlara karşı olan adaletsizliğini dile getiriyor gibi daha çok. Gerçi filmin zaman zaman aksayan yanlarından biri olan mesaj dolu diyalogların birinde bizdeki kentsel dönüşümü anlatan “gentrification – kentlerin nezihleştirilmesi yani yoksullların kent merkezinin dışına atılıp bu bölgenin rant kaynağı haline getirilmesi” dile getiriliyor ama bu sahne bir kenara bırakılırsa sistemin siyahlara ettiklerine odaklanıyor asıl olarak hikâye.

Baba karakteri filmde temiz kalma çabasının sembolü ve Laurence Fishburne’ün olağanüstü bir duyarlılıkla canlandırdığı bu karakter Singleton tarafından kendi babası esinlenerek yaratılmış. Ne var ki senaryonun kendisini zaman zaman kurtaramadığı mesaj verme kaygısının da bir yandan kurbanı olmuş bu karakter. Singleton’ın senaryosu içerdiği gözlemlerin ve bu gözlemleri karşımıza getiren mizansen becerisinin gücününün de katkısı ile aslında oldukça başarılı ama hem bu bahsettiğim mesaj verme telaşı hem de zaman zaman sahnelerin bir bütünlük arzetmiyor gibi olması nedeni ile kimi anlarda da aksamıyor değil açıkçası. Bu ikinci problem özellikle “cinayet” sahnesine kadar filmin genel olarak tonuna karar verememiş gibi görünmesine de yol açıyor. Bu kritik sahne ve tüm sonrası ise filmin hem en başarılı anlarını içeriyor hem de yönetmenin sağlam dram duygusu nedeni ile çok etkileyici olmayı başarıyor. Bu sahneye kadar olan anlar ise sanki ortada elle tutulur bir hikâye yokmuş gibi duruyor ve öyle ki bir parça abartı ile, baş karakter olan gencimizin kız arkadaşı ile yatmayı başarıp başaramayacağının filmin en elle tutulur gerilimini yarattığı bile söylenebilir.

Karakterleri ve mekanları itibari ile elbette bol bol küfürlü konuşmaların yer aldığı filmde Fishburne ile birlikte öne çıkan bir diğer isim ise Ice Cube. Ünlü müzisyen bu ilk sinema filminde karakterini tam bir doğallık ve konuşması, vücut dili ve mimiklerine yansıyan inanılmaz bir gerçekçilik ile canlandırıyor. Fishburne ve Ice Cube’ün hak ettiği bu övgülerden baş roldeki Cuba Gooding Jr’ın payına ise pek düşmüyor açıkçası. Oyuncu nedense fazla kontrollü ve hatta soğuk bir performans veriyor hikâye boyunca. Amerikan toplumunda siyahların karşılaştığı sorunları içeren bir listeden tek tek tüm maddelerin sırası ile karşımıza getirilmiş gibi durduğu filmin müzik kullanımı da sorunlu görünüyor. Söz konusu rahatsızlık çoğunda Ice Cube imzası olan rap ağırlıklı şarkılardan kaynaklanmıyor; problem Stanley Clarke imzalı film müziğinin rap şarkılarını duymadığımız hemen her sahnede ve bir parça da acemice kullanılışı. Filmin ne genel havasına ne de diğer sinemasal unsurlardaki (kurgu, oyunculuk, teknik numaralardan uzak mizansen vs.) yalınlığına uymuş bu tercih. Sık sık seyircinin kulağına gelen helikopter ve silah seslerini karakterlerin yaşadığı çevrenin niteliği için gösterge olarak kullanmayı deneyen ve bunda da başarılı olan yönetmenin müzik alanındaki bu yanlışı gerçekten ilginç.

Beyaz Amerika’nın görmediği, görse de özellikle göstermediği veya umursamadığı hayatları anlatan film kusurlarına rağmen ilgiyi hak eden, sokakları başarılı diyaloglar ve gerçekçi karakterleri ile karşımıza getiren ve özellikle son bölümleri ile seyirciyi avucunun içine almayı beceren bir eser. Hollywood sinemasının tüm o yapay havalı filmlerinden çok farklı bir noktada duran eser seyircisinin yüzüne ayna tutmayı başaran ve ona kendisini unutturmayı değil kendisini ve içinde yaşadığı düzeni sorgulatmayı deneyen filmlerden biri özetle.

(“Artık Çocuk Değiller”)

Gattaca – Andrew Niccol (1997)

“Sana baktıklarında, artık seni görmüyorlar. Gördükleri sadece benim”

Genetik olarak mükemmel olmayan bir adamın üstün özellikleri olan bir adamın kimliğine bürünerek Satürn’ün Titan uydusuna yapılacak uzay yolculuğuna katılmaya çalışmasının “uzak olmayan bir gelecekte” geçen hikâyesi.

1990’lı yıllardan, efektlerden çok felsefeye dayanan bir bilim kurgu filmi. Andrew Niccol’un yazdığı ve yönettiği film genetik araştırmaların ve uygulamaların ailelere mükemmel çocuğu doğurmak için fırsat verdiği bir dünyada normal yollarla doğan kusurlu (mükemmel olmayan anlamında kusurlu) bir gencin hayalleri için verdiği mücadeleyi ilginç hikâyesi ile anlatıyor. Irkçılığın bildiğimiz anlamını değiştirip başka bir biçimde en üst düzeyde varlığını sürdürdüğü hikâye gerilimi sürekli canlı tutabilmesi ile de dikkat çekiyor ama senaryosunda yeterince üzerine gitmediklerinden ve kimi kolay yollara sapmasından dolayı tam bir başarıdan da uzak kalıyor.

“Normal” doğanlarla seçilerek doğanların iki ayrı insan ırkı gibi yaşadığı bir toplum karşımızdaki. İlk gruptakiler bugün bildiğimiz şekilde tesadüflerin belirlediği sperm ve yumurta eşleşmesi ile doğuyorlar ve doğum anında alınan bir damla kan ile bebeğin yaşam süresinden karşılaşacağı hastalıklara kadar tüm hayatı ihtimal oranları ile birlikte ebeveynlere söyleniyor. Kahramanımız da bu şekilde doğan bir genç. İkinci gruptakiler ise anne babaya farklı sperm yumurta eşleşmelerinden seçim yapma ve böylece –fiziksel açıdan- mükemmel çocuğa sahip olma imkânı veren bir süreç ile dünyaya geliyorlar. İlk gruptakiler daha basit işlerde çalıştırılırken, ikinci gruptakiler birinci sınıf vatandaş olarak yaşıyorlar bu toplumda. Irkçılığın resmen yasak olduğu ama aslında tüm hayatın parçası olduğu bu toplumda filmde de söylendiği gibi “nerede olduğun değil nasıl doğduğun önemli” kuralı hüküm sürüyor. Kahramanımızı canlandıran Ethan Hawke’ın idare ettiği ama karakterinin gerilim ve mücadelesini yeterince çarpıcı bir biçimde önümüze getiremediği filmde bu karakterin temel olarak üç kişi ile ilişkileri hikâyenin aktığı mecralar oluyor. Bu kişilerin ilki kardeşinin aksine “mükemmel” çocuk olan abisi. Niccol’un filmi bu ilişkiyi özellikle iki kardeş arasındaki yüzme yarışları üzerinden aktarıyor bize ve mesajını da vermek için fırsat olarak kullanıyor bu yarışları. Ne var ki bu mesaj aynı zamanda senaryonun sorgulanması gereken bir yanını da ortaya çıkarıyor. Kahramanımız “normal” ama aynı zamanda fiziksel olarak da güçlü biri; peki böyle olmayıp bu denli zeki ve güçlü olmasaydı ne olacaktı? Fiziksel ırkçılık olarak adlandırabileceğimiz bir dünyada kahramanımız “mükemmel” kardeşini altedecek bir güce sahip olmasaydı ne düşünmemiz gerekiyordu? Yıllar önce okuduğum bir hikâyede zengin çocukların sahip oldukları ve babalarının parlak meslekleri yüzünden onların yanında kendini ezik hisseden ve babası balıkçı olan bir çocuğun yaşadığı anlatılıyordu. Bir gün bir kayığın devrilmesi ile denize düşen zengin arkadaşlarını babası boğulmaktan kurtarır ve çocuk artık göğsünü gere gere benim babam kahraman diye dolaşır ortalıkta. Hikâye “kahramanlığın” paraya dayalı bir şey olmadığını anlatır ama öte yandan şu sorunun cevabını ver(e)mez: Babanın kahramanlığını göstereceği bu fırsat çıkmasaydı ne olacaktı? İşte filmimizde de benzer bir soruyu sormamız gerekiyor: Gencimiz kadar zeki ve güçlü olmayan diğer “normaller” ne yapacak peki, onlar için ne düşünüyor filmimiz?

Kahramanımızın hikâyeye aracılık eden ikinci ilişkisi ise yerini aldığı ve bir kaza sonucu kötürüm kalan “mükemmel” genç. Jude Law’ın parlak bir oyunla ve kesinlikle Hawke’ı gölgede bırakarak canlandırdığı bu karakter hikâyenin zirve noktalarından birisi aslında. Gencin tekerlekli iskemleye mahkum bir “mükemmel” oluşu içerdiği çelişki ile hayli ilginç alanları seyircinin önünde açıyor ve Niccol da bu alanların üzerine gidiyor ama hikâyenin asıl odağı kahramanımızın yaşadığı gerilim olunca ikinci planda kalıyor bu ilginç alanlar ve sanırım yazık da oluyor. Çünkü gerek Law’ın karakterinin yaşadığı trajedi gerekse iki karakterin birbirinin yerine geçmesi ile ortaya çıkan “kimlik bunalımı” üzerinden hissedilenler hayli çekici ve başlı başına ayrı bir hikâyenin konusu olabilecek kadar önemli. Kahramanımızın hikâyenin gidişatını belirleyen son ilişkisi ise kendisi gibi “normal” olan ve Uma Thurman’ın bir parça ve planlı görünen soğuk bir performans ile canlandırdığı kadın ile olan birlikteliği. Niccol bilim kurgu olarak nitelendirilebilecek filmde efektlerden özenle uzak durduğu gibi romantizmi de ikinci plana atmış ama bu tercih ikili arasındaki ilişkiden seyirciye bir kvılcımın geçmemesine neden oluyor ve ikili sahneler zaman zaman oldukça zayıf kalıyor romantizm açısından.

Ünlü besteci Michael Nyman’a ait olan hayli etkileyici müziği ve Kieslowski’nin “Trois Couleurs: Bleu – Üç Renk: Mavi” filminden hatırlayacağımız görüntü yönetmeni Slawomir Idziak’ın başarılı kamera çalışmasının da keyif kattığı bir film “Gattaca”. Bu başarılara yalın set tasarımlarının ve kostümlerin etkileyiciliğini de eklemek gerek. “Çok uzak olmayan bir gelecekte” geçen hikâyesi nedeni ile göz alıcı ve gürültülü efektlere ihtiyaç duymayan film bu açıdan da doğru bir seçim yapmış görünüyor; hikâyenin hemen hiç aksiyon barındırmayan ama gerilimi yaratmayı başarabilen yapısı bu efekt eksikliğinden de yararlanıyor ve seyirciye genetik mükemmelik çalışmaları ve buradaki pek de gizli olmayan faşizan içerik üzerine düşünme fırsatı tanıyor böylece. Bir sahnede karşımıza gelen on iki parmaklı piyanist üzerinden Niccol senarist ve yönetmen olarak hangi tarafta durduğunu da seyirciye açıkça söylüyor diye düşünüyorum. Ayrıntılara verdiği önem ve özellikle sürekli yapılan fiziksel test ve kontrollerde kahramanımızın yaşadığı gerilimi başarı ile yansıtmasıyla da dikkat çeken filmde benim “normal” ve “mükemmel” olarak nitelendirdiğim sınıflara hikâyenin “in-valid – geçersiz/uygun olmayan” ve “valid – geçerli/uygun” sıfatlarını uygun gördüğünü de belirtmiş olayım bu arada. Yan rollerde Alan Arkin, Gore Vidal ve Ernest Borgnine gibi güçlü isimlerin yer aldığı hikâye üstte belirttiğim kusularına ve ek olarak kahramanımızın başta ailesi ile olan sahnelerindeki bir parça yapaylığına rağmen ilgiyi hak eden bir çalışma özet olarak.