Les Parapluies de Cherbourg – Jacques Demy (1964)

“Aşktan ölmek sadece filmlerde olur”

Erkeğin askere alınması ile ayrılmak zorunda kalan genç bir çiftin hikâyesi.

Fransa ve Almanya ortak yapımı olarak çekilen ama sinema tarihine elbette tam bir Fransız klasiği olarak geçen bir film. Fransız yönetmen Jacques Demy’nin “romantik üçlemesi”nin ikinci filmi (diğerleri 1961 tarihli ve yönetmenin müziksiz bir müzikal olarak nitelendirdiği “Lola” ve 1967 tarihli müzikal “Les Demoiselles de Rochefort – Tatlı Günler”) olan çalışma tamamı ile müzikal olan ve en sıradan konuşmaların bile “resitatif” olarak adlandırılan şekilde müzikal olarak dile getirildiği bir eser. Michel Legrand’ın ana tema şarkısı olan “Je ne Pourrai Jamais Vivre sans Toi” ve “Recit de Cassard” eserleri başta olmak üzere tüm hikâye boyunca aralıksız hikâyeye eşlik eden müziği zaman zaman caz, tango ve rumbaya da uzanan bir çeşitlilik gösteriyor ve filmin bugün hâlâ keyifle seyredilmesinin de baş nedenlerinden biri oluyor. Demy’nin kendi yazdığı “basit” hikâyeyi usta elleri ile nasıl bir başyapıta dönüştürebildiğinin bu “renkli” örneği başta Catherine Deneuve ve Nino Castelnuovo olmak üzere oyuncularının da zenginleştirdiği ve sevenini kendisine aşık eden filmlerden kesinlikle.

1979’dan başlayarak ve en son 2014 yılında sahneye de uyarlanan film Fransız sinemasının adeta ABD müzikallerine alternatif olarak çıkardığı bir film gibi görünüyor bugün. Tıpkı operada olduğu gibi tüm konuşmaların müzik eşliğinde aktarıldığı çalışma bir Hollywood müzikalinde çoğunlukla olduğu gibi sırtını sadece güçlü şarkılara dayamaktan -yukarıda anılan şarkılardan özellikle ilkinin hüzünlü melodisi ile tam bir klasik olduğunu vurgulayalım bu arada- ve gerçeklikten çok fantezilere sığınmaktansa, müziği tüm hikâyesine yayıyor ve müzikalin sıradan insanların sıradan dünyalarını anlatan bir gerçekçilik içinde de var olabileceğini ve üstelik ortaya sağlam bir sonuç çıkabileceğini kanıtlıyor. Özellikle basit ama çok etkileyici finali bu gerçekçiliğin ve yaşayan karakterlerin hikâyesi olmanın iyi bir örneği kesinlikle. Demy’nin hikâyesinde doğaüstü öğeler, zorlamalar veya sadece göze ve kulağa hitap eden unsurlar yok kesinlikle. Mücevher tüccarı karakteri veya finaldeki tesadüfi karşılaşma bir ABD müzikalinde renkli bir zorlama olarak görünecekken burada asla gerçekçilikten uzaklaşıldığı duygusunu yaratmıyor. Bunda da en büyük etken sanırım Demy’nin başta Deneuve ve Castelnuovo olmak üzere tüm karakterlerine “aşık olması”. Evet, aşık olması çünkü yönetmen her bir karakterini tüm doğallığı ile karşımıza getirirken onları o denli “insan” kılıyor ki seyirci olarak onların yaşadıklarından etkilenmemeniz mümkün değil kesinlikle.

Cannes’da Altın Palmiye kazanan filmin Jean Rabier imzalı görüntülerine ayrı bir paragraf açmak gerekiyor. Rabier ve Demy bir müzikale ama özellikle de bu müzikale çok yakışan bir görselliği yaratmayı başarmışlar. Açılıştaki yağmurlu havada renkli kıyafetli ve şemsiyeli insanlı görüntüler bir buçuk saat boyunca içine gireceğimiz dünyanın habercisi oluyor kesinlikle. Filmin tüm süresi boyunca bir renk cümbüşü ile baş başa bırakıyor bizi filmin yaratıcıları. Sarı yağmurluklardan 1960’ların havasını yansıtan tüm renkli kıyafetlere, odaların renklerinden örneğin dans salonunun kırmızısına kadar gözlerinizi alamayacağınız bir renk cümbüşü bu. Duvar kağıtlarına da yansıyan tüm bu canlı renklerin ve bu görsel dünyanın bir kaosa veya bir yapaylığa dönüşmemesini de yine Demy ve Rabier’in başarı hanesine eklemek gerek kuşkusuz. Bunda kamera kullanımının zarifliğinin de ciddi payı var. Rabier’in kamerası hemen hep sakinliğini kuruyor ve kafedeki veda sahnesinde olduğu gibi (Legrand’ın hüzünlü müziğinin eşlik ettiği bir sahne bu) karakterlerine önce yavaşça yaklaşıp sonra yine yavaşça uzaklaşırken seyirciyi de kendisi ile birlikte zarif bir dünyanın içinde salınmaya davet ediyor sanki. Demy bir başka sahnede kadın ve erkeği sokakta adeta kaydırırken hem filme bir peri masalı havası vermeyi hem de bu anda bile onları sokağın gerçekçiliği ile bütünleştirmeyi başarıyor. İngiliz edebiyatçı ve sinemacı Chris Petit’nin yazdığı bir eleştiride filmde yer alan Esso benzin istasyonu için “Bir Esso istasyonu hiç bu kadar romantik olmamıştı” derken ne demek istediğini benzersiz final sahnesini görenler çok iyi anlayacaktır.

Demy’nin savaş (adı dile getirilmese de Cezayirdeki bağımsızlık savaşı bu) ve evlilik dışı hamilelik gibi unsurları ve gerçekçi karakterleri ile alıştığımız Amerikan müzikallerinden ayrılan filminin iki baş oyuncusuna, Castelnuovo ve özellikle Deneuve’e ise ayrı bir selam göndermek istiyor. Deneuve daha göründüğü ilk karede yalın güzelliği ile insanın içini ürpertiyor kesinlikle. Şarkıları diğer oyuncular gibi o da kendisi söylemiyor ama bu kırık aşk hikâyesinin kadın kahramanını nasıl olması gerekiyorsa öyle oynuyor; önce aşık ve heyecanlı, sonra tereddütlü ve endişeli ve finalde de olgun ve kabullenmiş. Karakterinin geçtiği tüm aşamaları onunla birlikte yaşatıyor size adeta. Castelnuovo da ondan geri kalmıyor ve bu “mutsuz” sonla biten hikâyenin bir başka kalbi kırık kahramanını tüm saflığı ile getiriyor karşımıza. Madeleine karakterini canlandıran ve kısa bir sinema kariyeri olan Ellen Farner ise bu ilk filminde rolü ile öne çıkamayan tek isim olmuş gibi duruyor.

Bernard Evein‘in set tasarımları ve Jacqueline Moreau’nun kostümleri ile ayrıca renklenen bu filmde Demy kimi unutulmaz sahnelere de imza atmış. Açılış jeneriğine eşlik eden bölüm, kafedeki veda sahnesi veya çok akılllıca düşünülmüş mizanseni ile -filme de adını veren- şemsiye dükkanının dışında sokakta çılgın bir karnaval sürerken, içeride hüzün içinde dolanan Deneuve’u seyrettiğimiz bölüm çok başarılı gerçekten. Tabi bir de finali eklemek gerekir bunlara. Kahramanlarımızın benzin istasyonunda -belki de son kez- karşılaştıkları bu final ne göz yaşı talep ediyor sizden ne de bir duygu sağanağını indiriyor tepenize. Aksine, o anın iç burkan hüznünü sizin hissedip kendi başınıza yaşamanızı istiyor adeta. Film ortaya bir soru bırakarak sona eriyor aslında ve “Gerçek aşk diye bir şey var mı” diye soruyor ama cevabını seyircisine bırakma saygısını da gösteriyor. Mutlaka görülmeli.

(“The Umbrellas of Cherbourg” – “Cherbourg Şemsiyeleri”)

Zena sa Slomljenim Nosem – Srdjan Koljevic (2010)

“Niye çocuk yapayım? Savaşa gitsin diye mi? Kanser olsun diye mi? Sokakta biri vursun diye mi? Aşık olup sevilmesin ve yalnız kalsın diye mi? Ben sadist değilim. Söyleyin, neden?”

Bindiği taksiden aniden inerek köprüden atlayan bir kadının ve hayatlarını değiştirdiği üç diğer insanın hikâyesi.

Sırbistan sinemasından Srdjan Koljevic’in ikinci ve şimdilik son filmini bir kırık kalpler hikâyesi olarak özetlemek mümkün. Tümünün trajik geçmişleri olan kahramanlarının hafif komedi de katılmış bu hikâyesini Koljevic kendi yazdığı senaryodan çekmiş. İntihara teşebbüs eden kadının ve diğer üç karakterin sürekli çakışan hikâyelerinin en çekici yanı sıcaklığını ve samimiyetini seyirciye başarı ile geçirebilmesi ve bunu yaparken de tüm oyuncularının doğallığından akıllıca yararlanması. Hikâye, geçmişteki kayıpları arkada bırakıp yeni hayatlara açılmayı önermesi ile yeni bir şey söylemiyor ama yan karakterlerin ana karakterlerle ustaca kaynaştırılmasından da aldığı destekle ilgiyi üzerinden hiç eksik etmemeyi beceriyor.

Koljevic’in filmine katkı sağlayan müziklerden başlayalım öncelikle. Mario Schnedier’ın orijinal müzik çalışması filme sıcaklığını ve yalınlığını asla bozmayan ve ama onu zenginleştirerek büyüten bir dram ve komedi katmayı başarmış. Sahnelere akıllıca entegre edilmiş Schnedier’ın müziği ve hikâyeye de gerçekten çok şey katmış. Film çoğu Yugoslavya dönemine ait olan pop müzik şarkılarını da keyifle ve karakterlerinin hikâyesine katarak kullanmayı başarması ile dikkat çekiyor ve Balkan ezgilerinin altan kendisini hep hissettirdiği ve popun “masum duyguların peşinde koştuğu” günlere ait olan müziklerden esintiler getiriyor bize. Sırbistan yapımı olan filmin Yugoslavya dönemine ve o dönemin kapanıp (bir rüyanın bitip), bir ülkenin yok olup yerine -Kosova’yı da dahil edersek- yedi ülkenin doğmasına göndermeleri bu şarkılarla sınırlı değil. Belgrad’da geçen hikâyede taksi şöförünü canlandıran karakterin Bosnalı oluşu, geçmişindeki trajedi ve çok değer verdiği silahı da bu yedi ülkenin ortak geçmişinin trajik yok oluşundan izler taşıyor kuşkusuz. Koljevic’in Belgrad’ı biraz soğuk ve karanlık resmettiği bu filmde hikâyenin sık sık uğradığı Branko köprüsü ise galiba hem ülke hem de karakterlerimiz için bir geçişin, arada kalmışlığın sembolü oluyor. Hem Sırbistan hem de kahramanlarımız köprünün bir yanından ötekine -sürekli kendisini gösteren trafik sıkışıklığına rağmen- geçmek zorundalar; olan oldu ve artık yeni bir hayata başlamanın zamanıdır diyor filmimiz. Karakterlerinin yeni bir hayat karşısındaki korkularına ve kimi zayıflıklarına saygı duyması ile de puan topluyor hikâyemiz.

Goran Volarevic’in başarılı ve deyim yerinde ise sorgulatıcı görüntülerinin yanında, Koljevic’in yan karakterlerdeki başarısına da dikkat etmek gerek. Karasevdaya kapılmış görünen genç öğrenci, rahip, hayat kadını ve küçük mafya lideri karakterlerinin tümü kendi irili ufaklı hikâyeleri ile seyircinin ilgisini çekmeyi başarıyorlar ve ana karakterlerin hikâyelerine katkıda bulunuyorlar. Tüm bu hikâyelerin fazla sempatik veya fazla iyimser bir içerik almasından da ustalıkla sakınmış yönetmen ve her bir hikâyeyi kendi sonuna bağlarken zorlama bir mutlu sondan kaçınarak gerçekçiliğine halel getirmemiş. Koljevic’in bu alçak gönüllü filmi küçük mizah anları veya baş kahramanımızın “silahının tekrar karşısına ama kendisine doğrultulmuş olarak” çıkması sahnesinde olduğu gibi yürek hoplatan anları yaratmayı da başarıyor kesinlikle. Karakterlerin küçük bir şehirde yaşarmış gibi sık sık karşılaşmalarındaki zorlamayı veya senaryonun sonuçta benzerlerinden çok da farklı olmamasını unutmadan, keyif alınabilecek bir film karşımızdaki. Evet, belki çok da önemli olmayan, yeni şeyler vaat etmeyen bir film bu ama tüm tuhaflıkları, acıları, zayıflıkları ama yine de hayata tutunmalarını sağlayan umutları ile onca karakteri samimiyet duygusunu hiç yitirmeden sergileyebilen bir film ilgiyi hak eder kesinlikle.

(“The Woman with a Broken Nose” – “Kırık Burunlu Kadın”)

Günlük – Oğuz Atay

Oğuz Atay’ın 1970 – 1977 arasında ve kimi zaman hayli uzun aralıklarla tuttuğu günlüğü. Kırk üç yaşında hayatını kaybeden ve bugün en çok -elbette- “Tutunamayanlar” romanı ile hatırlanan yazar, yaşarken görmediği ilgiyi ölümünden sonra görmüş ne yazık ki. Oysa ki örneğin “Tutunamayanlar” çağdaş Türk romanına yön veren en önemli eser kabul ediliyor bugün pek çok kişi tarafından. “Günlük” yazarın el yazısı ile tuttuğu günlüğünün tüm sayfalarının orijinalini de okuyucuya sunarak çok şık bir iş yapıyor; böylece hem daha “mahrem” bir alana girdiğinizi hissediyorsunuz hem de -özellikle genç nesil- için el yazısı gibi yazanın karakterinin de bir uzantısı olan bir öğeyi hatırlama şansınız oluyor. Kitabın sonundaki kısa ama önemli fotoğraf albümünün kitaba ayrı bir zenginlik kattığını da söyleyelim.

“Günlük” ağırlıklı olarak iki konudaki notlardan oluşuyor. Yazarın tek oyunu olan “Oyunlarla Yaşayanlar” adlı eserin yazın sürecinde aldığı notlar veya bitirmeye fırsat bulamadığı “Eylembilim” adlı romanı üzerine ilk düşünceleri gibi bölümleri içeren ve Atay’ın yaratma sürecindeki düşünce yapısını, sıkıntılarını ve sorgulamalarını karşımıza getiren sayfaların yanısıra, yazarın aydın-halk ikilemi, doğu-batı meselesi vb. kimi başlıklar üzerine yazdığı sayfalar günlük boyunca karşımıza çıkıyor. Atay “Tutunamayanlar” romanının kahramanı Selim Işık gibi “günlük tutmaya başlayalım bakalım” diye başlıyor günlüğüne ve ilk yazdıkları da “Kimse dinlemiyorsa beni -ya da istediğim gibi dinlemiyorsa- günlük tutmaktan başka çare kalmıyor. Canım insanlar! Sonunda, bana, bunu da yaptınız” diye bitiriyor 25 Nian 1970 tarihli bu ilk yazıyı.

“Sessiz faziletlerin heykeli dikilmiyor” diye yazıyor 20 Ocak 1974 tarihli yazısında Atay ve bu cümle aslında onun -en azından yaşarken- anlaşılamamış olmanın yarattığı ruh halinden çektiği sıkıntısının da sitemkâr bir ifadesi oluyor. 30 Ocak 1976 tarihli notta “Biraz düşün, bir konu – karakterler filân. Böylesi içimden gelmiyor. Sıradan biri olarak yazarlığı sürdürmek mümkün. İstemiyorum.” derken okunmak için kolay yollara sapan, popülerliğin yollarına düşen yazarlardan olamayacağını da söylüyor ve aynı notun devamında böyle davrananları sert bir biçimde eleştirirken sitemlerini de paylaşıyor günlüğü üzerinden.

Çok önem verdiği “Türkiye’nin Ruhu” adlı kitabını yazabilseydi bugün belki hâlâ bir başyapıt olarak okuyacaktık bu kitabı ve acıları, kavgaları hiç bitmeyen ve bitmeyecek gibi olan Türkiye’nin hali için bir parça daha ipucu olacaktı elimizde kuşkusuz. Bu günlük ise bize derdi olan, yaşadığı toplumu ve dünyayı kendisine dert eden, düşünen ve sorgulayan bir yazarın dünyasına kapı açması ile önemli ve bu kapıdan içeri girmek, Atay’ın yazabildiği kitaplarını okuyabilmek ise her okurun görevi olsa gerek.

Panther – Mario Van Peebles (1995)

“Anne, siyahlar 400 yıldır Tanrı’ya dua ediyor. Belki de artık başka bir şey denemeliyiz”

Afrika asıllı Amerikalılar’ın radikal örgütü Kara Panterler’in kuruluş ve yükseliş hikâyesi.

ABD’li oyuncu ve yönetmen Mario Van Peebles’ın sinemacı, yazar ve müzisyen babası Melvin Van Peebles’ın romanından ve senaryosundan çektiği bir film. 1966 – 1982 arasında aktif olan örgütün temel olarak kuruluşuna ve yükselişine odaklanan film zaman zaman başvurduğu belgesel görüntüler eşliğinde anlatıyor hikâyesini. Siyahların ABD’deki tarihleri için çok önemli olan bir dönemi konu alan film kurgu bir karakter üzerinden pek çok gerçek tarihi kişiliği karşımıza getirmesi ve karşı karşıya kaldıkları ırkçılık ve baskıya artık yeter diyen ve “kendini savunma” amacı ile silahlanan insanları taşıdığı samimi bir heyecan ile anlatması ile önemli bir çalışma. Film bir parça savruk anlatımı, karakterlerinin tümünün tüm boyutları ile çizilememesi ve kurgu – belgesel parçaların yeterince iyi kaynaştırılamaması nedeni ile zaman zaman aksıyor.

Kökenleri siyah milliyetçilik akımlarına bağlı olsa da kuruluşundan kısa bir süre sonra sosyalist düşünceleri benimseyen örgütün sosyal programlar aracılığı ile özellikle siyah çevrelerde topladığı destek nerede ise bir çığ gibi büyümelerine neden olmuş ama kendini savunma amaçlı edinilen silahların –filmde anlatıldığı/iddia edildiği üzere- polisin de kışkırtmaları sonucu polise karşı kullanılmaya başlanması, örgütün en çok mücadele ettiği kötü alışkanlıklardan biri olan uyuşturucu ticaretine kimi üyelerinin karışması ve ABD tarihinin en faşizan karakterlerinden biri olan Hoover yönetimindeki FBI’ın açtığı ve uyuşturucu çetelerinden ve mafyadan da pazarlıklar ile destek aldığı şiddet ve işkence dolu amansız savaşın sonucu olarak gücünü yitirip 1982’de yok olmuşlar. 1989’da müslüman siyahların egemen olduğu bir “Yeni Kara Panter Partisi” kurulmuş olsa da eski örgütün liderleri bunun kendi örgütleri ile kesinlikle ilgisi olmadığını söylüyorlar. Bu kısa tarihçenin kimi çağrıştırdıklarına değinerek kapatalım bu bölümü. FBI’ın bir uyuşturucu çetesinin lideri ile yaptığı görüşmede örgütü çökertmenin yolu olarak güçlü oldukları bölgeleri “ucuz eroini mahallelere el altından dağıtma” planını oluşturması bugün de ülkemizde veya benzer başka örneklerde devletin/iktidarın kontrol edemediği gruplara karşı yasadışı örgütleri işin içine katmasını çağrıştırmıyor mu? İstanbul’da rant peşinde koşanların artık o bölgede oturmayı hak etmediğini düşündükleri yoksul ve çoğunlukla güçlü bir politik kimliği olan halkı bölgeden atabilmek için çetelerin serbestçe dolaşmasına izin vermesine ne kadar da benziyor anlatılanlar, değil mi? Maltepe Gülsuyu’nda Hasan Ferit Gedik’in uyuşturucu çetelerince öldürülmesi belki de böyle bir politikanın sonucu değil mi? Bir sahnede sivil halka şiddet uygularken tanınmamak için üniformalarındaki numaraları kapatan polisler veya ateşli silahla vurularak yaralanan örgüt liderlerinden birini hastanenin acilinde doktor ve hemşirelerin gözü önünde döven FBI ajanları da tanıdık gelmiş olmalı bize.

Hikâyemiz sık sık ölümlü kazanın olduğu ama yerel yönetimin siyahların bölgesi olduğu için umursamadığı bir mahalledeki halkın trafik lambası isteği ile başlıyor ve bu amaçla yapılan yürüyüşün polis tarafından şiddet ile bastırılması üzerine oluşan öfkenin sonucunda örgütün kurulmasını anlatıyor. O tarihlerde Kaliforniya’da geçerli olan ama sonradan kaldırılan bir yasa “dolu bir silahın gizlenmeden (açıkça gösterilerek) ve kimseye nişan alınmadan taşınmasını” serbest bıraktığından bu yasal boşluğu değerlendiren örgüt silahlanmaya ve polislerin karşısına çıkmaya başlıyor, haksızlığa uğradıklarını düşündükleri her yerde. Bunu yaparken de senaryonun hayli etkisiz çizdiği rahip karakterinin “tokat atana öteki yanağını çevirme” önerisinin tam zıt yönünde duruyorlar doğal olarak. Örgüte para kazandırmak için Mao’nun kırmızı kitabını üniversite kampüslerinde satan (Vietnam savaşının gündemde olduğu ve ABD tarihin en politize olmuş döneminden bahsediyoruz) üyeler gıda yardımı veya eğitim desteği gibi sosyal programlar aracılığı ile, önceleri kendilerinden uzak duran yoksul halkı da yanlarına çekmeyi başarıyorlar. Peki film tüm bunları anlatırken ve gerçekten önemli bir tarihi anı karşımıza getirirken sinemasal açıdan hangi noktada duruyor?

İlk olarak hikâyenin kurgu olan karakter hariç baş karakterlerinin yeterince iyi çizilemediğini söyleyelim. Öyle ki hikâyenin gerçekliğini bir an için unutursanız, karakterleri yaratanın bunları neden böylesine iki boyutlu bıraktığını sorgulayabilirsiniz. Oysa tüm bu kişileri çok daha dolu bir şekilde çizebilecek sağlam ve gerçek bir malzemesi varmış filmin yaratıcılarının elinde. Filmin dönemi çok iyi algılamamızı sağlayan hayli keyifli ve müzikal seviyesi çok yüksek bir müzik bandı da var ama Stanley Clarke imzalı orijinal müzik müzikal değeri yüksek olmasına rağmen sık sık klasik Hollywood notalarına (bir başka deyişle kahraman beyazların hikâyelerine eşlik eden notalara) yaklaşıyor ve filmin atmosferi ile çatışıyor aslında. Yönetmen Peebles’ın siyah-beyaz ile renkli görüntüler arasında geçişleri deyim yerinde ise kafasına göre yapması ve belgesel görüntülerin hikâyeye yeterince etkileyici biçimde yerleştirilememiş olmasını da ekleyelim filmin problemleri arasına. Baş karakterlerden kurgu olanı (polis adına muhbirlik yapıyor gibi davranan Judge) hikâyeye hem artı hem eksi yönde etki etmiş. Bir yandan diğer karakterlerin zayıf çizilmiş olması kusurunu örtebilecek bir gerçek insan profili sağlıyor seyirciye ve hikâyenin çekiciliğini artırıyor ama öte taraftan zaten kendisi çok büyük ve önemli olan bir hikâyeden dikkat çalıyor zaman zaman.

FBI’ın ABD’yi yok edecek komünist bir örgüt olarak gördüğü Kara Panterler Partisi’nin bu hikâyesi kusurları bir yana görülmesi gerekli bir çalışma, öncelikle tarihi önemi ve yetersiz çizilen karakterlerine rağmen kesinlikle içeriden bir bakış taşıması nedeni ile. Devletin bir “kötü” ile baş etmek için gerçek bir kötüyü kullandığı durumda ne olduğunun hiç ders alınmayan bir başka örneği olarak da dikkati hak ediyor bu film. Daha sağlam bir hikâyeyi ve filmi hak eden bir tarihin yine de seyre değer bir örneği özet olarak.

(“Panter”)