Short Term 12 – Destin Daniel Cretton (2013)

“Öyleyse anlat bana. Bu işler böyle olur; sen bana neler olduğunu anlatırsın ve böylece ben elinden tutarken bu belanın içinden birlikte geçip çıkabiliriz. Ben bu göreve talibim, değil mi? Ama bana izin vermezsen, bunu yapamam”

Sorunlu çocukların tedavi gördüğü bir kurumda görevli genç çalışanların hikâyesi.

ABD’li Destin Daniel Cretton’un 2008 yılında çektiği aynı adlı 20 dakikalık kısa filmden uyarladığı bu film sanatçının senaryosunu da yazdığı bir çalışma. Amerikan bağımsız sinemasının örneklerinden biri olan film, kendileri de sorunlu geçmişleri olan ve geçmişte aldıkları yardım ile bugün ayakları üzerinde durabilen veya en azından öyle görünmeyi başaran çalışanlara ve onların özellikle ikisine odaklanıyor. Filmin özellikle ABD’de aldığı ödüller ve ABD içi ve dışındaki festivallerde kazandığı seyirci ödülleri nasıl bir film ile karşı karşıya olduğumuzu yeterince açıklıyor aslında. Samimi, seyirciyi zorlamayan, duygusallığın ağır bastığı ve sevgi her sorunun ilacıdır temel mesajı ile bu film, işte tam da bu özellikleri nedeni ile seyircinin ilgisini çekmeyi başarabiliyor.

Filmin iki baş oyuncusu, çocuklara yardım etmeye ve onları içinde bulundukları karanlık anlardan çıkmak için güçlendirmeye çalışan iki karakter Grace ve aynı zamanda aralarında bir aşk ilişkisi de bulunan Mason’ı canlandıran Brie Larson ve John Gallagher Jr. rollerini Skype üzerinden yapılan deneme çekimleri ile almışlar ve hikâyeyi sürükleyen en temel unsur olmuşlar. İki oyuncunun samimi, gerçekçi ve aralarındaki sevgiyi gözle görünür kılan performansları bu “gençlik filmine” kesinlikle ayrı bir keyif katıyor. Evet, gençlerin gözünden anlatılan bir film bu ve yetişkinlerin dünyasına karşı onlarınkini koyuyor ve tarafını da net bir şekilde belirliyor. Hikâyedeki tüm yetişkinler (orta yaş ve üstü demeli belki de) ya çocukların kaldığı kurum içindekiler gibi işlerinde yeterince iyi değiller ve çocukların gerçek ihtiyacını anlamakta zorlanıyorlar ya da kurum dışındakiler (aileler) gibi cinsel tacizden şiddet kullanmaya ve ilgisizliğie uzanan günahları var. Hikâyenin en çarpıcı yanı sorunlu çocukların karşısına (daha doğrusu yanına) geçmişleri en az onlar kadar sorunlu ve çocukluklarındaki travmaların izini bir şekilde hâlâ taşıyan gençleri koyması. Kurumda görevli bu gençler terapist vb. rolleri üstlenmiyorlar (profesyonellerin işi bunlar ve hikâye bu profesyonelleri pek becerikli de bulmuyor açıkçası) ve bu rollerin temel prensiplerinden biri olan hasta ile belli bir mesafeyi koruma kuralının aksine çocuklarla epey bir yakınlık kuruyorlar; bir abi veya abla oluyorlar ama bu kaba bir deyişle “damdan düşenin halinden damdan düşen anlar” diye özetlenebilecek bir abi veya ablalık.

Cretton 2008’deki kısa filmini bu uzun metrajlı haline dönüştürürken karakterleri üzerinde epey çalışmış anlaşılan ve büyüklere ne kadar mesafeli ve eleştirel yaklaşıyorsa çocuk ve gençlere o kadar yakın ve sevgi dolu davranmış. Bu durum bir yandan hikâyenin seyirci nezdinde bu denli kabul görmüş olmasının en temel nedeni gibi görünüyor ve filmin başarısında da en büyük payın sahibi oluyor. Ne var ki bir yandan da filmin bu Amerikanvari sevgi ve dostluk havası bir parça ağır da gelebilir zaman zaman. Aileye, sadece geleneksel aileye değil birlikte olmayı seçmiş bireylerin oluşturduğu her türlü aileye sıkı bir övgüsü olan filmin sevgi havasının fazlalılığını sergilediği kötülükleri dengeleyici bir öğe olarak görmek gerekiyor belki de. Ayrıca filmin oyuncularının sıcaklığından da beslenen küçük mizah anlarının bu havayı zaman zaman filmin tam da ihtiyacı olduğu bir şekilde yumuşattığını söylemek de gerekiyor.

Cretton’un yönetmenliğinde gerçekçi bir ton tutturması, hikâyesini tüm sertliğine rağmen çekici kılabilmesi ve finalin gösterdiği gibi asla bitmeyecek bir mücadeleyi anlatıyor olsa da umudu elden bırakmaması ile de ilgiyi hak eden bir film bu. Arada Amerikan televizyon filmlerinin o “sevgi her şeyi çözer, hadi tut elimi ve sarıl bana” kolaycılığına kaçtığı anları olsa da ve bundan da önemlisi bazı garantili formülleri izlediğini gizleyemese de seyre değer bir film karşımızdaki. Filmin adındaki “short term – kısa dönem” ifadesinin eve gelen çocukların/gençlerin burada prensip olarak bir yıldan daha kısa süre kalmalarının beklendiği anlamına geldiğini de belirtelim, her ne kadar hikâyenin de gösterdiği gibi her zaman bu prensibe uyulamasa da.

(“Kısa Dönem 12”)

Coffy – Jack Hill (1973)

“Onun için kolaydı çünkü onu gerçekten öldüreceğime inanmıyordu, ama senin için o kadar kolay olmayacak çünkü seni gerçekten öldüreceğimi biliyorsun”

Kız kardeşinin uyuşturucu bağımlısı olması üzerine şehirdeki uyuşturucu mafyasının peşine düşen bir hemşirenin intikam hikâyesi.

1970’li yılların ABD sinemasının “blaxploitation – siyah sömürü” örneklerinden biri. 1970’li yılların başında radikal bir biçime bürünmüş olan siyah toplumsal hareketin Amerikan sinemasındaki karşılığının başlardaki liberal ve sorgulayıcı görüntüsünden Hollywood’un bu hareketi paraya çevirme çabasının sonucuna dönüşmesinin örnekleridir bu siyah sömürü filmleri. Yine de siyahların olağan dışı güçlü gösterildiği bu filmlerin siyah kahramanlar barındırmasını bile başlı başına olumlu bir unsur olarak görmek mümkün elbette. Üstelik bu örnekte bu güçlü karakter bir kadın ki dönemin eğilimleri açısından bu da bir yenilik sayılabilir. Filmi sinemasal kriterler açısından çok ciddiye almak mümkün değil ve bugün belki en fazla bu ucuz sömürü örneklerinin en kalıcı olmayı başaranlarından biri olarak dikkat çekebilir daha çok. 1981’de tüm siyah oyuncularının beyaz oyuncularla değiştirildiği (klasik Hollywood anlayışı para getirecek hiçbir fırsatı kaçırmaz elbette) bir versiyonu da çekilen film, Tarantino’nun “Jackie Brown” filmi ile günümüz seyircisinin de gündemine soktuğu Pam Grier’ın varlığı ile de dikkat çeken, klasik bir intikam hikâyesi kalıpları içinde ilerleyen bir çalışma. Ve kuşkusuz şiddeti ve kadını bol bol sömürmeyi de ihmal etmiyor.

Kimi aydınların, gösterdiği siyah kahramanlar ve onların toplumdaki ırkçılık ve yozlaşmaya karşı başarıları aracılığı ile siyah seyirciyi pasifize etmekle suçladığı ve kanımca da epey haklı olduğu siyah sömürü filmlerinin bu örneğini bugün sinema değerleri açısından ele alıp başarılı bulmak pek mümkün değil açıkçası. Ucuz, hatta oldukça ucuz klişelerle ilerleyen ve bu tür filmlerin yaratıcılarından Jack Hill’in hem yazıp hem yönettiği filmin senaryosu sevenlerinin aslında pek de umursamayacağı tutarsızlıklarla dolu. Grier’ın tam da filme yakışan bir erotik güçle canlandırdığı kadının bir hemşireden intikam meleğine dönüşümü ne düşünsel ne de fiziksel olarak hiç ama hiç inandırıcı değil; ilk cinayetlerini işleyen kadının hemen bir sonraki sahnedeki masum hemşire havasından tatmin olmak ve sonrasında daha da vahşileşmesindeki garipliğe takılmamak mümkün değil. Filmin türünün doğasında yer alıyor olsa da sözlere ve görüntülere bolca yansıyan cinsellik sömürüsü ise hem rahatsız edici hem komik oluyor zaman zaman. Başta Pam Grier olmak üzere filmdeki tüm kadın oyuncuların göğüsleri en az bir kez ve sık sık özellikle bu amaca yönelik olarak tasarlanmış sahnelerde karşımıza geliyor. Hele bir kadınlar arası kavga sahnesi var ki mizanseni ile adeta en büyük fantezisi “kadınların çamur güreşi” olan bir erkek tarafından yazılmış ve çekilmiş gibi duruyor. Bu tür filmlerin alamet-i farikasıdır bu diyerek geçebilirsiniz (ya da filmden keyif almak için geçmelisiniz zaten) elbette ve senaryonun şu ya da bu şekilde siyah ve beyaz ayrımı yapmadan ırkçılık, yozlaşma ve rüşvet gibi kötülükleri eleştirisinin kapsamına aldığını söyleyerek mutlu da olabilirsiniz film bittikten sonra.

Pam Grier’ın sonradan “Foxy Brown” gibi filmlerde de tekrarlayacağı intikam peşindeki güçlü siyah kadın karakterinin öne çıkan bu örneğinde müzikler, daha doğrusu 70’li yılların siyah müziğinin parlak örnekleri olan şarkılar belki de filmin en cazip unsuru; eğer bu tür filmlerin düşkünü değilseniz tek cazip unsuru hatta. Hayli sıkı caz esintili şarkılar bunlar ve ABD’de listelere giren bir albümde de yer almışlar. Grier’ın oldukça şematik (bu türdeki filmlerde şematik olmayan ne vardır ki?) karakteri gibi başta uyuşturucu mafyası lideri Kral George olmak üzere diğer karakterler de klişelerden bir bir seçilip oluşturulmuş adeta. Zaman zaman hayli zoraki duran mizahı ve pek de özenli olmayan diyaloglarını da unutmayalım filmin. Devlet işini yapmıyorsa düzeni sorgulamayın, kendi intikamınızın peşine düşün diyen filmlerden biri bu ve eğer türden hoşlanıyorsanız keyif de alabilirsiniz. Üstelik afro saçların bir kahraman tarafından kavga sırasında nasıl kullanılabileceğini anlatan eğlenceli örnekler de içeriyor. Ayrıca benzerlerinin aksine kadını öne çıkarması ve uyuşturucuya karşı net bir karşı duruş sergilemesi gibi takdir edilesi özellikleri de var.

(“Belalı Dilber”)

Leijonasydän – Dome Karukoski (2013)

“Beyaz Finlandiya İçin!”

Önceki ilişkisinden siyah bir oğlu olan beyaz bir kadına aşık olan Finli bir Neo Nazi’nin hikâyesi.

Finli yönetmen Dome Karukoski’nin 2013 tarihli filmi Avrupa’da özellikle son yıllarda ciddi bir sorun oluşturan ırkçı grupların Finlandiya’daki örneklerinden birine mensup bir adamı ele alıyor ve temel olarak ırkçılığın ve onu doğuran ön yargıların karşısına her türlü peşin hükümü yıkabilecek güçteki aşkı koyuyor. Zaman zaman senaryodan kaynaklanan sorunlar yaşayan filmin dramdan trajediye ve komediye farklı içerikleri olan sahneleri nedeni ile tonunu tutturamama gibi bir problemi de var. Yine de konusuna ve karakterlerine sempati ile yaklaşmayı başaran ve seyircinin de ilgisini hiç kaybetmeyen anlatımı ile çekici olabilen film, ele aldığı belalı konu ile bile ilgiyi hak ediyor. Avrupa toplumlarında halkın özellikle ekonomik kriz dönemlerinde hızlıca kaydığı ırkçılığın karşısına koyduğu aşk ise belki naif kalıyor ama bir yandan da Sait Faik’in her ne kadar aslında başka bir bağlamda söylemiş olsa da dediği gibi belki de “Bir insanı sevmekle başlar her şey (“Yalnızlık dünyayı doldurmuş. Sevmek, bir insanı sevmekle başlar her şey. Burada her şey bir insanı sevmekle bitiyor.”).

Finlandiya ve İsveç ortak yapımı olarak çekilen filmin Aleksi Bardy’e ait olan senaryosu özetle bir kefaret hikâyesi anlatıyor diyebiliriz. Mottoları “Beyaz Finlandiya İçin” olan ırkçı bir grubun görünürde lideri de olan kahramanımızın aşık olduğu kadının siyah derili bir oğlu olduğunu öğrenmesine rağmen ondan vazgeçmemesini ve bu arada kendi inançlarını sorgulamasını ele alıyor filmimiz. Bardy’nin hikâyesinin en çok zorlanan yerleri de adamın aşık olma süreci ve taşıdığı fanatik inancı bu kadar çabuk sorgulamaya başlaması. Film aşkın oluşumunu yeterince aktaramıyor seyirciye ve hayli öne çıkardığı cinsellik sahnelerinde de vurgulanan şehvet duygusu da onun değişmeye çalışmasını (hatta nerede ise hiç uğraşmadan değişmeye başlamasını) ikna edici biçimde geçiremiyor seyirciye. Karuoski’nin sözel ve görsel olarak cinselliğin bu kadar çok ardına düşmesi senaryodaki bu açığı örtmek için belki ama onun bu çabası da adamın doktor muayenesindeki sahnesinin gereksiz mizahı gibi boşa düşüyor çoğunlukla. Evet, filmin kusurlarından biri de zaman zaman havasının türden türe kayması. Bolca -sözel ve görsel- şiddet dolu sert sahnenin arasında karşımıza çıkan hafif komedi üslubu zaman zaman gerçekten yadırgatabilir seyredeni. Oysa adamın ırkçı kardeşine, siyah çocuğa ve babasına yemek hazırladığı sahnedeki gerilimli mizah tüm esprili anlara yansıtılabilseymiş çok daha etkileyici bir filmle karşı karşıya olurmuşuz kesinlikle.

Sadece siyah değil aynı zamanda Müslüman da olan çocuğun bu özellikleri ile, Finlandiya’yı sadece beyaz ırka ait bir yer olarak gören bir ırkçıyı çileden çıkarması elbette daha rahat işlenebilecek bir konuydu ve film bu yola sapmayarak bir dönüşümü ele almayı tercih etmesi ile takdiri hak ediyor kuşkusuz; her ne kadar bu dönüşümün gerekçelerini yeterince inandırıcı kılamasa da bu takdiri esirgememeli filmden. Kahramanımızın kendisi gibi ırkçı olan ve onun aksine dönüşüme kesinlikle niyeti olmayan kardeşi ile ilişkileri filme ihtiyaç duyduğu gerilimi sağlıyor ve hikâyenin çekiciliğinin de hemen hiç azalmamasını sağlıyor. Belki yeni bir şey söylemeyen ama söylediklerinde samimi olduğunu her anında hissettiren hikâye Amerikan sinemasındaki kimi duyarlı sosyal filmlerden (örneğin Stanley Kramer bu filmlerin ustasıdır klasik Amerikan sinemasında) pek farklılaştıramamış kendisini ne var ki. Buna karşılık filmimiz yine de çekici olmayı başarıyor. İki kardeşi canlandıran Peter Franzén ve Jasper Pääkkönen’in başarılı oyunlarından da aldığı destekle temposu hiç düşmeyen, gerilimini akıllı ve sürdürülebilir kılan ve naif bir şekilde de olsa derdini anlatabilen filme kayıtsız kalmak zor. Senaryo kusurlarına rağmen “babalık” duygusu ile burada eril olarak “fatherland” kelimesi ile ifade edilen vatan kavramını akıllıca karşı karşıya getirebilmeyi başarıyor kesinlikle ve sondaki sembolik “dövme kazıma” sahnesi ile de tüm kötücül duyguların bir şekilde yok edilebileceği konusunda umut veriyor seyredenine.

(“Heart of a Lion” – “Aslanın Kalbi”)

Ay ve Şenlik Ateşleri – Cesare Pavese

İtalyan Cesare Pavese’nin ölümünden önce basılan son kitabı ve romanı. Çok zorlu bir hayatın ardından gittiği ABD’de zengin olduktan sonra, İkinci Dünya Savaşı’nın ertesinde doğduğu köye dönen bir adamın hissettiklerine onun ağzından anlatılanlarla aracılık eden bu eser kimilerince yazarın en iyi romanı kabul ediliyor bugün. Yoksulluk ve geri kalmışlığın adeta yazgısı olduğu köyüne dönen kahramanımızın düşündüklerini ve orada geçirdiği çocukluk ve gençlik günleri ile ilgili hatırladıklarını benzersiz bir hüzünle anlatmış Pavese. Onca olumsuzluk ile geçen günlere ve hiçbir şeyin değişmiş görünmediği bu yere kahramanının duyduğu özlemi doğrulamak veya ona karşı çıkmak için hiçbir şekilde araya girmiyor Pavese ve neresi olursa olsun ve orada ne yaşamış olursa olsun her insanın bir yere ait olma arzusunu içinden atamamasını, her şeyin aynı göründüğü, aynı koktuğu, aynı seslerle büründüğü bir yere sığınma (veya dönme) arzusunun neden olduğu ikilemlerini o arzuyu ve özlem duygusunu okuyucuya bire bir hissettirecek şekilde anlatıyor yazar.

Pavese’nin bu kitabının en büyük başarısı sanırım özlem ve ait olma duygularını okuyucu için özellikle çekici kılacak hiçbir oyuna girişmeden adamın hissettiklerini anlaşılır ve gerçekçi kılmayı başarması. Yoksulluğun, hastalıkların ve gelişmemişliğin tüm izlerini tıpkı çocukluğundaki gibi aynen tekrar gözlemleyen adamın “yıllar yerine mevsimlerin birbirini izlediği” köyüne duyduğu sevgi ve özlemi özellikle vurgulamadan ve dokunaklı ya da süslü cümlelere başvurmadan dile getirebilmesi yazarın başarısının en çarpıcı örnekleri. Savaşın hemen ertesinde hem o dönemin korkunç izlerini (bulunan cesetler ve kasaba halkının ve özellikle papazın komünist direnişçilere yaklaşmı üzerinden) hem de yüzyıllardır değişmemiş görünen köy hayatını birlikte etkileyici bir dil ile anlatıyor Pavese ve diğer eserleri ile kıyaslandığında daha fazla “olayın” yer aldığı kitabında doğrusal olmayan bir anlatımla tüm karakterleri ve olan biteni ama sanırım hepsinden önemlisi doğası, gelenekleri, halkı ile köyün kendisini çarpıcı bir şekilde ele alıyor ve romanın asıl odağı yapıyor onu.

“Geçmişi olmayan bir ülkede” yaşadıkları için herkesin tıpkı kahramanımızın kendisi gibi “piç” olduğu ve birikmiş anıların nesnesi olmadığı için her şeyin kolayca yok edillip yerine yenisinin koyulabildiği ABD ile kendi yoksul İtalyan köyünü zaman zaman karşılaştıran adam/Pavese ne olursa olsun bir insanı her ne ise o yapanın anıları ve o anıların yaşandığı yer olduğunu söylüyor kahramanı aracılığı ile. Aynı kalmanın ve değişmemenin hele günümüz dünyası için bazen nasıl büyük bir nimet olabileceğini düşündürtmesi ile de önemli olan kitap özellikle kahramanın arkadaşı olan Nito karakteri üzerinden “suçluluk” duygusu için de yüreğe dokunan imalarda bulunuyor. Mutlaka okunmalı.

(“La Luna e i Falò”)