Yi Dai Zong Shi – Kar Wai Wong (2013)

“Asla kendini öne çıkarma. Saygılı ol. Daima senden daha iyi biri vardır. Kendinden üstün olana teslim olmak kaybetmek demek değildir”

Çinli dövüş sanatı ustası ve Bruce Lee’nin de hocası olan Ip Man’ın hikâyesi.

Kar Wai Wong’un yönettiği Çin ve Hong Kong ortak yapımı bir film. 2013 Berlin Film Festivali’nin açılışını yapan filmin biri orada gösterilen ve “Uluslararası Versiyon” olarak adlandırılan 123 dakikalık, diğeri “Çin versiyonu” olarak adlandırılan 130 dakikalık ve bir diğeri de “Amerikan versiyonu” adını taşıyan 108 dakikalık üç ayrı versiyonu var. Bunlardan hangisini seyrettiğinize bağlı olarak filmden alacağınız keyif değişecektir; özellikle Amerikan piyasası için hayli kesilerek oluşturulan versiyonun sinema değerinden bağımsız olarak filme ve yaratıcılarına bir haksızlık olduğunu söylemekte yarar var. Bu yazının “Uluslararası” versiyon için yazıldığını vurgulamak gerekiyor öncelikle. Yönetmen Kar Wai Wong’un sadece IP Man’ı değil hayatını etkileyen başka karakterleri de nerede ise aynı derecede önemle karşımıza getirdiği filmi Ip Man’ın biyografisi olarak nitelemek biraz zor bu nedenle. Koreografisi ve kurgusu çok başarılı dövüş sahnelerinin yanında, Kung Fu’nun bir alt türü olan Wing-Chun sanatının felsefesini anlatmaya da girişiyor filmimiz. Görüntüleri, mizanseni ve kurgusu ile zaman zaman bir çizgi roman estetiğine hâkim olan film bir hikâye anlatmakta ise anlatım dili nedeni ile bir sıkıntı yaşıyor.

Çekimlerinden sonraki kurgusu bir yıldan uzun sürmüş filmin yönetmenin arayışı nedeni ile. William Chang ve Hung Poon’a ait olan kurgu, sonuca baktığımızda filme hem artılar sağlamış hem de onu bir parça aksatmış gibi görünüyor. Sahnelerin birbirine bağlanma şeklinden dövüş sahnelerindeki kurguya kadar etkileyici bir çalışma var karşımızda. Üç farklı karakterini birden nerede ise ana karakteri yaparak ve kendilerine özel hikâyeleri ile anlatarak ilerliyor filmimiz. Ip Man’in yanısıra büyük Wing-Chun ustası Gong Yutian’ın kızı Gong Er ve ustanın en iyi öğrencisi olan ama kötü yollara sapan Ma San’ın birbirine paralel ilerleyen ve zaman zaman çakışan hikâyelerini bu farklı kurgusu ile karşımıza getiriyor film. Bunu yaparken de sık sık kung fu felsefesinden sözel ve davranışsal örnekler getiriyor perdeye. Filme zenginlik ve farklılık kattığı açık olan kurgu, buna karşılık hikâyenin geleneksel anlamda akmasına engel oluyor bir parça. Bu elbette bir problem değildi temel olarak, eğer Wong Kar Wai sık sık geleneksel anlatım yöntemlerine başvurmasaydı. Ayrıca görsel başarısına tek bir eleştiri dahi getirilemeyecek ve zarafeti, şıklığı, dinamizmi ve hatta derinliği ile olağanüstü kelimesini hak eden dövüş sahnelerinde bazen başvurulan çok kısa plan tercihleri ve hızlı kurgu da bu sahnelerden daha fazla keyif alınmasına engel oluyor arada.

Daha açılış jeneriğinden başlayarak film, görsel ve işitsel anlamda nasıl çarpıcı bir dünyayı sergileyeceğini kanıtlıyor bize. Shigeru Umebayashi ve Nathaniel Méchaly imzalı müzikler eşliğinde suda dağılan renkli mürekkepleri andıran açılış jeneriğinde sarı, kırmızı ve siyah ağırlıklı bir zarafet ile karşılıyor bizi film. Hemen sonrasındaki dövüş sahnesi ise Philippe Le Sourd’un kamerası aracılığı ile tanığı olacağımız görüntülerin bizi nasıl allak bullak edeceğinin ilk örneği oluyor. Karanlıkta ve yağmurun altında geçen bu sahne akan, sıçrayan ve fışkıran su damlaları ile dört dörtlük gerçekten de. Filmin büyük bir kısmı tıpkı bu açılış sahnesindekine benzer “karanlık” iç ve dış sahneler barındırıyor ama bu karanlık hem filmin felsefi yanını ve hüzünlü hikâyelerini desteklediği hem de filmin yaratıcıları bu karanlığı müthiş bir görsellikle “aydınlattığı” için ve sarı rengin hâkimiyeti ile hayli “parlak” bir film öte yandan.

Kung fu hikâyeleri veya çok da yanlış olmayacak bir genelleme ile söylersek, bu tür Doğu hikâyeleri genelde hep bir felsefe barındırır. Bu dövüş sanatındaki her bir hareketin arkasında bir felsefe vardır; ya doğadaki bir objeden, bir oluş biçiminden esinlemiştir bu hareketler ya da insanın doğa ile ve bir diğer insanla olan ilişkisinin yansımasıdır. Film bu felsefelerden mahrum değil ve kung fu’nun felsefesini hikâyesine herhangi bir zorlama duygusu hissettirmeden akıllıca yedirmeyi başarmış. Örneğin “kurabiye parçalama” üzerinden sergilenen bir dövüş sahnesi var ki tüm teknik başarısının yanında karakterlerini ustalıkla anlatmaya yaradığı gibi işte bu felsefeden ikna ve tatmin edici bir şekilde yararlanıyor hikâyesi için. Felsefesini başaran film, hikâyesini seçilen anlatım yöntemi nedeni ile bir türlü parçalı, daha doğrusu kopuk kopuk görünmekten kurtaramamış ne var ki. Böyle olunca da ve hikâye ikisine daha sık uğradığı üç karakter arasında gidip gelince, seyirci için bir hikâyenin çekiciliğine kapılıp gitmek kolay olmuyor.

Filmde üç dövüş sahnesi mükemmelikleri ile öne çıkıyor: Yukarıda bahsettiğim “kurabiye parçalama”, Ip Man ile Gong Er arasındaki dövüşten çok bir aşk balesini hatırlatan mücadele ve Gong Er ile Ma San arasında gece yarısı bir tren platformunda yaşanan ve haşin bir baleyi andıran dövüş. Bu sonuncusundaki kar, karanlık, trenin buharı vs. gibi öğeleri ustaca kullanıyor Wong Kar Wai ve sadece bu sahne için bile film görülmeyi hak ediyor dedirtiyor seyredene. Bu mükemmel görselliğin üzerine keşke hikâyenin bir odak noktası da olsaymış dememek elde değil açıkçası. Zaman zaman kadının (Gong Er) hikâyesi öne çıkıyor filmde ki açıkçası bu hikâye çok daha çekici seyirci açısından Ip Man’inki ile kıyaslanınca. Bu probleme ek olarak bir de kadın ile Ip Man arasındaki filmin genel ruhunun epey uzağına düşen ve gereğinden uzun bir romantik sahne var ki filmde ne aradığını anlamak pek mümkün değil.

Kostümleri ve setlerinin göz alıcılığı, baş oyuncularının çekici performansları ve elbette görselliği ile kesinlikle görülmesi gerekli bir film bu. Gong Er’i oynayan Ziyi Zhang senaryonun kendisine sağladığı imkânları da kullanarak filmde öne çıkan oyuncu olurken, büyük oyuncu Tony Leung senaryodan o denli destek alamıyor ama “Fa Yeung Nin Wa – Aşk Zamanı” filmindeki kırılgan aşığı bir dövüş sanatçısına ustalıkla dönüştürüyor yine de. Hikâye Bruce Lee’nin “Gerçek dövüş ustası bir amaç için yaşamaz. Sadece yaşar” sözleri ile o ana kadar anlattıklarına uygun bir kapanış yaparken, bir parça fazla kullanılmış görünen Umebayashi müziğininin de katkısı ile kesinlikle seyredende bir iz bırakıyor. Belli’nin Norma operasındaki “Casta Diva” aryasından da benzersiz bir biçimde yararlanan filmin senaryosundan kaynaklanan sıkıntıları (stilin hikâyenin önüne geçmesi, karakterlerin derinleştirilememesi ve hikâyedeki odak eksikliği vs.) ise kesinlikle önemsiz değil, ama yine de filmi görmeye asla engel olmamalı bu durum.

(“The Grandmaster” – “Büyük Usta”)

Metro Manila – Sean Ellis (2013)

“Asılmak için doğduysan, boğulmazsın”

Karısı ve iki çocuğu ile iş bulabilmek için Manila’ya gelen yoksul bir Filipinli köylünün hikâyesi.

İngiliz yönetmen Sean Ellis’in İngiltere ve Filipinler ortak yapımı olarak çektiği ve senaryosunu Frank E. Flowers ile birlikte yazdığı bağımsız bir film. Tamamı Filipince çekildiği için 2014 yılında Yabancı Dilde En İyi Film dalında İngiltere adına aday gösterilen film temel olarak kahramanının filmde anlattığı bir hikâyede olduğu gibi çaresiz kalan, kendisini köşeye sıkıştırılmış hisseden bir adamın yaşadıklarını ve yaptıklarını anlatıyor. Yönetmenlik ve senaryonun yanısıra görüntü yönetmenliğine de imza atan Sean Ellis’in filmi kendisini ilgi ile seyrettiren ve özellikle son bölümleri ile de hayli etkileyici olmayı başaran bir film. Filipinler’den karşımıza getirdiği yoksulluk manzaraları ile de önemli olan film, hikâyesini anlatırken zaman zaman ticari sinema kalıplarına başvurması ve sondaki etkileyici ama hikâyenin asıl derdinin belki de önüne geçen finali açısından eleştirilebilir ama bunlar filmden keyif almaya engel değil.

Askerliğinden sonra bir fabrikada çalışmaya başlayan ama rakip firmaların mafyavari baskıları sonucu fabrikanın kapanması üzerine çiftçiliğe başlayan, orada da düşen fiyatlar ve düşük mahsul yüzünden ailesini geçindiremeyen bir Filipinli’nin iş bulmak üzere ailesi ile birlikte Manila’ya göç etmeye karar vermesi ile başlıyor hikâye. Bu giriş bölümünde Sean Ellis filminin nereye doğru ilerleyeceğini akıllıca işaret ediyor seyirciye. İyi yürekli ve köşeye sıkışmış bir adam ve bir yoksulluk hikâyesi (çiftçilerin pirincini satın alan tüccarın dükkanının kapısında belki bir avuç pirinç veya birkaç kuruş alabilme umudu ile bekleyen yoksul insanların görüntüsü çok etkileyici) anlatacağını söylüyor bize Ellis bu giriş ile. Sonrası büyük şehire yapılan yolculuk, burada karşılaşılan problemler, geçici ve kısa süreli bir mutluluk ve verilmesi gereken trajik bir karar… Ellis tüm bunları anlatırken Filipinler’den daha önce benzer yoksulluk hikâyeleri anlatan filmlerden farklılaşıyor gibi görünmese de hikâyesini akıcı ve inandırıcı bir biçimde anlatabilmesi ile kendisini göstermeyi başarıyor. Anlatırken de başarılı pek çok sahneye imza atıyor ve ülkeden çarpıcı gerçekleri getiriyor karşımıza. Adamın karısının konsomatrislik yapmak zorunda kaldığı gece kulübünden gördüğümüz insan manzaraları insanların diğerlerini nasıl ve sınırsız bir şekilde ve nereye kadar sömürebildiğini gösteriyor bize. Bulduğu bir işin para kazandırmadığını ve kelimenin gerçek anlamı ile karın tokluğuna yapıldığını gören adamın yaşadığı hayal kırıklığını, bir yardım teklifinin ardındaki kötü ve sinsi niyeti vs. belki bildik ve tahmin edilebilir olsa da sade ve tutarlı bir anlatımla çekici kılmayı başarıyor Ellis.

Hikâye kahramanının bir zırhlı kurye firmasında iş bulması üzerinden ülkedeki yoksulluğun tam zıddı bir hayatın sürüldüğü yerleri de -bir parça fazla öngörülebilir bir şekilde olsa da- sergileme fırsatı yaratıyor kendisine ve geleceğe yönelik umutsuzluğun ve korkunun ve belki de insanlar arasındaki adaletsizliğin temelde “iyi” olan karakterleri bile nasıl değiştirebileceğini gösteriyor. John Arcilla’nın canlandırdığı ve kahramanımızın iş arkadaşı olan Dong karakteri burada çıkıyor karşımıza ve hem kendi hayatını hem de kahramanımızınkini etkileyen olaylara neden oluyor. Arcilla’nın kusursuz performansı ile hayat verdiği bu karakterin -ne yazık ki seyirciyi gereğinden fazla kuşkulandırması nedeni ile yeterince şaşırtıcı olamayan- dönüşümü hikâyenin tüm derdinin bir özeti olarak nitelendirilebilir kesinlikle. Kahramanımızın karısının gece kulübünde geçen ve Manila’nın (aslında yozlaşma ve şiddet ile örülü hayatları olan tüm büyük şehirlerin) kötülüklerini sergileyen yan hikâye ise asıl hikâyeyi desteklemek için yazılmış olsa da gereği kadar bütünleşemiyor onunla ve bir parça zorlama görünüyor zaman zaman.

Başroldeki Jake Macapagal’ın karakterini hak ettiği bir şekilde, hem bir trajedi kahramanı hem sıradan bir adam olarak algılayabilmemizi sağlayan performansı ile canlandırarak renk kattığı filmde, yönetmen Ellis ticari sinemaya zaman zaman gereğinden fazla göz kırparak hikâyesine belki bir parça zarar veriyor ve örneğin “birlikte alınan mutlu bir duş”tan “yalnız alınan mutsuz bir duş”a kıyaslamamız beklenen sahneler gibi altı gereksiz çizilmiş anlar yaratıyor ama bunlar filmden keyif almaya engel değil. Sonuçta Filipinli usta sinemacı Lino Brocka’dan bir filmle karşı karşıya değiliz! Robin Foster’ın etkileyici orijinal müziği, Sean Ellis’e ait olan görüntülerinin parlaklığı ile dikkat çeken film açılış sahnesini açıklayan ve devamını gösteren akıllı finali ile etkileyici bir kapanış da yapıyor. Böylece filmimiz biri mutsuz diğeri “mutlu” son ile biten iki “kıstırılan adamın intikamı” hikâyesini ilgiyi üzerinden eksik etmeyen ve teknik sağlamlığına lâf edilemeyecek bir yetkinlikle anlatmayı başararak ilgiyi hak ediyor. Adamın gönülsüzce katıldığı bir “erkekler gecesi”ndeki suçluluk duygusu ile karısının gece kulübündeki sahnesinin üst üste getirilmesi ise etkileyici ama bir yandan da erkeklerin gecesini eleştirir gibi görünen gereksiz bir ahlâkçı tavır belki; yine de bu anların başarılı kurgusunun ve oyunculuklarının hatırına rahatça görmezden gelinebilir bir kusur bu.

Absolution – Anthony Page (1978)

“Özgürlük ahlâksızların sık sık altında yürüdüğü bir pankarttır”

Bir katolik okulunda gözdesi olduğu rahip öğretmenine kızan bir öğrencinin günah çıkarmanın gizliliği üzerinden başlattığı bir şakanın neden olduğu trajik olayların hikâyesi.

Anthony Shaffer’ın kendisine ait ve sahnelenmemiş bir tiyatro oyunundan sinemaya uyarladığı ve Anthony Page’in yönettiği İngiliz yapımı bir gerilim filmi. Öğretmeninin gözdesi olan yakışıklı ve parlak bir öğrenci ve hem ona hem öğretmenine gösterdiği ilginin karşılığını alamayan, bir bacağı sakat bir öğrencinin ve Richard Burton’ın oynadığı öğretmen/pederin merkezinde olduğu hikâyesi inandırıcılığında bir parça aksıyor olsa da sürprizli sonu ile ilgi çeken, iki genç oyuncusunun performanslarının öne çıktığı ve Shaffer’ın metninden iyi bir destek alan bir film bu. Ne var ki gerilimi yeterince güçlü değil ve Burton karakterini yeterince güçlü bir oyun ile canlandırmıyor her zaman, ve bu iki problemi filmin gücünü zayıflatıyor.

Yedi kez Oscar’a adaya olup ödülü hiç alamaması ile hatırlanan Richard Burton’ın son dönem filmleri “Nineteen Eighty-Four – 1984” hariç tutulursa pek de kayda değer çalışmalar değildi. Bu film o pek olmamış filmlerin önüne geçse de yeterince “inandırıcı bir şekilde gerilim yaratamayan” film olarak nitelenmeyi hak ediyor daha çok. Büyük yapımcı firmaların hikâyeye ilgi göstermemesi nedeni ile yapımcılardan Elliott Kastner kendisi üstlenmiş finansmanı ve Burton da ücretini hayli düşürmüş filmi çekebilmesi için. Büyük oyuncunun bu davranışından yola çıkarak inandığını söyleyebileceğimiz hikâyedeki karakterini aksamadan ama çarpıcı/etkileyici nitelemesini de çok fazla hak ettiğini söyleyemeyeceğimiz bir performans ile canlandırması filmin kaçırılmış fırsatlarından birine işaret ediyor. Günah çıkarma işleminde “günahkâr” ile peder arasında konuşulanların gizliliği ve burada söylenenlerin içeriği ne olursa olsun hiç kimse ile paylaşılmaması gerektiği konusundan yola çıkan (bu açıdan Alfred Hitchcock’un 1953 tarihli “I Confess – İtiraf Ediyorum” filminin temasını da hatırlatan) hikâyede dinlediği sırların yükü altında bocalayan ve şeytani oyunların kurbanı haline gelen peder filmin temel karakteri kuşkusuz. Burton bu karakteri gerilimin/heyecanın yüksek olduğu anlarda gereğinden fazla mimiklerle oynuyor ve yönetmen Page ve kameramanı John Coquillon’un kimi kamera açıları ve çerçevelemeleri de onun altını çizdiği duyguları bir kez daha vurgulayarak nerede ise abartı denebilecek bir sonuca götürüyor bu sahneleri. Buna rağmen Burton’u seyrediyor olmak başlı başına bir keyif aslında denebilir ve bu abartıdan uzak olduğu sahnelerde oyunculuğunu hatırlatıyor bize neyse ki.

Filmin iki genç oyuncusu Dominic Guard ve David Bradley hikâyenin oyunculuk açısından asıl güçlü yanlarının sahipleri. Her iki oyuncu da sinemaya bugün artık birer klasik olan filmlerle giriş yapmışlar. Guard’ın ilk sinema filmi Joseph Losey’in 1971 tarihli “The Go-Between – Arabulucu”; Bradley ise sinemaya Ken Loach’un 1969 yapımı “Kes – Kerkenez” filmi ile girmiş. Oyunculuk kariyerlerine böylesine iki önemli filmdeki önemli rollerle başlayan iki oyuncu burada da hikâyeyi sürüklüyorlar ve karakterlerinin sadece pederi değil biz seyirciyi de aldatan yanlarını parlak oyunculuklarla canlandırıyorlar. Hikâyenin bir takım inandırıcılık problemlerini göz ardı edebilmemizi de genellikle onların oyunları sağlıyor. Ne var ki senaryonun aksadığı iki temel yer var ki onların oyunu da yeterli olmuyor burada: Guard’ın oynadığı sevilen öğrencinin okulun yakınlarında kamp kuran adamla bu kadar çabuk yakınlık kurabilmesinin (ya da kurma ihtiyacı duymasının) mantıklı bir izahı yok filmde ve aynı gencin pederimize kendisinden hiç beklenmeyecek sertlikte bir oyun kurması da gelişmelerin yeterince ikna edici biçimde izah edebildiği bir durum değil.

Hikâyenin iki güçlü damarı var ilgi çekebilecek. Biri günah çıkarmanın pedere yüklediği ve ona bir şeytanla karşı karşıya kaldığını düşündürten yükü, diğeri ise David Bradley’in canlandırdığı ve ilgiye ve sevgiye muhtaç genç karakteri. Beklenen ama hiç görülemeyen bir sevgi, teklif edilen ama hep ret edilen bir arkadaşlık, verilen ama hiç kabul edilmeyen bir sevgi… Sürekli geri çevrilmenin ve hatta alay konusu olmanın neden olduğu trajik olaylar da şaşırtıcı sonu ile filmin ilgiyi en çok hak eden yanı oluyor. Yönetmen Page arada başvurduğu zumlar ve birkaç sahnedeki tercihleri dışında filme çok da katkıda bulunmuşa benzemiyor açıkçası. Kâbus sahnesinin ardından kameranın yüksekten çektiği Burton’ın görüntüsü, okulun uzun koridorlarındaki keşke daha çok olsaydı dedirten çekimler ve yine Burton’ın karşısındaki “şeytan”ı yok ettiği sahnede B sınıfı gerilim filmlerini çekici bir biçimde hatırlatan mizansen Page’in yönetmen olarak filmde kendisini gösterebildiği nadir anların örnekleri. Özetle, Burton’ın varlığı, sürpriz finali, iki genç oyuncusunun performansları ve yeterince güçlü olmasa da karanlığı ve gerilimi ile ilgi gösterilebilecek bir film.

(“Bağışlama”)

Risse im Beton – Umut Dağ (2014)

“Kendini sokaktan uzak tutabilirsin ama sokağı içinden atamazsın. Kendine bir bak, varoşsun ve varoş kalacaksın”

Avusturya’da yaşayan ve şartlı olarak cezaevinden salıverilmiş bir Türkiyeli’nin kendisini ve bir genci uyuşturucu ve suçtan uzak tutmaya çalışmasının hikâyesi.

Avusturya’da yaşayan Umut Dağ’ın ödüllü ve 2012 tarihli “Kuma” adlı filminden sonra çektiği ikinci filmi yine Avusturya’da yaşayan Türkiyeliler’i anlatıyor temel olarak. İçeriği sonradan anlaşılacak etkileyici bir sahne ile başlayan ve iyi bir final ile kapanan filmin Dağ’ın Pedra Ladinigg ile birlikte yazdığı senaryosu benzeri hikâyelerden çok farklılaşamıyor belki ama bunu karakterlerini iyi işlemesi ile kapatmayı başarıyor. Kimi oyunculukları zaman zaman aksayan film bir “temiz kalma” hikâyesini ilgi ile seyrettirmeyi başaran bir çalışma özet olarak.

“Saygısızlık” ettiği için bir Avusturyalı’yı öldürmekten ve uyuşturucu işinden dolayı on yıl hapiste kalan ve şartlı olarak salınan adamın hem temiz bir hayat kurmasını hem de -filmin pek de iyi saklayamadığı- bir nedenle genç bir adama yardımcı olmaya çalışmasını anlatıyor filmimiz. Gerek çıkarmayı düşündüğü albümün demo kayıtları için para bulmak adına uyuşturucu satan gencin gerekse ona yardımcı olmaya çalışan adamın hikâye boyunca yaşadıkları benzeri filmlerde gördüğümüzden pek de farklı değil. Şiddet, uyuşturucu ve kaçak mal satımı gibi yasa dışı işlerin sarmalında yaşayan karakterler bunlar ve ya burada elde edecekleri ile farklı bir hayata kaçabilmeyi hayal ediyorlar ya da bu yasa dışı hayatın içinde yükselmeyi. İki ana karakterin aileleri ile ilişkileri de tahmin edilebileceği şekilde bozuk. Adam girdiği suç dünyası yüzünden abisi tarafından ret edilmiş ve annesi ikisinin arasında kalmış; sevgilisi ise kendisine şiddet uyguladığı için uzak durma kararı aldırtmış mahkemeden. Gencimiz ise mutsuz ve yılgın görünen annesi ile iniş çıkışlı bir ilişkiye sahip ama bir yandan da ona yardımcı olmaya çalışıyor. Evet, tüm bunlar pek de yeni şeyler değil açıkçası. Ne var ki Dağ ve Ladinigg tarafından yazılan senaryo özellikle bu iki karakteri sağlam bir şekilde çizebilmesi ve diğer hemen tüm yan karakterleri gerçekçi ve hikâyesi ile ilgi çekici kılabilmesi açısından başarılı. Hikâyenin özellikle son yarım saati filmin en iyi bölümlerini oluşturuyor ve kayıtsız kalınamayacak bir final veriyor seyirciye. Her iki ana karakterin bu bölümde yaptıkları/yap(a)madıkları/hissettikleri vs. çok iyi yazılmış ve iyi yönetilmiş sahnelerle geliyor karşımıza ve filmin hem gerçekçiliğini artıyor hem de bu gerçekçiliğin çekici olmasını sağlıyorlar.

Hapisten çıkan adamı oynayan Murathan Muslu karakterinin sert, acılı ve kararlı yanını başarı ile canlandırıyor ve kimi sahnelerde de hayli etkileyici bir performanns sergiliyor. Genç adamı oynayan ve ilk oyunculuk tecrübesini yaşayan Alechan Tagaev ise zor bir rolün altından genellikle aksamadan kalkıyor. Anne rolündeki -yönetmenin de annesi olan- Elif Dağ’ın örneği olduğu kimi yan karakterlerin sahipleri ise vasat sularda geziniyorlar oyunculuk açsısından ve bu da filme bir parça zarar veriyor açıkçası. Türkiyeli karakterlerin birbirleri ile Almanca konuşurken bile araya sürekli sıkıştırdıkları oğlum, abi, moruk, tamam mı gibi Türkçe kelimeler ve küfür ederken hemen her zaman Türkçeyi tercih etmeleri orada yaşayan bir neslin arada kalmışlıklarının gösterimi açısından doğru ve hoş bir tercih olmuş ve özellikle Türkçe bilenler için filme farklı bir boyut da katmış.

Hikâyenin -pek ders verir bir havada olmadığı için rahatsız etmeyen- bir mesajı da var ve yönetmen Umut Dağ birkaç sahneyi filmin derdini anlatacak şekilde kullanmayı başarmış. Neden asla hapishaneye dönmek istemediğini anlattığı sahneden hemen sonra adamın açık havada koşarken ve tüm bir şehire tepeden bakarken yüzünde gördüğümüz ögürlük hissi ve kararlılık çok şey anlatıyor örneğin. Dağ tüm final başta olmak üzere, adamın gencin borcunu affetmesi için alacaklısı olan uyuşturucu çetesinin başı ile konuştuğu sahne (ki sevginin ve affedilme isteğinin iyi bir kalbe neler yaptırabileceğini etkileyici bir şekilde anlatıyor) gibi pek çok anı da başarı ile kotarmış ve filme çekicilik katmış kesinlikle yönetimi ile.

Rap türündeki müzik (Kürt asıllı Alman rapçi Azad’ın da filmde küçük bir rolü var), uyuşturucu, diğer suçlar ve final bölümleri hariç olan bitenlerin yeterince orijinal olmaması ve açılışın karakterlerin özellikle birbirleri ile ilişkileri açısından tanıtmakta bir parça dağınık durması gibi kusurları olan film, bunlara rağmen ilgi ile seyredilebilir. Georg Geutebrueck’in Viyana’yı turistik görüntülerin çok uzağına taşıyan başarılı görüntüleri ve Iva Zabkar’ın hikâyeyi destekleyen müziği ile de dikkat çeken film “umut veren” sonu ile seyirciyi rahatlatsa da hikâyesi boyunca sergiledikleri ile şehirlerin parıltılı görüntülerinin arkasında çok da sevimli hikâyelerin yaşanmadığını bir kez daha gösteriyor bize.

(“Cracks in Concrete” – “Betondaki Çatlaklar”)