The Secret of Santa Vittoria – Stanley Kramer (1969)

“Her Santa Vittorialı’nın binlerce yıldır bildiği gibi, ne cesur erkekler ne de iyi şarap çok dayanır”

İkinci Dünya Savaşı sırasında, Mussolini’nin düşüşünden hemen sonra Almanlar’ın işgal ettiği bir İtalyan kasabasındaki halkın ürettikleri şarabı Almanlar’dan saklamaya çalışmasının hikâyesi.

Robert Crichton’un aynı adlı romanından ABD’li sinemacı Stanley Kramer’ın çektiği bir film. Filme adını veren kasabanın orijinal görünümünü yeterince korumamış olması nedeni ile Anticoli Corrado adında başka bir kasabada, İtalya’da çekilen filmde başroldeki Anthony Quinn ve Nazi subayını oynayan Hardy Krüger dışında İtalyan oyunculardan oluşan bir kadro var. Hollywood’un İtalya’ya alışılagelen bakışının kimi izlerini taşıyan film popüler sinemanın kalıplarında ilerliyor ve ilk yarısında komedinin, ikinci yarısında ise dramın ağır bastığı bir eğlencelik olmayı başarıyor. Yerli halktan yüzlerce İtalyan’ın oluşturduğu figüran kadrosunun yer aldığı kalabalık sahnelerin ustaca yönetildiği film süresinin gereksiz uzunluğu ve senaryosundaki bazı sıkıntılar nedeni ile her anında sıkı bir komedi/dram olamıyor.

İtalya’nın o tepeye kurulu, taş binalı ve ne mutlu ki bugün bile çoğu iyi bir şekilde korunmuş olan kasabalarından birinde geçen hikâye Mussolini’nin devrildiği haberi ile başlıyor. Su kulesinin üzerine yine kendisinin yazdığı Mussolini’nin “Bir koyun olarak yüz yıl yaşamaktansa, bir aslan olarak bir gün yaşamayı tercih ederim” cümlesinin altına şimdi “Yüz yıl yaşamak daha iyidir” yazan Bomboli karakterinin bir yanlış anlama ve tesadüf sonucu belediye başkanı olduğu bir kasabada geçiyor filmimiz. Ernest Gold’un Akdeniz esintileri de taşıyan müziği eşliğinde ve kasaba halkının biraz hüzünlü yüzlerinin görüntüsü ile başlıyor film. Ben Maddow ve William Rose tarafından yazılan senaryonun Hollywoodvari numaralara başvurmadığı ve komedisinin dozunu ayarlayabildiği zamanlarda, hikâye uzun süresine rağmen iyi akıyor ama ne var ki bunu tüm zamana yayamıyor film. Anthony Quinn’in eğlenceli bir şekilde oynadığı ama senaryodan kaynaklanan kimi klişe İtalyan görüntülerini sergilemekten de kaçınamadığı film ağırlıklı olarak bir komedi olduğu ve komedisi her zaman yeterince güçlü olamadığı için bir sıkıntı yaşıyor doğal olarak. Anna Magnani’nin senaryonun klişeleri ile perdelenmiş olsa da ustaca oynadığı karakteri de komediyi her zaman ayakta tutmaya yetmiyor. Kimi sahnelerin bir parça uzamış görünmesi de (örneğin su kulesinde geçen sahne çok daha kısa tutulabilirmiş, eğlenceli olsa da) filmin ritmini zaman zaman bozmuş açıkçası.

Filmin tartışmasız en eğlenceli ve sinema olarak en başarılı bölümü 1 Milyon şarap şisesinin Almanlar’dan saklanması için tüm kasaba halkının el ele verdiği sahnelerden oluşuyor. Yönetmen Kramer bu sahne başta olmak üzere, yüzlerce figüranı sık sık kullanıyor filmde ve epey keyifli anlar yaratmayı başarıyor. Tüm bu figüranların yer aldığı kalabalık sahnelerin yönetimi gerçekten bir ustalık eseri ve filmin “çılgın” havaya büründüğü o en çarpıcı anların da asıl yaratıcısı olmuş görünüyor. Sözünü ettiğim bu şişe taşıma sahnesinin bir finali var ki tek başına filmi “görülmeli” sınıfına sokabilir kesinlikle. Kramer gerek bu bölümde gerekse diğer pek çok sahnede yerli halkın ve özellikle yaşlıların benzersiz yüz ifadelerinden de akıllıca yararlanıyor ve komedi anlarında bile bir hüzün/dram karışımı eklemeyi başarıyor filmine.

Robert Chricton’un çok satan romanından uyarlanan film gişede beklenen başarıyı sağlayamamış, Amerikalılar’ın görmeye alışık olduğu ve görmeyi beklediği kimi unsurlara rağmen üstelik. Hollywood İtalyanlar’ı sıklıkla gamsız, yaşamayı bilen, çok konuşan, hareketli ve eğlenceli karakterler olarak resmeder ve burada da işgal altındaki bir halk olarak Santa Vittorialılar bu klişelere uygun olarak gösteriliyorlar sürekli olarak. İlginç bir şekilde veya tam da bu nedenle, Kramer’ın dozunda tuttuğu dramatik anlar da etkiliyor seyredeni. Sadece seslerin duyulduğu işkence sahnesi veya başkanın dövülmesi örneğin, hayli başarılı. Almanlar’a kurban olarak iki faşist İtalyan’ın gönderilmesi ise içerdiği hem komik hem dramatik öğeler ile çok keyifli. Keşke bu başarı senaryoda da kendisini gösterseymiş: Kasabalı iki genç arasındaki aşk veya bu çiftten kızın “şehvet ve aşk” dolu sözleri hem hikâyeye hiçbir şey katmadığı için hem de konuyu dağıttığı için senaryodan tamamen atılabilirmiş örneğin. Böylece filmin problemlerinden biri olan uzun süresi de bir parça çözülürmüş üstelik. Filme “erotizm” katma amaçlı görünen ve genç kızın ağzından çıkan sözler abartılı ve filme hiç uymuş görünmeyen içerikleri ile oldukça sakil duruyor. Asıl hikâye ile hiçbir ilgisi olmayan bu karakter ve söyledikleri bir parça ucuz bir numara gibi görünüyor filmin yaratıcıları adına. İki genç arasındaki aşk hikâyesi filmden ne kadar ayrı duruyorsa, kasabanın dul zengin kadını ile İtalyan asker arasındaki aşk da o kadar filmin parçası olmuş. Bu ikinci aşkın karakterleri ve aralarındaki aşk hem asıl hikâyeye bir zenginlik katıyor hem de kendi başına bile ilgiyi hak ediyor.

Fellini filmlerinden hatırlayacağımız görüntü yönetmeni Giuseppe Rotunno’nun kamerasının yakaladığı güzel (zorlama değil, hikâyenin geçtiği bölgeye ait olan ve karakterlerle iç içe geçen doğal güzellikleri kastediyorum) görüntüler ve özellikle kalabalık sahnelerdeki başarısı ile dikkat çeken ve William A. Lyon/ Earle Herdan imzalı kurgu çalışmasının takdiri hak ettiği film hedefini tam anlamı ile tutturamış olsa da dayanışmanın ve doğallığın güzelliğini hatırlatması ile de önemli ve ilgiyi hak eden bir çalışma. Kişisel olarak, şarabın gizleneceği yere kasabanın merkezinden dört ayrı koldan taşınmasının adeta kalpten pompalanan kanın vücuda yayılmasının sembolü olduğunu ve şarabın kan ile eşleştirilerek kutsandığını düşünmekten keyif aldığımı da belirtmeliyim Virna Lisi’nin de güzelliği ile keyif verdiği filmden.

(“Kasabanın Sırrı”)

Tinker Tailor Soldier Spy – Tomas Alfredson (2011)

“Birbirimizden pek de farkımız yok. İkimiz de hayatımızı birbirimizin sisteminin zayıf noktalarını bulmak için harcadık. Artık iki tarafta da buna değecek bir şey olmadığını kabul etmenin zamanı gelmedi mi sence?”

Soğuk Savaş döneminde, İngiliz istihbarat örgütü MI6’da Sovyetler hesabına çalışan bir köstebeği bulması için göreve geri çağrılan bir ajanın hikâyesi.

John le Carré’nin 1974 tarihli aynı adlı romanından uyarlanan bir sinema filmi. Yazarın ünlü Smiley karakterinin baş kahramanı olduğu romanlarından biri olan eser, daha önce 1979 yılında dokuz bölümlük bir dizi olarak BBC tarafından uyarlanmış televizyon için. Yönetmenliğini “Låt Den Rätte Komma In – Gir Kanıma” adlı çok başarılı ve farklı vampir filmi ile uluslararası bir üne kavuşan İsveçli Tomas Alfredson’un üstlendiği film, senaristlerinden biri olan (diğer senarist Peter Straughan) ve film gösterime girmeden hayatını kaybeden Bridget O’Connor’a ithaf edilmiş. Sakin ve duru anlatımı, ilerledikçe katmanları birer birer açılan hikâyesi, başta Smiley rolündeki Gary Oldman’ınki olmak üzere çok güçlü bir kadronun sıkı oyunculukları, karmaşık görünümlü hikâyeyi seyirciyi yormadan ama hiç kolaya da kaçmadan gittikçe artan bir gerilim ile besleyen sinema dili ve John le Carré’nin dünyasının görsel karşılığını üretebilmiş olması ile kesinlikle görülmesi gerekli bir çalışma.

Adını bir tekerlemeden alan roman/film 1973 yılında ve Soğuk Savaş döneminde geçiyor ve bize temel olarak, İngiliz MI6 örgütüne sızmış bir köstebeğin kim olduğunu bulma görevi ile daha önce uzaklaştırıldığı işine geri çağrılan Smiley adlı bir karakterin hikâyesini anlatıyor. Aksiyonu kısıtlı olan eser, belki kaba bir sınıflama olacak ama, “düşünen adam” için bir casusluk filmi görünümünde; John le Carré’nin eserlerine aşina olanların muhtemelen kabul edeceği bir sınıflama bu aslında. Film karakterlerinin pisikolojisini ihmal etmeden istihbarat dünyasına tam anlamı ile içeriden bakıyor ve aksiyondan ziyade, adeta iki usta satranç oyuncusunun yaptıkları bir karşılaşmayı canlı izlermiş gibi bir tad veriyor seyredene. İlk bölümleri karakterlerin tanıtımı, bir başka deyişle neyin ne olduğunu anlatma telaşı ile bir parça gereğinden fazla yavaş ilerliyor gibi görünüyor ama sonra yavaş yavaş değişen bu durumu bir kusur olarak görmemek gerekiyor. Tıpkı Gary Oldman’ın müthiş oyunculuğu gibi sakin, her adımın düşünülerek atıldığı, soğukkanlılık ile zekânın birlikte ilerlediği bir anlatım bu. Oldman’ın Smiley karakterinin filmin ilk sahnelerinden itibaren görünmesine rağmen, ilk cümlesini nerede ise yirminci dakikada kurması gibi film de acele etmiyor hiç. Bu tercih silahlarla yapılan bir “sıcak savaş” döneminde değil, istihbarat örgütleri üzerinden kapışıldığı “soğuk savaş” döneminde geçen hikâye için kesinlikle doğru görünüyor.

Budapeşte, Londra ve İstanbul’da geçen (Liverpool ve Paris de var hikâyede ama tamamen iç mekanlarda geçen bu sahneler Londra’da çekilmiş) hikâye bu tür sinemanın olmazsa olmazlarından birini yerine getirerek Avrupa şehirleri arasında dolaştırıyor bizi ama neyse ki sık yapılan bir hatayı yapmıyor ve bizi turistik bir geziye çıkarmıyor. Belki İstanbul’daki görüntülerin bir parça egzotik olduğu iddia edilebilir ama yer aldığı sahnelerin havasına çoğunlukla birebir uyan görüntüler bunlar ve kesinlikle önemli bir rahatsızlık yaratmıyor. Zorlama zekâ oyunlarına girişmeden, seyircisini köstebeği arayış hikâyesinin parçası yapmayı başaran film başta Smiley olarak üzere, çeşitli karakterlerin psikolojisini de ustaca getiriyor karşımıza ve Smiley’nin eşi ile olan problemi öncelikle olmak üzere kimi “yan” hikâyeleri de akıllıca yerleştiriyor olay örgüsüne. Smiley’e yardımcı olan Peter Guillam karakterinin “sırrı” (romana göre bir değişiklik yapılmış burada ki bence kesinlikle doğru bir değişiklik bu) örneğin, hem istihbarat dünyasının acımasızlığına çarpıcı bir örnek olması açısından hem de hayli hüzünlü bir kısa sahnenin konusu olması bakımından çok etkileyici bir biçimde kullanılmış.

Ve kadro… Gary Oldman’ın herhalde “gerçek” Smiley tam da budur dedirten ve ekonomik, sakin ama çok etkileyici olan performansına John Hurt, Colin Firth, Benedict Cumberbatch, Toby Jones, Mark Strong, Ciarán Hinds, David Dencik ve Tom Hardy de aynı başarı ile eşlik ediyorlar ve tam bir takım oyunu örneği veriyorlar seyirciye. İki kadın dışında erkek karakterlerin egemen olduğu film bu cinsin egoları, hırsları, tutkuları ve şiddet duyguları ile örülü bir hikâyeyi bu oyuncuların performansının zenginleştirdiği bir biçimde anlatıyor bize. Alberto Iglesias’ın müziği ve Hoyte Van Hoytema’nın görüntülerine, 1970’lerin havasını başarı ile yansıtan filmin her karesinde hissettirdiği gerçekçilik duygusuna, kameranın adeta dinleme/gözetleme havasını hissettiren bir şekilde kullanımına ve neden altı ay sürdüğünü seyredince anlayacağınız (ve filmin etkileyici soğuk atmosferini oluşturan temel unsurlardan biri olan) kurgusuna (Dino Jonsäter) şapka çıkarılması gereken filmin romandaki kimi detayları (başta köstebek olduğundan şüphelenilen karakterlerin geçmişleri olmak üzere) dışarıda bırakmak zorunda kalması ise zayıflıklarından biri olarak görünüyor. Diğer “zayıf” noktası ise ilk yarım saatinin zaman zaman belki gereğinden fazla ve adeta yavaşlatılmış bir havada geçmesi ve seyirciden bir çaba istemesi ama bu beni pek rahatsız etmedi açıkçası.

James Bond’un gösterişli, abartılı ve masal görünümlü dünyasının bir alternatifini ve gerçek olanını sunan film John le Carré’nin ustalığını bir kez daha hatırlatacak ve onun romanlarını (belki de tekrar) okumayı özendirecek başarısı ile de önemli bir çalışma. Tüm mekan tasarımları ile soğuk, hesaplı ve tedirginlik bir dolu dünyayı karşımıza getiren bu film kesinlikle görülmeli.

(“Köstebek”)

Rock Ba-Casba – Yariv Horowitz (2012)

“Gazze’de ne aradığımızı anlamıyorum. Bırakalım, başlarına çalsınlar. Bu Ortadoğu denen çöplükte birbirlerini yesinler. Burası bize ancak arkamızdaki ikinci bir delik kadar lâzım”

1989 yılında, işgal altındaki Gazze’de bir İsrailli askerin öldürülmesi üzerine bölgede suçluyu bulmak üzere gözetleme görevi verilen genç askerlerin hikâyesi.

Ne yakın ne uzak bir gelecekte huzura kavuşacak gibi görünen Ortadoğu’da, benzer şekilde kalıcı bir çözümü olacak gibi görünmeyen İsrail – Filistin sorununa İsrailli genç askerlerin kişisel hikâyelerinden yola çıkarak bakan bir hikâye. İsrailli Yariv Horowitz bu ilk sinema filminin senaryosunu Guy Meirson ile birlikte yazmış. İşgalin ve savaşın “normal” hayatın bir parçası olduğu, askerlerin ve sivillerin birbirine karıştığı, ölümlerin, baskıların ve suikastlerin sıradanlaştığı bir hayatın ortasına istekleri dışında ve zorunlu askerlikleri gereği düşen askerlerin bu hikâyesinde Horowitz temel olarak etkileyici ve ilgiyi hak eden bir sonuç ortaya koymayı başarıyor. Genç oyuncularının doğal oyunları ile de önemli olan ve zorunlu bir görevi yapmaya çalışan ve savaşçı ruhları olmayan insanların dramını da gündeme getirebilmesi ile dikkat çeken filmin problemi ise bir hikâye anlatmıyor olması ve bu hikâyesizliği giderecek olgunlukta bir durum/atmosfer yaratmayı yeterince başaramamış olması.

Her anı ölme/öldürme ihtimali ile geçen bir zorunlu askerlik görevini yerine getiren ve bu arada gün sayan gençlerin bu hikâyesinin asıl bıraktığı izlenim -her ne kadar film asıl olarak buna odaklanıyor olmasa da- savaşın iki ayrı halkın hayatının doğal bir parçası haline geldiği ve Filistin sorununun çözümünün belki de hiç bulunamayacak olması nedeni ile bu hayatın hep bu şekilde sürüp gideceği duygusu oldu. Senaryo odağına İsrailli askerleri aldığı ve o askerlerin neden orada oldukları, Filistin halkının acılı tarihi gibi konulara hiç girmediği için, hikâye onların gözünden anlatılmış oluyor ve Filistin halkı bir parça geride kalıyor, daha doğrusu işgalci konumundaki İsrailli gençlerin psikolojisi tüm bir Filistin halkının önüne geçmiş oluyor. Filistinli çocuk ve gençlerin “durup dururken” taş ve molotof ile saldırdıkları, ölüm korkusunu hiç içlerinden atamayan askerlerin bu hikâyesi, sorunun güncelliği ve İsrail’in suçlarının ağırlığı nedeni ile çok da tarafsız görünmüyor. Filmin yaratıcılarının bir propaganda peşinde olduğu veya İsrail’in haklılığını göstermek telâşına düştüğü anlaşılmamalı kesinlikle bu yorumdan. Söylemeye çalıştığım Filistin halkının uğradığı ve uğramaya da devam ettiği zulüm o denli canlı ki hâlâ, hikâyeyi bu durumdan mümkün olduğunca bağımsız izlemeye çalışmak gerekiyor filmin asıl derdini anlamak için.

İsrailli komutanların askerlerine Filistinliler’le ilgili talimatları gerçekten de hikâyedeki gibi savaş etiğine uygun mudur bilmiyorum ve bu konuda çok ciddi şüphelerim var açıkçası. İsrailli genç askerlerin ağırlıklı olarak, Filistin halkına yumuşak yaklaşan insanlar olduğu da hayli tartışma götürür. Yukarıda belirttiğim gibi tüm bunları bir kenara koymak gerekiyor filmi seyrederken. “Ölü bir çocuğun yükünü sırtında taşıyamam” cümlesini elbette gerçek hayatta da sarfeden, en azından düşünen İsrailli askerler olmuştur. Filmimiz içinde bulunduğu savaşı anlamayan, bu savaş olmasaydı yaşayacağı hayat ile şimdi içinde bulunduğunu karşılaştırarak ülkesini ve kendisini sorgulayan bir genç askeri ve arkadaşlarını getiriyor karşımıza. İsrailliler’e dokundurması daha çok, diğerleri kadar hümanist olmayan askerlerin de olduğunu vurgulaması (ki sürekli hissettikleri öldürülme korkusu bunu “anlaşılır” kılıyor bir yandan) ve ezan sesini bastırmak için radyodan yüksek sesle müzik dinlerken gösterilmeleri gibi nispeten yumuşak bir eleştiri boyutunda kalıyor açıkçası. Ayrıca Filisitinli çocukların hırpaladığı bir sokak köpeğini yanlarına alıp, onu gözeten ve eğlendiren İsrailli askerler resminden de bahsetmek gerekiyor. Gazze’de değil de başka herhangi bir yerde geçmesi durumunda, gerçekçi olabilecek bir durum bu ama filmi seyrederken köpeği hırpalayanların çocuklar değil, “Filistinli çocuklar” olduğunu düşünmekten kendinizi alamıyorsunuz. Horowitz’in niyeti kötü değil ama yer ve tarihin vurgulandığı bir hikâyede bu düşünceden kendinizi alıkoymanız çok zor.

Filme adını veren ve The Clash grubuna ait olan “Rock the Casbah” şarkısı müziğin yasaklandığı bir kasabada müziği ile kasabayı “sallayan” bir şarkıcıyı anlatır. İran’da 1979 İslâm Devrimi’nden sonraki müzik yasağından esinlenen şarkının adını İsrailli askerler gözetleme görevi için yerleştikleri Filistinli ailenin evinin çatısına yazıyorlar (evet, filmin niyeti iyi ya da kötü, burada yine bir İslâmiyet göndermesi var diye içinize kurt düşüyor elbette). Sıkı bir soundtrack ve Assaf Amdursky’in Doğu esintili müziğinden kaynaklanan çekiciliği olan filmin bir hikâye anlatmaktan çok askerlerin psikolojisine eğilmesi filme hem olumlu hem olumsuz yönde bir etkide bulunmuş. Sıradan bir hikâye yerine, askerlerin içinde bulundukları koşullara verdikleri farklı tepkilerin, geçirdikleri ve çoğunlukla olumsuz yönde olan değişikliklerin tanığı olmak etkileyici. Ne var ki belki karakterlerin biri dışında, diğerlerini yeterince tanıtamıyor bize film ve onların içinde bulunduğu havayı yaşadıkları ile özdeşleşecek kadar iyi hissettiremiyor. Böyle olunca da amaçladığının aksine, kurgusal bir hikâyesi olan bir belgesele yaklaşıyor zaman zaman.

Horowitz ve görüntü yönetmeni Amnon Zlayet’in kamera kullanımı filme çekicilik katmış kesinlikle. Zaman zaman karakterlerin arasında, özellikle çatıda nöbet tutan dört askerin arasında dolaşan kamera kendini ve dolayısıyla onun gözü ile dünyaya bakan bizi hikâyenin bir parçası yapıyor akıllıca. Çatıdaki tüm sahnelerin veya askerlerin halkın arasında gezdiği, kovaladığı veya kaçtığı sahnelerdeki renklerin parlaklığı, ışığın fazlalığı hem askerlerin gerçekle yüzleşmelerine gönderme olması anlamında hem de Filistinli ailenin evinde geçen sahnelerdeki nispeten karanlık hava ile yarattığı zıtlık açısından da dikkat çekici. Diyalogların ve yaşananların yarattığı gerçekçilik duygusundan etkilenmemek de mümkün değil kesinlikle. Genç insanların kendilerinin yaratmadığı vahşi koşulların kurbanı olduğunda ve bu koşulların belki de hiç değişmeyecek olduğunu bildiklerinde ne hissedeceklerini bire bir anlamanızı sağlayan diyaloglar bunlar ve askerlerin işgalci oldukları bu yerde yaşadıkları ve yaşattıkları da adeta gerçek hayattan alınmış gibi sahici duruyorlar. Son olarak Horowitz’in hayli olgun bir sinema dilini yakaladığını da söyleyelim görülmeyi hak eden bu film için ve savaşın acısını savaşı yaratanların değil, masum gençlerin çektiğini hatırlayalım bir kez daha.

(“Rock the Casbah”)

Dilek Evi – Rudyard Kipling

Dost Kitabevi Yayınları’nın “Babil Kitaplığı” adındaki seri altında yayımladığı ve yirmi iki farklı kitaptan oluşan serideki eserlerden biri olan kitap İngiliz yazar Rudyard Kipling’in beş ayrı hikâyesini içeriyor. Serideki tüm kitaplardaki hikâyeleri Arjantinli yazar Jorge Luis Borges seçmiş ve her bir kitap için önsöz yazmıştı. Bu keyif verici serideki hikâyelerin tümünün ortak noktası “fantastik” sınıfına sokulabilecek olmaları.

Kitaptaki beş Kipling hikâyesinden belki ikisi fantastik kelimesinin karşılığını tam anlamı ile veriyor okuyucuya ama diğer üçü Borges’in de belirttiği gibi “olayların gerekçi ancak anlatılan öykünün gerçekçi olmadığı” ifadesi ile özetlenebilecek bir içeriğe sahip. Britanya İmparatorluğu’nun savunucusu olarak görüldüğü için bugün belki hak ettiği kadar anılmadığını söylüyor Borges Kipling’in ve onun edebi gücüne övgüler düzüyor önsözde. Zengin bir dil, güçlü bir gözlemin izlerini taşıyan ve anlattığına hep doğru bir uzaklıkta, ne gereğinden fazla yakın ne de gereğinden fazla uzak duran bir üslup ile anlatılmış beş hikâye içinde, Borges en çok “The Gardener – Bahçıvan” adını taşıyanı sevdiğini söylemiş, benim favorim ise kitaba da adı verilen “The Wish House – Dilek Evi” oldu. İki yaşlı kadının sohbeti üzerinden, hem yazarın gerçeküstü bir olayı sıradan bir şeymiş gibi anlatması hem de hikâyedeki iki karakterin bu sohbeti adeta sıradan bir sohbetmiş gibi gerçekleştirmeleri gerçekten çok etkileyici. Trajik yanı olan bu aşk ve tutku hikâyesi anlattığı “fedakârlık” ile de ayrıca ilgi çekici.

Hikâyenin sağlam bir kalem tarafından yazıldığında nasıl güçlü olabileceğini ve kalıcı bir etki yaratabileceğini kanıtlayan bu beş hikâye “hardcore” bir fantastik hava taşımasalar da bu türün meraklılarının da kesinlikle çok beğeneceği bir içeriğe sahip.

(“The Wish House”)