The Wizard of Oz – Victor Fleming (1939)

the_WIZARD_OF_OZ“Ev gibisi yok!”

Yakalandığı bir hortumun büyülü bir dünyaya sürüklediği genç bir kızın, evine geri dönebilmek için Oz Büyücüsü’ne yaptığı yolculuğun hikâyesi.

A.B.D’li yazar L.Frank Baum’un ilk kez 1900 yılında yayımlanan “The Wonderful Wizard of Oz” romanından yapılan 1939 tarihli bu uyarlama kelimenin her anlamı ile bir klasik kuşkusuz. Kimileri tarafından -televizyonda sıkça yayınlanmasının da etkisi ile- tüm zamanların en çok seyredilen filmi olarak kabul edilen bu klasik, fantezi müzikal türünde eğlenceli bir çalışma. Filmdeki ilk şarkı olan ve bir ara filmden çıkartılması düşünülen “Over the Rainbow” şarkısı ile de bilinen, başroldeki Judy Garland’ın döktürdüğü, yanında köpeği de olan bir genç kızın beyni olmayan bir korkuluk, kalbi olmayan bir teneke adam ve cesareti olmayan bir aslanla yaptığı yolculuğun bu hikâyesi renkli çekilen ilk çalışmalardan biri olarak kostümleri, setleri vs. ile görkemli bir görünüm sunan ve kuşkusuz en az bir kez mutlaka görülmesi gerekli bir film sinemaseverler için. Premiere dergisi tarafından tüm zamanların en çok abartılan yirmi filminden biri olarak seçilen bu çalışmanın sinema tarihindeki yerini bilmeyen biri tarafından bugün rahatlıkla “sadece eğlenceli bir müzikal” olarak tanımlanabilecek olmasının mümkün olduğunu da söylemek gerekiyor. Masal atmosferi ve basit hikâyesi nedeni ile içerik açısından çok da önemli olmayan -hatta seyircisine evden ayrılmamayı öğütleyen, bizi mutlu edecek şeylerin zaten evimizde veya hemen etrafında olduğunu söyleyen mesajı ile rahatsız edici de olan- film yine de kesinlikle görülmeyi hak ediyor.

Bu derece çok seyredilmiş ve bugün kült olarak kabul edilen bir film için zaman içinde pek çok efsane de yaratılmış doğal olarak. Örneğin LGBT’liler filmin “eşcinsel mesajları”nı “keşfedip” duruyorlar hâlâ ve filmin hikâyesi ve karakterleri sanatın sinema ve müzik başta olmak üzere pek çok alanında referans gösteriliyor sürekli olarak. Filmle ilgili ilginç olaylardan biri Pink Floyd’un “Dark Side of the Moon” albümü ile ilgili: Filmden otuz dört yıl sonra kaydedilen bu albüm filmin belli bir anında (MGM’nin filmlerinin girişinde gördüğümüz ünlü aslanın üçüncü kez kükrediği an!) başlatıldığında ortaya gerçekten izahı çok güç çakışmalar çıkıyor ve şarkıların isimleri ve sözleri ile filmde o andaki görüntü nerede ise örtüşüyor. Pink Floyd’dan David Gilmour bunu tamamen saçma bularak reddetmiş olsa da filmin fanlarının ne kadar ileri gidebildiğini göstermesi açısından önemli bir örnek bu.

Jeneriğinde sadece Victor Fleming’in adı yer alsa da beş ayrı yönetmenin elinden geçmiş film. Çekimler Richard Thorpe ile başlamış ama yapımcılar onun çalışmasını yetersiz bulunca (çektiği sahnelerin hiçbiri filmde kullanılmamış), yerini geçici olarak George Cukor almış. Cukor hiç çekim yapmamış ama genç kızı oynayan Judy Garland’ın ve korkuluğu oynayan Ray Bolger’ın makyaj ve görünümlerini belirlemiş ki bu da ciddi bir katkı filmi seyredenlerin kolayca kabul edeceği gibi. Daha sonra Fleming devralmış görevi ve filmin çok büyük bir kısmının çekimlerini gerçekleştirmiş. Çekimler uzayınca Fleming başka bir filmdeki (“Gone with the Wind – Rüzgâr Gibi Geçti) görevi nedeni ile ayrılımış ve yerini alan King Vidor siyah-beyaz (daha doğrusu sepya) bölümleri çekmiş ki içinde “Over the Rainbow” şarkısının seslendirildiği sahne de var. Son olarak, filmin yapımcısı Mervyn Leroy kimi kısa sahnelerin çekimini gerçekleştirmiş. Hollywood’un klasik döneminin beş usta isminin böylece bir şekilde bulaştığı filmin tüm çekimleri stüdyoda gerçekleştirilmiş ve ortaya görkemli set tasarımları, dekorları, makyajları ve kostümleri ile hayli renkli (her iki anlamda) bir çalışma çıkmış. Tüm canlı renkleri ile cıvıl cıvıl bir film bu ve görüntü yönetmeni Harold Rosson’un çalışması filmin bugün de ilgi ile seyredilebilmesinin en büyük nedenlerinden biri olmuş.

Dönemin teknik imkânları düşünüldüğünde, filmin görüntü efektleri açısından da hayli parlak bir sonuca sahip olduğunu söylemek gerekiyor; günümüz seyircisi için “ilkel” görünecek olsa da başta hortum sahnesi olmak üzere tüm sahnelerde ciddi ve başarıya ulaşmış bir emeğin izlerini görüyorsunuz. Hayli kalabalık bir figüran kadrosunun yer aldığı film sadece renkli müzikal sahnelerde değil, hikâyenin başka pek çok anında da bu kalabalık kadroyu usta bir koreografi içinde kullanıyor ve seyircisini eğlendiriyor kesinlikle. Eğlendirirken anlattığı hikâyesi ise “çocuklar” için bir masal ve doğal olarak mesajı da var bu masalın. Hem masalın kendisi hem de mesajı ise fazlası ile naif ve hatta tartışmalı aslında. “Evden uzaklaşmamayı” (bir anlamda kurulu düzeni/sistemi sorgulamamayı) öneriyor hikâye. Genç kızın evden kaçma nedenini düşününce (köpeğine ve dolayısı ile kendisine yapılan haksızlık söz konusu ve hikâye bu haksızlığa daha sonra hiç değinmiyor ve finalde mesajlarını verirken köpek ne olacak sorusunu açıkta bırakıyor), bu evden uzaklaşmama çağrısının bir boyun eğme önerisi içerdiği çok açık. Beyin, kalp ve cesaret için verilen mesajlar da bir masalın naifliğinden öteye geçmiyor sonuç olarak.

“Over the Rainbow” dışında, “Follow the Yellow Brick Road” ve “We’re Off to See the Wizard” gibi başka bilinen şarkıları da olan film hem çocukları hem büyükleri eğlendirebilmiş bir çalışma ve bu başarıya ulaşmasını sağlayan formülün daha sonra Disney’in pek çok filminde “kopyalandığını” düşününce, neden bir klasik olduğunu daha kolay anlayabiliyoruz. Günümüz sinemasının bilgisayar marifeti ile oluşturulmuş efektlerle üzerimize saldırmanın aracı yapacağı bir hikâyeyi zarif ve sıcak bir dil ile anlatan filmin başarısında oyuncularının samimiyetinin de ciddi bir payı var. Garland ve tüm diğer oyuncular (elbette, sırası ile Korkuluk, Teneke Adam ve Aslan’ı canlandıran Ray Bolger, Jack Haley ve Bert Lahr başta olmak üzere) göründükleri her sahnede kendilerinin de keyif aldıklarını hissettiriyorlar seyirciye. Onları keyfini seyirciye de bulaştıran film, evet, görülmeli kesinlikle. Hem çocuklar hem büyükler tarafından üstelik.

(“Oz Büyücüsü”)

The Book Thief – Brian Percival (2013)

the-book-thief“İşimi yaparken insanların hem en iyi hem en kötü yanlarına tanık oluyorum. Çirkinliklerini görüyorum ve güzelliklerini. Ve ikisinin nasıl aynı anda var olabildiğine hayret ediyorum”

İkinci Dünya Savaşı sırasında, kendisini evlat edinen bir ailenin yanında Almanya’da yaşayan bir genç kızın “ödünç aldığı” kitaplar üzerinden hayata tutunmasının hikâyesi.

Avustralyalı yazar Markus Zusak’ın aylarca New York Times’ın “Çok Satanlar” listesinde kalan aynı adlı kitabından sinemaya aktarılan, senaryosunu Michael Petroni’nin yazdığı ve yönetmenliğini Brian Percival’ın üstlendiği bir ABD – Almanya ortak yapımı. Kitabın popülerliğine ulaşamasa da gişede iyi gelir yapan bu film, Naziler, Yahudiler, savaş, fedekârlık, dayanışma, sevgi ve sanatın (burada edebiyatın) gücü üzerine daha önce tanığı olduğumuz şeyleri söyleyen, eli yüzü düzgün, Emily Watson’un oyunu ile -her zamanki gibi- göz doldurduğu ve popüler/ticarî sinemanın kalıplarında ilerleyen bir çalışma. Sık sık bir televizyon filminin “normalliği” içinde hareket eden film seyircisini hiç şaşırtmaması nedeni ile pek de kalıcı olamıyor. Yine de, azrailin/ölümün zaman zaman anlatıcı rolünü üstlendiği bu çalışma, rahatça seyredilmesi, kötülüğün karşısına iyiyi koyması ve umudu ayakta tutması ile ilgi çekebilir.

Çalışması ile Oscar’a aday olan John Williams’ın müziği (ki güçlü ve hikâyeye uyan bir müzik bu ama Williams’ın o klasik Hollywood formüllerini tıpatıp uyguladığını da söylemek gerekiyor) ve Florian Ballhaus’un özellikle karakterleri ve objeleri beyaz zemin (kar, bulutlar, buharlı trenin dumanı vs.) ile birlikte görüntülediği sahnelerde hayli ciddi bir çekicilik kazanan çalışması filmin profesyonel standartlarının yüksekliğinin kanıtı ve Brian Percival’ın güvenli ve dolayısı ile bilindik sulardan hiç ayrılmayan ve yönetmenin televizyonda yoğunlaşan kariyerinin izlerini taşıyan çalışması da hemen hiç risk içermiyor. Romanın “genç yetişkinler” için olan havasını sinemaya taşımayı başaran filmin bu bağlamda başarılı olduğu söylenebilir ama film hemen hiçbir anında özel bir yaratıcılık veya sinema dili açısından bir çekicilik oluşturamıyor. Karakterler tam da beklendiği gibi hareket ediyor ve konuşuyor, olaylar tahmin edileceği gibi gelişiyor vs. Öyle ki ölümün anlatıcı rolünü üstlenmesi bile özel bir heyecan yaratamıyor çoğunlukla. Filmin dil sorunu ise altyazı okuma özürlü ABD seyircisinin de, onun için film üreten ABD sinemasının da hiç değişmeyeceğinin yeni bir örneği olarak çıkıyor karşımıza ve çok rahatsız ediyor gerçekten. Almanya’da geçen ve tüm karakterlerin Alman olduğu filmde herkesin İngilizce konuşması artık alıştığımız bir durum ama bazılarının Alman aksanı ile (ana dili İngilizce olan oyuncuların Alman karakterleri canlandırdıkları için Alman aksanı ile konuşmaları üzerinde yorum yapmaya bile gerek olmayan bir saçmalık kuşkusuz) İngilizce konuşması, İngilizce konuşan karakterlerin “and” yerine özellikle “und” demesi veya benzer bir saçmalık ile, İngilizce bir cümlenin içinde -hayır demek için- “nein” kelimesini kullanmaları ya da marşların Almanca okunması gibi saçmalıkların savunulacak bir yanı yok elbette.

Kristal Gece’den kitap yakma törenine (ne kadar tanıdık olursa olsun, kesinlikle etkileyici oluyor içeriği nedeni ile) ve yakalarında sarı yıldızlarla yürüyen Yahudi kâfilesine görmeyi beklediğiniz her şeye yer veren senaryonun filmin adının aksine kitabı yeterince vurgulamadığını da söylemek gerekiyor. Kitap çalma/okuma/paylaşma sahnelerine rağmen bir obje ve sanatın sunum aracı olarak kitap ve hikâye anlatma yeterince kendisini gösteremiyor hikâyede. Sığınaktaki hikâye anlatma sahnesi örneğin, fazlası ile zorlama görünüyor ve beklenen duygusal etkileyiciliği yaratamıyor ki bunda yönetmenin mizanseninin ciddi payı var. Oysa H.G.Wells’in filmde de okunan, “The Invisible Man – Görünmez Adam” kitabının baş karakeri ile özdeşleştirilen bir karakteri var filmin ve hayli güçlü bir hikâyenin kaynağı olabilirmiş bu durum ama nerede ise öylesine dile getiriliyor bu, film tarafından. Yeterince başarı ile oluşturulamamış olsa da, genç kızın evlerinin bodrumunda sakladıkları genç Yahudi adama göremediği ve hissedemediği havanın durumunu tasvir etmesi ise kelimelerin gücünü göstermesi açısından önemli bir sahne olarak dikkat çekiyor.

Sophie Nélisse, Geoffrey Rush, Ben Schnetzer ve Nico Liersch’in idare eder bir oyun sergilediği filmin oyunculuk açısından öne çıkan ismi Emily Watson kesinlikle. Bir parça klişe çizilmiş olsa da, “aslında iyi kalpli olan huysuz” kadın rolüne filmin diğer unsurlarında göremediğimiz bir farklılık katıyor ve varlığı ile filmi renklendiriyor kesinlikle. Watson’un varlığı dışında, en trajik koşullar altında bile umudu ve dayanışmayı koruyan insanları yüceltmesi ve kötülüğün karşısında her zaman iyiliğin ve onu sunma aracı olarak sanatın bulunacağını hatırlatması da filmi çekici kılabilir. Özetle, çok önemli olmayan, seyredilip unutulacak türden ama profesyonelliğine lâf söylenemeyecek bir çalışma.

(“Kitap Hırsızı”)

Samba – Olivier Nakache / Eric Toledano (2014)

samba“Sakın telefonunu veya adresini verme. Yoksa ya gecenin üçünde teleforn ederler ya da sabah paspasında uyuyan birini bulursun”

Fransa’da kaçak olarak yaşayan Senegalli bir adam ve aşırı çalışmaktan psikolojik bunalıma giren bir kadının, ikincisinin terapisinin parçası olarak yaptığı göçmenlere yardım işinde karşılaşmaları ile gelişen olayların hikâyesi.

Bugüne kadar bir kısa film dışındaki tüm filmlerini birlikte yöneten Fransız sinemacılar Olivier Nakache ve Eric Toledano’nun Delphine Colin’in “Samba pour la France” adlı romanından -Muriel Coulin’in de katılımı ile- birlikte uyarladıkları ve yönettikleri bir Fransız filmi. İkilinin 2011 yapımı ve büyük ilgi toplayan “Intouchables – Can Dostum” filminde başrollerden birini paylaşan Omar Sy’ın ve ona eşlik eden Charlotte Gainsbourg, Tahar Rahim ve Izïa Higelin’in keyifli oyunlar sundukları film, mülteci olmak, bir ülkede kaçak yaşamak ve ne olursa olsun ayakta kalabilmek üzerine sırası ile dram, komedi ve tekrar dram formatında ilerleyen, ticari sinemanın kitlelere çekici gelecek yanlarını benimsemiş ve ele aldığı konunun aslında ne kadar can yakıcı olduğunu zaman zaman unutan/unutturan bir çalışma. Buna karşılık profesyonel bir anlatım, iyi oyunculuklar ve trajedinin içinde de umudu ve mizahı yitirmemek gerektiğini hatırlatması ile önemli ve ilgiyi hak eden bir çalışma.

Film bir düğünde eğlenen kalabalığı göstererek başlıyor ve salondaki düğün pastasını takip ederek önce mutfağa ve sonra da bulaşıkhaneye uğruyor. Kesintisiz tek çekimle oluşturulan bu sahne adeta üst sınıflardan alt sınıflara geçişi anlatırken, bir yandan da refah toplumunun kimlerin üzerine ayak basarak yükseldiğini de söylüyor bize. Ne var ki bu girişten sonra film bir daha bu “politik” sulara hiç dönmüyor ve önce bir parça dram, sonra romantiğinden hafif bir komedi ve ardından dramı ağır basan bir son bölümle devam ediyor. Hikâyenin “ciddi” konulardan özenle uzak durmayı seçmesinin başka örnekleri de var filmde: Aralıksız çalışma nedeni ile psikolojik bunalıma gören, günün moda deyimi ile “burned-out” olan kadının yaşadıkları üzerinden çalışma hayatına veya bireyleri sömüren düzene bir eleştiri gelecek diye bekleyebilirsniz ama kadının finaldeki “mutluluğu” tam aksi yönde bir mesaj veriyor bize. Mültecilerin, “yasadışı” yaşayan insanların trajedileri de filmin özellikle ortadaki üçte birlik bölümünde fazlası ile kayboluyor mizahın ve romantizmin içinde. Örneğin bir romantik komediye çok yakışacak “dans eden cam temizleyici” sahnesi (Tahar Rahimin kesinlikle çok keyifli oyununa rağmen) trajedinin çok da net olmayan izlerini de nerede ise tamamen yok ediyor. Filmin yaratıcılarının bilinçli bir tercihinin sonucu tüm bunlar: Nakache ve Toledano ikilisi hikâyeyi sıcaklığını ve umudunu hiç yitirmeyen bir havada anlatmayı seçmişler özellikle ve sonuçta da ortaya bu hafif, eğlenceli ve romantizmi ihmal etmeyen hikâye çıkmış. Belki de, filmin -istemeden de olsa verdiği- mesajını adamın telefonda konuştuğu Senegal’deki annesinin sözleri ile özetlemek mümkün: “Orada herkese iş var, değil mi? Çalışmıyorsan, suç senin demektir”.

Her sorunun çözümünü düzenin temel prensiplerini hiç sorgulamayan bir dayanışmada, aşkta ve mizahta bulan ve bunu seyircisine de öneren bu filmin kaçaklara yardımcı olmaya çalışan görevlilerin yaşadığı dil problemleri nedeni ile ortaya çıkan eğlenceli anlar, dans eden temizlikçi, oturma izni alana kadar fark edilmeden yaşamak üzerine olan görüntüleri ve diyalogları gibi etkileyici unsurları var. Buna karşılık parti sahnesinin gereğindan fazla uzadığını ve zaten fazlası ile yumuşak olan filme zarar verdiğini söylemek gerekiyor. Romantik hümanizm diye adlandırabileceğimiz bir havası olan filmden fazlasını beklememek gerekiyor aslında. Kaldı ki şu ya da bu şekilde –özellikle de bugünlerde iyice gündemde olan- mülteci sorununu, kendisine onurlu bir yaşam kurabilmek ve hatta bazen sadece hayatta kalabilmek için ülkelerinden başka ülkelere savrulan insanların trajedisini ve belki de en önemlisi, bu insanların da korkuları, umutları, aşk arayışları olan “sıradan” insanlar olduklarını hatırlatması ile ilgiyi hak eden bir film bu. Omar Sy’ın sakin, Charlotte Gainsbourg’un dinamik oyunculukları, Tahar Rahim’in “Latin kılıklı Arap” rolündeki eğlenceli ve Izïa Higelin’in başarılı yardımcı performanslarının da keyif verdiği çalışma geniş kitleler için çekilmiş ve temel olarak eğlendirmeyi hedeflemiş bir film ve bu eğlencenin peşinde olanları da mutlu edecektir.

(“Hayatımın Şansı”)

Dillinger – John Milius (1973)

Dillinger“Herkes sakin olsun, korkacak bir şey yok. Çetelerin en iyisi olan John Dillinger çetesi tarafından soyuluyorsunuz. Bugün kaybedeceğiniz birkaç dolar sayesinde çocuklarınıza ve torunlarınıza anlatacak hikâyeleriniz olacak. Bu hayatınızın en önemli anlarından biri olabilir; dikkat edin de sonuncusu olmasın”

ABD’deki büyük bunalım döneminin en ünlü soyguncu çetelerinden birinin lideri olan John Dillinger ve peşindeki FBI ajanı Melvin Purbis’in hikâyesi.

Sinemaya ilgi gören filmlerin senaristi olarak başlayan John Milius’un hem yazıp yönettiği bir film. Amerikan sinemasının en sağcı isimlerinden biri olan (kendisi gibi bir başka muhafazakâr isim olan Charlton Heston ile birlikte silahlanma hakkını savunan bir örgütün liderliğini yapmışlığı da var) ve bu nedenle Hollywood’un kendisinden hoşlanmadığını ifade eden John Milius bu filminde Amerikan tarihinin en ünlü gansgterlerinden birini tam kendi tarzında ele almış: Karşımızdaki film silahların patladığı anda coşan, örneğin Arthur Penn’in “Bonny and Clyde” filminde yaptığının aksine estetiği/stilizasyonu öne çıkarmadan ve çok daha düz bir sinema dili ile derdini anlatan ve baş oyuncusu -Dillinger’a fiziksel benzerliği dikkat çekici olan- Warren Oates’un keyifli performansı ile dikkat çeken bir çalışma. Ne var ki film aksiyonunda (ve sertliğinde) gösterdiği özeni karakterlerini ele alırken gösteremiyor ve bu da filmin kalıcılığını ciddi ölçüde etkiliyor.

1933 ile 1934 yılları arasında yaklaşık on iki banka soygunu yapan Dillinger’ın bu yıllarını (hayatının da son bir yılı aynı zamanda) ele alan hikâye, Dillinger’ı yargılamak/eleştirmek gibi işlere hiç girişmeden ve hatta onun esprili ve “cool” tavırlarını öne çıkararak anlatıyor derdini. İlginç olan, filmde zaman zaman devreye giren anlatıcının Dillinger’ın peşindeki FBI ajanı Purbis olması. Böyle bir anlatıcı rolüne niçin gerek duymuş bilmiyorum Milius ama bir anlatıcı kullanmak çok da doğru bir sonuç vermemiş görünüyor. Anlattıkları pek de önemli değil ve üstelik Dillinger’ın karakteri hikâyede o denli baskın ki ajanın anlatıcılığı ve kendisi iyice gölgede kalıyor. Böyle olunca da, fazlası ile kolay ve katkı sağlamayan bir tercih olarak duruyor anlatıcı kullanımı. İşin aslına bakılırsa, Milius’un konsantrasyonunu hikâyenin sert yanına, patlayan silahlara vs. verdiğini düşününce, onun bu kolaylığı özellikle tercih ettiğini düşünmek de mümkün. Evet, Milius tüm o çatışma sahnelerini, ateşlenen silahların görüntülerini veya vurulup düşen bedenleri gösterirken sinemasal bir keyif alıyor gibi görünüyor. Burada kastettiğim, öldürmenin ve kanın estetize edilmesi değil kesinlikle. Aksine tüm bu sahneleri tam bir “doğallık” içinde gösteriyor bize Milius ama o derece doğal ve nerede ise üzerinde hiç durmadan yapıyor ki bunu ister istemez şiddeti normal karşılamaya başlıyorsunuz.

Filmin senaristi ve yönetmeni olarak “harika bir iş” çıkardığını söylemiş sonradan Milius. Bu yargıya katılıp katılmamak bir filmden ne beklediğiniz ile doğrudan bağlantılı elbette. Yormayan bir hikâye ve yormayan bir sinema dili ile anlatılan bir aksiyon bekliyorsanız, Milius bunu fazlası ile veriyor size bu filmde. Ama sinema dilinde bir farklılık, hikâyede ve karakterlerde derinlikse derdiniz, film tatmin etmeyecektir kesinlikle. Bunu dikkate alarak izlemenin doğru olacağı filmin senaryosunda gerçekler “sinemasal gerçekler” ile yer değiştirmiş. Örneğin Dillinger’ı vuranın kim olduğu tam olarak bilinmiyor bugün bile ama Milius hikâyesinin dramını arttırmak için Purbis’e vermiş bu “şeref”i. Dillinger ile Purbis arasındaki mücadelenin kişisel bir boyuta taşındığını da sık sık ima ediyor Milius hikâye boyunca (ne var ki aradığı dramatik etkiyi sinemasal olarak pek de yakalayamıyor bununla) ama bunun da gerçekliği tartışmalı. Filmin sonunda, Dillinger’ın kadın arkadaşının daha sonrahiç evlenmediği söyleniyor. Oysa üstelik iki ayrı evlilik yapmış kadın gerçek hayatta. Son bir Milius kurnazlığı olarak, yine finalde FBI ajanının intihar ederken kullandığı silahın Dillinger’ı vurduğu silah olduğu söyleniyor ama bunun da gerçekle uzaktan yakından ilgisi yok.

Milius’un cezaevi görevlisinin ve araba tamircisinin Dillinger’ın fırlattığı parayı kapışmaları veya bardaki bir sahnede az önce kendilerinden çalınan ve Dillinger tarafından havaya atılan parayı kapışmak için koşuşturan insanları gösterdiği anlar, onun baş karakterine pek de yargılayıcı yaklaşmadığının göstergesi ve dönemin ekonomik bunalımının kurbanlarını yine bu dönemin adamı olan Dillinger ile adeta özdeşleştirmesi ile ilgi çekici. Warren Oates kadar Harry Dean Stanton, Ben Johnson ve Michelle Phillips’in de başarılı performanslar sergilediği filmin el bombalı, tabancalı, makineli tüfekli ve binlerce kurşun sesini duyduğumuz aksiyon sahneleri belki çok da orijinal görünmüyor ama bir etkileyicilik taşıdıkları açık ve filmi sürükleyen de bunlar oluyor. Milius her ne kadar tarzını benimsememiş olsa da, filminde en azından iki ayrı sahnede “Bonnie and Clyde” filminden esinlenmiş görünüyor: Dillinger ve kadın arkadaşının restoranda FBI ajanı ile karşılaşmaları (ki bu da Milius’un hayal gücünün ürünü olsa gerek) ve aile çiftliğini ziyaret sahnesi (buradaki romantik dans görüntüsünün eğretiliği o kadar açık ki Milius’un neden kurguda atmadığını bu sahneyi anlamak zor gerçekten) kesinlikle Arthur Penn’e borçlular varlıklarını.

(“Dilinger – Gangsterler Kralı”)