Deli Yusuf – Atıf Yılmaz (1975)

Deli Yusuf“El ele vereceğiz. Kaba kuvvete karşı tek vücut olacağız. Korku içinde, köpek gibi yaşamaya razı olmayacağız. Halkız biz!”

Siparişle yaptırdığı arabayı beğenmeyip yapan ustayı dövdüren ve yoksulların yaşadığı topraklara göz koyan bir zengin adama karşı çıkan, ustanın oğlunun hikâyesi.

Atıf Yılmaz’ın yönettiği ve senaryosunu Umur Bugay, Berrin Giz ve Bülent Oran ile birlikte yazdığı film 1976’da Antalya’da En İyi Film ve En İyi Yönetmen ödüllerini kazanmıştı. Jüride Alim Şerif Onaran ve Attila Dorsay’ın yer aldığı bir yılda birincilik ödülü alması filmin başarısından çok, festivaldeki filmlerin düzeyinin düşüklüğüne işaret ediyor daha çok. Dönemin politik ortamının da izlerini taşıyan film, Köroğlu efsanesinin o günlere uyarlanmış hali olarak zengin bir Bey’e başkaldıran bir yiğit adamı anlatıyor bize. Efsanenin ve başkaldırının “ciddiyet”ini, saçmalık boyutuna varan mizah ve Cüneyt Arkın’ın vurdulu kırdılı sahneleri ile birlikte karşımıza getiren film, bu hali ile tam bir “çorba” görünümünde ve özellikle de baş karakterlerden biri olan arabanın tasarımı ile bir absürt eser görünümünü alıyor zaman zaman.

1980’li yılların kült TV dizisi “Kara Şimşek”te (Knight Rider) KITT adında bir araba vardı. Bu çok gelişmiş ve yapay akıl sahibi olan araba sahibinin sözünden anlardı. Filmimiz 1975 yapımı olduğuna göre ondan esinlenmiş değil, ona ilham vermiş gibi görünebilir ama bizim arabanın ilham kaynağı muhtemelen “The Love Bug” filmi ile hayatımıza giren ve sonraki devam filmlerinde de karşımıza çıkan Herbie adlı araç olsa gerek. Kabaca Köroğlu, Herbie ve Kara Şimsek hikâyelerinin birleşimi diyebileceğimiz senaryo bu tanımın da akla hemen getireceği gibi hayli absürt bir filme kaynaklık etmiş. Köroğlu’ndaki demirci ustasının yerini elinden her iş gelen bir tamirci, atın yerini bu tuhaf ve komik araba, Bolu Beyi’nin yerini de yörenin zengini almış hikâyemizde. Fötr şapkası, maneviyat ağırlıklı konuşmaları ve Ali Şen tarafından başarı ile sergilenen vücut dili ile Süleymen Demirel’i hatırlatan bu Bey yoksul halkı sömüren, aralarındaki yardakçıları ve hayır çeşmesi yaptırmak gibi gibi iyilikleri ile onların gözünü boyayan tam bir kötü karakter. Senaryo ilginç bir şekilde, ortada resmî bir iktidar yokmuş gibi davranıyor ve polis, jandarma gibi devletin güvenlik araçlarını hiç görmüyoruz ortada. Adeta dağ başındayız ve iktidar da zenginlerin elinde. Evet, gerçekte böyle zaten ve devlet dediğimiz sonuçta sermayenin iktidarının aracı olan bir yapı ama, filmimizdeki eksikliğin bu yöndeki bir politik görüşün sonucu olduğu kuşkulu biraz.

Atıf Yılmaz’ın filmi dikkat çeken politik değinmelere sahip. Mahalledeki karakterlerden biri kahramanımızın mücadelesinde daha ilk günden yanında duran ve zengin adama karşı tek başına karşı çıkacak cesareti de olan bir adam ve adamın bıyıkları o dönemde sol eğilimlilere has olan biçime sahip. Zengin Bey’in adamları ise bir örnek ve siyah kıyafetleri ile faşistleri çağrıştırıyor sürekli olarak. Kimin gerçekleştirdiği söylenmeyen bir suikast teşebbüsüne uğrayan Bey’in “Hep aynı rüyayı görüyorum: Fakir kılıklı, halktan biri üstüme ateş ediyor” ifadesi ise hem suikastin arkasında kimin olabileceğini söylüyor bize hem de sermayenin ayaklanan bir halktan korkusunu hatırlatıyor. Peki bu politik değinmeler filmin absürt havasından zarar görüyor mu diye sorarsak, cevap kesinlikle evet. Cahit Berkay’ın müziği belki kendi başına iyi ama filmin kimi sahnelerine pek de uygun düşmüyor ve o da bu tuhaflığı besliyor zaman zaman. Karton ve tenekeden oluşturulmuş görünen bir kaplamanın giydirildiği arabanın komik ötesi görünümü ve gerdeğe giremeyen adam gibi pek de komik olmayan karakterleri de büyütüyor bu tuhaflığı. Köroğlu’ndaki atın güzelliği ile bu arabanın -zengin adamın çok da doğru bir benzetme ile ifade ettiği gibi- maskara hali arasında hikâyelerin niyetlerindeki farkı da ortaya koyan bir zıtlık söz konusu.

O hep üzerinde tuttuğu tipik bakışları ve vücut dili ile oynayan Cüneyt Arkın’ın yumrukları ile aynı anda onlarca insanı devirdiği filmde, onunla romantizm yaşayan genç kadın rolündeki Zerrin Arbaş da bu tuhaf hikâye ile ne yapacağını bilemediğini gösteren bakışlarla oynuyor sürekli olarak. Karakterinin filmin başındaki şımarık genç kadından süratle duyarlı bir halk kadınına geçişi (askılı elbiseden basma elbise ve başörtüsüne geçiş de bunun sembolü oluyor) hiç ikna edici değil; benzer şekilde genç adamın bu karaktere nasıl ve neden aşık olduğu da herhalde sadece filmin yaratıcılarının bildiği bir sır. Erol Keskin’in senaryodan kaynaklanan bir abartıya rağmen eğlenceli bir performans sunduğu film, onun canlandırdğı karakteri mahalleye elinde tespih ve dinci sakalı ile göndererek, günümüz sinemasının yapmaktan çekineceği bir şey yapıyor. Mahalle halkı kahramanımızı yalnız bırakırken, onu ilk destekleyenlerden birinin mahallenin ayyaşı olması, zengin adamın halkı muhbirliğe davet etmesi veya “korku köleliktir” gibi cümlelerin sarf edilebilmesi de sinemamızın popüler örneklerinin bile bir zamanlar netameli konulara değinebildiğini hatırlatıyor bize acı bir şekilde. “Halk el ele verip durmazsa, zenginler için yapılmış lüks apartmanlar yükselecek bu topraklarda” cümlesi bugün kentsel dönüşüm adı altında yeni rant alanları yaratılmasının geçmişini hatırlatıyor bize. Keşke tüm bunlar Cüneyt Arkın’ın klişeleşmiş kavga sahnelerinin ve o komik ötesi arabanın altında kalmasaymış.

Pink Floyd’un “Time” şarkısının da -elbette izinsiz olarak- kullanıldığı film Cüneyt Arkın’ın ağzından duyduğumuz ve korkan mahalleliyi eleştirmek için kullandığı “… karısının donuna saklansın” gibi cinsiyetçi ifadelere de sahip (sonraların “feminist” yönetmeni Atıf Yılmaz’a senaryosuna da katkıda bulunduğu bir filmde yakışmıyor bu elbette). O günlerde normal olan ve bugünlerde de pek yadırganmayacak bu “delikanlılığa övgüyü erkeklik üzerinden yapma” alışkanlığına takılmamak gerekiyor elbette ama filmin ne olacağına karar verememiş haline takılmadan geçmek mümkün değil. Yine de tüm kusurlarına rağmen, ilgi gösterilebilecek bir film bu; yapabildiklerinden çok, yapmayı hedefledikleri nedeni ile olsa da…

Eyyvah Eyvah – Hakan Algül (2010)

eyyvah_eyvah“Ben senin oğlunum be ya! Ben senin oğlunum!”

Çocukken kendisine öldüğü söylenen babasının yaşadığını öğrenince, onu bulmak için İstanbul’a gelen ve burada bir gece kulübü şarkıcısı ile tanışan bir klarnetçinin hikâyesi.

1989 yılından bu yana tutulan istatistiklere göre 2,46 Milyon seyirci ile Türkiye sinemalarında en çok seyredilen otuzuncu film olan ve gördüğü ilgi üzerine iki devam filmi de çekilen (ilki 3,95 Milyon, ikincisi ise 3,41 Milyon kişi tarafından sinemalarda seyredilmiş bu devam filmlerinin) bir komedi. Ata Demirer’in senaryosunu yazdığı ve Demet Akbağ ile başrollerini paylaştığı filmin yönetmen koltuğunda serinin devam filmlerini de yöneten ve popüler komedileri ile bilinen Hakan Algül yer alıyor. Recep İvedik’lerin yollarını iyice açtığı sulu ve kaba komediler ile başarısız korku filmleri arasında sıkışmış gibi görünen sinemamızın popüler örnekleri içinde nispeten öne çıkan bir çalışma bu. Komedisi o denli kaba değil ve hatta zaman zaman keyifli, oyunculukları benzerlerinden daha iyi ve en azından elle tutulur bir hikâyenin varlığı ile dikkat çekiyor.

İyi yürekli ve yetenekli bir müzisyenin babasını ararken İstanbul’da yaşadıklarını karşımıza getiren film Ata Demirer’in meslektaşları ile kıyaslandığında takdir edilmesi gereken ekonomik oyunu ve Demet Akbağ’ın başarılı performansı ile dikkat çekiyor öncelikle. Akbağ yüzüne karakterine uyan abartılı ve yapay bir görüntü veren silikonlarının da desteklediği performansı ile döktürüyor kesinlikle. Başta röportaj sahnesi olmak üzere filmin komik anlarının çoğunda da o öne çıkıyor. Yan oyunculuklar da, başta menajer rolündeki Bülent Şakrak ve eski belalı sevgiliyi oynayan Ali Savaşçı olmak üzere dizginlenmiş performansları ile filmin oyunculuk başarısına katkı sağlamış. Bu durum, diğer popüler komedilerin zıvanadan çıkmış abartılı havasına uyan oyunculukları ile kıyaslandığında önemli ve kuşkusuz filmin lehine olan bir tercih. Kabalaşmadan da güldürebilmek diye özetleyebiliriz fimin bu yanını.

Senaryo da oyunculuklarda olduğu gibi, kabalaşmıyor, zorlamalara çok az başvuruyor ve seyircinin en ilkel meraklarına hitap etmemeye çalışıyor çoğunlukla. Evet, bu açıdan başarılı film ama yine de komedilerimizin kimi hastalıklarından epey nasiplenmiş yazık ki. Bu hastalıkların en başında da mizahın televizyon skeçlerinde gördüklerimizin ötesine geçememesi ve bir süreklilik gösterememesi geliyor. Mizahı ile birlikte ilerleyen bir hikâye yerine, zaman zaman adeta farklı küçük skeçlerden oluşuyormuş gibi akıyor film. Kimi karakterlerin ve onların yer aldığı sahnelerin hikâyeye yedirilememiş olması ve adeta Ata Demirer’in bir kenara not aldığı komikliği, hadi burada kullanayım demesi ile hikâyeye girmiş gibi görünmeleri zedeliyor filmi. Örneğin çakmakçı yaşlı adam karakterinin o çok da komik olmayan sahnesi ile hikâyede ne aradığını cevaplamak pek mümkün değil. Bu karakter ve sahne, elbette çok daha kabalaştırılarak bir Recep İvedik filmine koyulabilirmiş. Baş karakterin, anneannesinin değerli eşyalarını ve parasını sakladığı ve anlaşılan sıkça karıştırdığı kutusunda hep durduğu anlaşılan babasının fotoğrafını hikâyemiz başlayabilsin diye yeni keşfediyor olması gibi garipliklerden de muaf değil film ne yazık ki. Ana hikâye boyunca kimi durak noktalarında yaşananlar ve rastlanılan karakterler de her zaman yeterince eğlendirmiyor ve sahneler arası geçişlerin televizyon dizilerini hatırlatan biçimi filmin sinemasına zarar veriyor.

Yönetmen Hakan Algül’ün başarılı olduğu “aksiyon” sahneleri ve fiziksel mizahın hem içerik hem mizansen olarak başarıyla kotarılmış olması ile filmin ikinci yarısı, ilk yarısından daha eğlenceli kesinlikle. Özellikle Akbağ ve Demirer’in ikili sahneleri dinamizmi ve oyuncuların performansları ile filmin düzeyini yükseltiyor. Kaza sahnesinin başarısının dikkat çektiği bu bölümün dinamizmi ve komedisinin bütünselliğini koruyan havası keşke tüm filme yayılabilseymiş. Yine de sonuç olarak, sinemamızın popüler komedilerinin gittikçe daha da düşen düzeyi düşünüldüğünde, “parlak” olarak nitelenebilecek bir çalışma bu ve ilgi gösterilmeyi hak ediyor. Bu filme özgü olmayan bir “ikiyüzlülüğü” de anmadan geçmemeli. İstanbul’un eski havasını süratle yok eden bir sisteme hiç değinmeden, şehrin mahalle havasını taşıyan (ya da film için yaratılan setlerle korunmuş havası yaratılan) yerlerini kendine mekân seçerek bu insan sıcaklığını taşıyan yerleri sanki yaygınmış gibi gösteren görsel anlayışın ikiyüzlülüğünden söz ediyorum. Bu “mahalle havası” filmler için değil, yaşayanlar için gerekli asıl ve bu havayı yok eden sisteme de en azından bir lâf etmesi gerekiyor bu tür filmlerin.

Kullanılmış Biletler – Murathan Mungan

Kullanilmis-BiletlerOrtaokul sıralarında birini yerli, diğerini yabancı filmler çin kullandığı iki defter ile başlamış sinema üzerine yazmaya Murathan Mungan. “Kullanılmış Biletler” adını verdiği bu kitabını, kimi farklı gazete ve dergilerde daha önce yayımlanmış, kimi ise ilk kez okuyucu karşısına çıkan yazılardan seçerek oluşturmuş ve sinema üzerine düşünmüş, okumuş ama hepsinden öte sinemayı seven birinin kaleminden çıktığı belli olan yazıları ile çoğunlukla “… doğrudan filmlerin kendi üzerlerine değil, içerdikleri olgular nedeniyle söz söylemeye kışkırttıkları alanlar üzerine” söylemiş diyeceklerini. Bir edebiyatçının güçlü ve sıcak dilinin tadını taşıyan yazılar bunlar ve hem sinema ile ilgilenenlerin hem de filmlerdeki olguların sosyolojik, politik vb. analizleri ile ilgilenenlerin keyif alacağı içeriklere sahipler.

Gazetelerde yayınlanan yazılar daha hafif bir içeriğe sahip ve daha popüler filmler üzerine bir şeyler söylerken, çoğu dergilerde yayınlanan yazılar ise daha derin analizlere sahip: Örneğin Fellini’nin “Amarcord”u üzerine hayli doyurucu bir inceleme var kitapta. Sadece filmler değil, sinema seyircisi, sinema salonları, tiyatro – sinema ilişkisi, oyunculuk, mizansen vs. üzerine de yazılar var kitapta ve pek çok sinemaseverin üzerinde sık sık düşündüğü/düşünmesi gerektiği konulara değinen bu yazılar bir çırpıda okunabilecek akıcı bir üslupla yazılmışlar. “Bir filmi yalnızca gözlerimizle değil, aynı zamanda hayatımızla da seyrederiz” diyen Mungan neden bir filmden herkesin farklı duygularla ayrıldığını da izah etmiş oluyor bize. Girişte kendisinin de ifade ettiği gibi yazıların üslubu, yaklaşımı ve dili yazıldıkları dönemin de izlerini taşıyorlar. Örneğin 1970’li yıllara ait yazılarda dönemin yoğun politik ortamının birer izdüşümü olarak, filmlere hep politik açıdan yaklaşılmış ve örneğin “sınıf” kelimesi bolca kullanılmış. Buna karşılık, 2002 yılında Milliyet’te yayınlanan bir yazıda Ridley Scott’ın “Black Hawk Down – Kara Şahin Düştü” filminin seyir zevki yaratan teknik ustalığı övülürken, filmin Amerikan bakış açısı “Ama sonuçta kamera onların elinde, onlar kendi hikâyelerini, savaşa katılan kendi insanlarını anlatıyorlar” cümlesi ile anlaşılabilir olarak kabul edilmiş.

Melodram üzerine yazılan “Bir Çocuk Odası Sanatı Olarak Melodram”, Douglas Sirk’ün “Imitation of Life – Zehirli hayat” filminde Lana Turner’ın bir sahnesinden yola çıkılarak yazılan ve sinemada türler arasında bir gezinti yapan “Melo” başta olmak üzere, her sinemaseverin keyifle okuyacağı yazıların yer aldığı kitapta gerçekten esaslı pek çok inceleme var . “Sinema sanatının doğası gereği çabuk eskidiğini” düşünen (bu eskime kelimenin o ilk akla gelen anlamında kullanılmıyor Mungan tarafından, sinemanın görselliğinin kesinliği nedeni ile eskimeye açık olmasını kastediyor ve bunun filmin iyi ya da kötü olmasından bağımsız olduğunu söylüyor) Mungan, bu eskimenin örneği olarak, günümüz teknolojisinin akıl almaz oyuncaklarından sonra 60’lı, 70’li yılların hangi casusluk macerası ağız tadı ile izlenebilir ki diyor, bu filmlerdeki teknoloji örneklerinin bugün komik göründüğünü ima ederek. Açıkçası hiç katılmadığım bir düşünce bu ve sıkı bir eski casusluk filminin gerçek bir sinemaseverin ağzında bırakacağı tadın anlatılamayacak kadar güzel olduğuna inanıyorum.

“Edebiyat, bizim hayal gücümüzü canlandırır. Sinemadaysa başkalarının hayal gücünü seyrederiz” diyen Murathan Mungan’ın kaleminden çıkan yazılar İstanbul Film Festivali’nin “Sinema Günleri” zamanlarını bilen ve festivali hâlâ bu isimle çağıranların özellikle hoşuna gidecektir diye düşünüyorum.

Rien Ne Va Plus – Enrico Ruggeri (1986)

İtalyan Enrico Ruggeri’nin şarkısı adeta, ölümünden sonra keşfedilmiş bir Jacques Brel eseri. Sadece şarkının adına ve bazı sözlerine değii, tümüne hâkim olan Fransız havasını çok iyi yorumluyor Ruggeri ve sanki eski bir Fransız filminden ilham almışa benzeyen, çok şey yaşamış bir adamın kabullenmişlik, olgunluk ve kırıklık içeren sözlerini sakin ve yüreğe dokunan bir şekilde söylüyor. İtalyanca, bir “Fransız” şarkısına bu denli yakışırmış demek! Tekrarlanan “Rien ne va plus” sözlerinin üçüncüsündeki melodiden etkilenmemek ve özellikle de “ah, pour toujours” bölümündeki iç çekişe eşlik etmemek mümkün değil.