Umut Dünyası – Safa Önal (1973)

Umut_dunyasi“Ümidini kes artık! Zeynep yok, dönmeyecek. Gitmekle sana iyilik ettiğini sanıyor o budala. Senin iyiliklerine karşılık fedakârlık yaptığını sanıyor. Belki de haklı…”

Avustralya’ya işçi olarak gitme hayali kuran genç bir adam ile onun evine sığınmak zorunda kalan kimsesiz bir genç kadının hikâyesi.

Türk sineması için yüzlerce senaryo yazan Safa Önal’ın bu kez hem yazıp hem yönettiği bir film. Afişindeki “Bu normal bir aşk filmi değildir” ibaresini yüzde yüz doğrulayan bir içeriği olmasa da, 1973 yapımı filmin klasik Yeşilçam anlayışına kimi yönleri ile uzak durduğunu söylemek gerekiyor. Başrollerdeki Tarık Akan ve Necla Nazır’ın (24 ve 17 yaşlarındaki halleri ile) birbirlerine çok yakışan bir ikiliyi oynadıkları filmde özellikle Tarık Akan’ın oyunu da hayli dikkat çekiyor. Safa Önal’ın ustası olduğu edebî dilden bu kez çoğunlukla uzak durmayı seçmiş göründüğü filmin hikâyesi de dönemin örneklerinden çoğunlukla farklı ilerliyor ama kimi önemli problemlere de sahip, özellikle “politik” açıdan.

Yalçın Tura’nın, taşıdığı yerel ve hüzünlü motifler ile filme hayli yakışan müziği eşliğinde anlatılan hikâye genç bir işçinin kendisi için kurduğu bir hayali, Avustralya’ya gidip işçi olarak rahat bir yaşam kurma hayali bu, gerçekleştirmek için çalışırken karşısına çıkan genç bir kadınla yaşadığı aşkın bu hayalini olumlu ve olumsuz olarak etkilemesini getiriyor karşımıza. Almanya’nın hâlâ popüler bir göç hedefi olduğu 1973 yılında, ülkenin gündemine yeni giren bir ülkeydi Avustralya ve dönemin çok satan gazetesi Günaydın’da yayımlanan Ertuğrul Akbay röportajı “Avustralya’da 150 Bin Türk” gazeteye ciddi bir tiraj artışı sağlamıştı. Filmde de bu röportajın basılı olduğu gazeteler elden ele dolaşıyor ve pek çok yoksulun “umut dünyası”nın önemli bir parçası oluyor. Safa Önal’ın dönemin önemli bir konusunu üstelik gerçek bir gazete röportajı üzerinden hikâyesine yedirmesi “Yeşilçam dışı” bir davranış ve filmi de özel kılan durumlardan biri. Nerede ise ütopik bir ülke olarak hayal edilen Avustralya’yı ve oraya göç etme hayalini senaryosuna ustalıkla eklemlemiş Önal. Bunu yaparken gerçekçilikten de çok az kopmuş dönemin Yeşilçam’ı ile kıyaslandığında. Duvarlarında siyasî parti sloganlarının yazılı olduğu sokaklar, mahallelerin yazlık sinemaları, İspanyol paçalı dar pantolar vs. günlerinde İstanbul’da geçen hikâyede Safa Önal hemen hiç pot kırmadan (ünlüleri tanıyarak kameraya bakan halk gibi) çekmeyi başardığı dış sahneler ile de artan bir gerçekçilik duygusunu elde etmeyi ve hikâye boyunca da korumayı başararak önemli bir iş yapıyor. Zaman zaman kamera ile İstanbul’u bir tepeden görüntülediği/taradığı anlar ise iyi niyetli ama sinema dili olarak yetersiz ve filmin gerçekçiliğini ve hikâyenin “yoksul çoğunluğun” dünyasına göz atan bakışını zenginleştirme açısından bir fırsatın kaçmasına neden olmuş.

Safa Önal’ın senaryosu dükkanında rakı içen esnaf gibi bugün görmemiz pek mümkün olmayan bir mahalle resmi de çiziyor bize ve burada yaşayanların dayanışmasını da tipik bir Yeşilçam geleneği olarak kutsuyor. Buna karşılık “mahalle baskısı” konusunda pek de doğru bir tutum alamamış gibi görünüyor film. Evlenmeden birlikte yaşayan gençlerin “ahlâksızlığı”ndan (mahallelinin düşündüğünün aksine ellleri bile birbirine değmemiştir oysa!) rahatsız olan komşuların evleneceklerini öğrenince tavırlarının yüz seksen derece değişmesini nasıl anlatması gerektiğini bilememiş gibi görünüyor Önal. Kısa bir an için komediye başvursa da daha sonra tamamı ile unutuyor bu konuyu ve adeta ilk tepkisel tavırlarını da doğrularcasına, komşuların evlilik haberinden sonraki desteklerini öne çıkarıyor. Özetle, mahallenin ahlâk anlayışındaki ikyüzlülüğün (“Erkek adam karda yürür izini belli etmez; kendine laf getirmez”) arkasında durmuş oluyor hikâye. Safa Önal’ın filmin iki patron karakterinden Türk olanını başta onca huysuz ve acımasız göstermesine rağmen sonradan sevimli bir adama dönüştürürken, gayrimüslim olanını göründüğü iki sahnede de şeytansı olarak yansıtmasını da rahatsız edici bir tercih olarak not etmek gerekiyor. Evsahibinin çocuğu karakterinin hiçbir işlevi olmadan senaryoda onca yer alması (bir Almancı çiftin bakılması için babaanneye bıraktığı bir karakter olarak, hikâyedeki Avustralya’ya göç ile bağlantısının kurulması düşünülmüş ama sonra unutulmuş gibi görünüyor bu niyet) veya düğün sahnesinin gereksiz bir şekilde uzun tutulmuş olması da senaryonun problemleri arasında yer alıyor.

Safa Önal’ın yönetmen olarak filme özel bir katkısı -dış mekan çekimleri dışında- pek yok gibi görünse de mizansen anlayışının masum ve zarif bir aşkı anlatmak için doğru tonlara sahip olduğu söylenebilir. Mezarlık sahnesinde ney sesi kullanmak gibi Yeşilçam klişelerinden -herhalde bunun yapmamanın bir günah olduğunu düşünen Yeşilçam’da var olmuş bir isim için normal kabul etmeli bunu- kaçınamamayı bir kenara koyarsak, trajik bir olaydan sonra genç adamın karısını hayata tekrar bağlamak için yaptıkları, başta restorandaki tüm sahne olmak üzere epey etkileyici ve Önal’ın yönetmen ve senarist olarak başarı hanesine eklenmesi gerekiyor bu anların. Tarık Akan da başta sözü geçen bu sahne olmak üzere masum, sevecen, mahçup ve yürekli bir delikanlı olan karakterini samimi ve sıcak bir performans ile canlandırarak filmin başarısına çok ciddi bir katkı sağlıyor ve seyirciyi kendi umut dünyasının parçası yapıyor etkileyici oyunu ile. Finali ile de farklı (ki aslında daha da radikal bir farklılığı kaçırmış film, hikâyeye ille de bir son verme kuralına uyduğu için) olan bu Yeşilçam yapımı görülmeyi hak ediyor kesinlikle.

The Dark Half – George A. Romero (1993)

The Dark Half“Bilinçaltınızda onun yaşamasını istediniz. Bunu gerçekten istediniz ve o da gerçek oldu”

Yazdığı popüler romanlarındaki bir karakterin hayatını ele geçirmeye çalıştığı bir yazarın hikâyesi.

Stephen King’in aynı adlı romanından senaryosunu George A. Romero’nun yazdığı ve yine Romero’nun yönettiği bir film. Sinemadaki sayısız King uyarlamalarından biri olan ama başarılı olanları arasında yer aldığı söylenemeyecek olan çalışma 1991’de çekilmiş olsa da yapımcı Orion firmasının finansal problemleri nedeni ile iki yıl sonra girebilmiş gösterime. Başta “serçe”li sahneleri olmak üzere kimi etkileyici anları olsa da ve belki yeni olmayan ama doğası gereği bir çekicilik barındıran yazarıın “alter-ego”sunun canlanması gibi çekici bir noktadan yola çıksa da, film Romero’nun ürkütücü başyapıtlarının yanına yaklaşamıyor pek. Genellikle düşük bütçeli küçük filmlerdeki başarısı ile tanınan yönetmenin burada büyük bir bütçe ile çalışması mı filmin çoğunlukla sıradan görünmesine neden olmuş bilmiyorum ama sonuç çok tatmin edici değil kesinlikle.

Çocukluğundan beri yazar olmak isteyen, kendi adı ile yazdığı düzeyli eserleri pek ilgi görmeyen ama takma ad ile yazdığı ve vahşi bir katili konu alan popüler cinayet roman serisi ile başarı kazanan bir yazarı anlatıyor hikâye. Onun bu sırrını öğrenen bir adamın kendisine şantaj yapması üzerine sırrını kendisi açıklamaya karar veriyor ve sembolik bir törenle bu katil karakterini öldürerek mezara koymaya karar veriyor yayıncısının önerisi üzerine. Sonrasında gizemli cinayetler başlıyor şüpheyi yazarın üzerine çeken. Hikâyenin gerisi cinayetleri işleyenin kim olduğu ve arada yazarımızın başının içinde duyduğu kuş seslerinin ve zaman zaman görüntüye giren binlerce serçenin anlamı üzerine merak uyandıran bir şekilde ilerliyor. Bu merak uyandırma kısmında yer alıyor filmin problemlerinden biri. Hem yazarı hem cinayetleri işleyen karakteri canlandıran ve başarılı makyajın yardımı ile bu karakterlerin ikincisinde aslında tedirgin edici olmayı da başaran Timothy Hutton’ın trajedisi sanatçının oyunculuğunun da pek yükseltemediği bir düzeyde kalıyor ve olması gerektiği kadar etkileyemiyor seyredeni. Filmin sürprizi ise bir Stephen King eseri bağlamında düşünüldüğünde bile ikna edici değil ve bu nedenle beklenen etkiyi yaratamıyor. Kötü karakterin etkileyici ama hikâyeyi sürükleyecek güçte olmaması da filme zarar veriyor.

Bir korku filmine, özellikle de gizem üzerine kurulu bir korku filminin hikâyesine pek uymayan düz bir sinema dili kullanmış George A. Romero ve çok başarılı birkaç sahne dışında çekici bir sinemasal tat da yaratamamış. Serçelerin olduğu tüm sahneler ki bunlarda görüntü yönetmeni Tony Pierce-Roberts’ın ciddi katkısını anmak gerek, çok başarılı. Örneğin finalde evin içinde binlerce serçenin yarattığı kıyametten etkilenmemek mümkün değil. Bu görsel başarısını tüm süresine yayamaması ve hikâyesinin tüm ilginç yanlarına rağmen yeterince sürükleyici olmaması filmi başarılı yapımların arasına koymaya engel oluyor ne yazık ki. King’in romanında da yer alan pipolu eksantrik yaşlı akademisyen kadın karakterinin başlıca örneği olduğu klişe karakterler de yardımcı olmuyor filme. Gerçeğe dönüşen rüyanın zaten pek başarılı olmayan görselliğinin bir de klişeye yakın bir hava taşıması da Romero’ya pek yakışmamış açıkçası.

Yine bir King uyarlaması olan “Misery – Ölüm Kitabı”nda bir hayranı yazarın bir karakteri öldürmemesi için ne gerekiyorsa yapıyordu; burada ise karakterin kendisi bu sonuna kadar gitme işini üstlenmiş görünüyor. Ne var ki bu yapımların ilkinin çekiciliği yok burada ve film bir türlü belli bir düzeyin üzerine çıkamıyor. Yazarımızın ikiz çocuk babası olması, hikâyenin başında verdiği bir ders sırasında öğrencilerine içlerindeki ikinci kişiliği serbest bırakmak üzerine bir konuşma yapması ve sürprizin ikiz olmakla bağlantılı olması gibi ortak bir temaya sahip unsurların birbirini bütünleyici bir şekilde kullanılamamış olmasını da filmin problemleri arasına eklemek gerekiyor. Peki bunca kusuruna rağmen filmi en azından “görülmesinde yarar var” kategorisine koyabilir miyiz sorusunun cevabı ise evet sanırım. Filme zarar verse de tüm o klişelerin (görsellik, karakter ve olay örgüsündeki) bir süre sonra hissettirdiği nostalji de önemli ama asıl olarak efektlerin yukarıda belirtilen final sahnesindeki kullanımı filmi seyre değer kılan. Kuşların bir adamı parçalayarak yok etmesi sahnesindeki beceriye şapka çıkarmak gerekiyor kesinlikle.

(“Hayatı Emen Karanlık”)

Urok – Kristina Grozeva / Petar Valchanov (2014)

Urok“Bana buraya yağ çekmeye geldiniz, değil mi? Bana yağ çekeceksiniz ve ben dur diyene kadar yağ çekmeye devam edeceksiniz. Eğer iyi yağ çekemezseniz, size sözleşmedeki maddeyi gösteririm. O maddede ödemeyi zamanında yapmazsanız, faiz oranını istediğim kadar artırabileceğim yazıyor ve eğer bana iyi yağ çekmezseniz, bu hakkımı kullanırım. Anlaşıldı mı?”

Sınıfında olan bir hırsızlığın failini bulmak ve ona ders vermek isteyen bir öğretmenin karşılaştığı maddi bir problem nedeni ile kendi doğruları konusunda tereddüde düşmesinin hikâyesi.

Bulgar sinemacılar Kristina Grozeva ve Petar Valchanov’un birlikte yazıp yönettikleri bir Bulgaristan ve Yunanistan ortak yapımı. Küçük bir Bulgar kasabasındaki bir kadın öğretmenin evinin elinden alınmasına neden olacak bir maddi kriz karşısında yaptıkları/yapmak zorunda kaldıklarına eğilen film trajik denebilecek bir hikâyeyi sakin ve belgesele yakın bir dil ile anlatan, atmosferi ile zaman zaman Romanya sinemasının son dönemdeki gerçekçi örneklerini hatırlatan ve başroldeki Margita Gosheva’nın duygularını çarpıcı bir biçimde “gizlediği” performansı ile dikkat çektiği başarılı bir çalışma.

İngilizce öğretmenliği yapan öğretmenin, kocasının beceriksizliği sonucu kredi borcu ödenemeyen evlerinin banka tarafından açık arttırmaya çıkarılarak satılmasını önlemeye çalışırken bir yandan da sınıfında olan bir hırsızlığın sorumlusu olan öğrenciyi bulmaya çalışmasını anlatıyor filmin hikâyesi. Kocasının onararak satmaya çalıştığı ama pek de başaramadığı karavanı için yaptığı harcamalar nedeni ile evleri için aldıkları kredinin borcunun ödenememesi sorunu ile karşı karşıya kalan kadın ek gelir için de alacağını bir türlü tahsil edemediği bir şirket için çeviri yapıyor. Gelir durumu iyi olmayan bir ailenin hikâyesi var karşımızda ve kocasının pasifliğini dengelercesine çözüm için her yolu zorlayan bir kadın karakteri anlatıyor bize film. Sınıfındaki hırsız öğrenci için “Kim olduğunu bulacağım ve ona güzel bir ders vereceğim” diyen kadının vermeyi niyetlendiği dersin hayat tarafından kendi önüne konması filmin başarı ile işlediği bir çelişkiyi yaratıyor ve Kristina Grozeva ve Petar Valchanov’un başarılı senaryosu ve yönetmenliği hikâyeyi seyre değer kılıyor kesinlikle. Oldukça sakin bir dili var iki sinemacının (ilk sinema filmleri olan “Avariyno Katzane – Zorunlu İniş” i de yine birlikte çekmişler) ve en dramatik anlarda bile kameralarını yorumlayan değil tespit eden bir biçimde kullanmışlar. Başroldeki Margita Gosheva’nın usta oyunculuğu da filmin bu sakin ve gerçekçi havasını destekliyor ve zenginleştiriyor. Kadının finalde çaresizlik sonucu başvurduğu eylem filmin gerçekçiliğinin dışında kalıyor gibi görünse de akıllı bir mizansenle bu eyleme “uzaktan” bakıyor kamera ve bu doğru tercih ile hikâyenin gerçekçiliğine zarar vermemeyi başarıyor yönetmenler. İki sinemacının el kamerası tercihleri ve kimi rollerde amatör oyuncu kullanımı da seçtikleri biçimsel anlayışa uygun görünüyor ve doğallığı besliyor hikâye boyunca. Bunların da üzerinde filmin belki de asıl başarısı, özellikle ilk yarım saatinden itibaren yaratmayı başardığı tedirginlik duygusu.

Kameranın hemen her anını takip ettiği kadının peş peşe gelen aksiliklerle baş etmeye çalışırken, planlar yapar ve bu planlar bozulduğunda bir yenisini kurmaya çalışırken ve belki de en önemlisi onurunu yitirmemeye çalışırken yaşadıkları gittikçe artan dozda bir tedirginliğe neden oluyor seyirci üzerinde. Edebiyattaki o sıkı küçük hikâyelerin tadını taşıyan senaryo “çakraların tıkanması” üzerinden yarattığı espri ile bile bu tedirginliği beslemeyi başarıyor. Filmin yoksulluk, bürokrasi ve suçlunun “iktidar”la işbirliği gibi konuları da ihmal etmeden derdini anlatabilmesi ve bunu tıpkı yukarıda vurguladığım gibi Romanya sinemasının başarılı örneklerinin düzeyindeki gerçekçi diyaloglarla destekleyebilmesi, Krum Rodriguez’in uzun planlarda alttan alta hep bir tedirginliği vermeyi başaran görüntüleri ve başarılı sosyal gerçekçiliği ile önemli bir çalışma bu ve Bulgaristan sineması için de ciddi bir başarı örneği. Margita Gosheva’nın karakterinin duygularını, mücadelelerini ve eylemlerini en ufak bir abartıya başvurmadan canlandırmaktaki üstün başarısının en büyük ödüllerinden biri olduğu film görülmeli, özet olarak.

(“The Lesson” – “Ders”)

Gods and Generals – Ron Maxwell (2003)

Gods and Generals“Bu savaşın sonunu görecek kadar yaşayabileceğimi sanmıyorum; sonunda zafer olmayacaksa görmek de istemem zaten”

Amerikan İç Savaşı’nda, Güney’in Konfederasyon birliklerinin komutanı T.J. Stonewall Jackson’ın Kuzey’in ordularına karşı kazandığı savaşların hikâyesi.

Jeffrey M. Shaara’nın romanından Ron Maxwell’in uyarladığı ve yönettiği bir film. Maxwell’in 1993 yapımı “Gettysburg” filminin öncülü olarak çekilen film henüz çekilmeyen “Last Full Measure” adlı film ile birlikte, Maxwell’in Amerikan İç Savaşı üçlemesinin de parçalarından biri. Kronolojik olarak, “Gettysburg” filminde anlatılan savaşın öncesini karşımıza getiren film vizyona çıkan 220 dakikalık versiyonu ile hayli uzun bir çalışma ve yönetmenin dili de filmin adeta televizyon için çekilmiş bir mini dizi havası yaratmasına neden olmuş. Amerikan tarihine (dünya tarihi ile kıyaslandığında hayli kısa bir süresi olan tarih olsa da Hollywood’un hikâye üzerine hikâye üretmesine engel değil bu durum elbette) ilgisi olanlarıa belki ama Amerikalılara kesinlikle hitap eden bir çalışma bu. Ne var ki teknik kimi başarılarına karşın, filmin sinemasal bir çekiciliği pek yok. Amerikan milliyetçiliğine ve vatanın ve ulusun birliğine adanmış görünen hali ile özellikle Güney’deki okullarda tarih dersinin malzemesi olarak kullanılabilecek bir film diye nitelemek pek de yanlış olmaz bu eseri açıkçası.

Çok kalabalık bir figüran kadrosu ile çekilmiş film ve özellikle savaş sahnelerinde bunun da ciddi faydasını görüyor. Filmde gönüllü olarak yer alan binlerce figüranın büyük bir kısmı, “re-enactor” adı verilen ve tarihteki olayları dönemin kıyafetlerini giyerek canlandıran kişilerden oluşuyor. Bu kişilerin neden gönüllü olduğu filmi seyredince kolaylıkla anlaşılabilir. Çoğunlukla kameranın Güney’in tarafına konduğu film her iki tarafa da bir eleştiri getirmekten özenle kaçınırken, temel olarak iki tarafın da ne derece saygıdeğer, fedakâr, cesur ve inançlarının bedelini ödemeye hazır bireyler olduklarını söylüyor sürekli olarak. Bağımsızlığını ilan eden güney eyaletleri de, birliği korumaya çalışan ve isyancılara savaş açan kuzey eyaletleri de hikâyeden övgülerini alıyorlar ve film iki tarafı da “onurlandıracak” bir içerik tutturmayı başarıyor (bunun sinemasal bir başarı olmadığını söylemeye gerek yok sanırım). Özetle, film itina ile anlatıyor derdini kimseyi ürkütmemeyi başararak.

Hikâyenin temelinde savaş, hem de iç savaş gibi korkunç bir olgu olsa da film bir tarih dersi havasını özenle koruduğu için pek çok fırsatı da kaçırıyor aslında. Bir ulus olma ya da olunan ulus halini koruma çabasının hikâyesi doğal olarak kardeş ile kardeşi karşı karşıya getiriyor. Burada üstelik bir ilave nokta daha var: İrlandalılar üzerinden anlatıldığı gibi, “Yeni Kıta”ya göç eden aynı etnik kökenden insanların tesadüflerin sonucu olarak şimdi birbirleri ile savaşması gibi sıkı bir trajik yanı da var bu savaşın. Ne var ki film, bu başta olmak üzere pek çok fırsatı hem yeterli olmayan bir sinema ile getiriyor karşımıza hem de filmin o çok uzun süresi içinde ve bir süre sonra yarattığı sıkıcılık içinde kayboluyor bu fırsatlar. Üstelik diyaloglar aracılığı ile de altı çizilmesine rağmen bu unsurların bir etkileyiciliğe sahip kılınamaması filmin vasatlığının örneklerinden sadece biri. Açılış jeneriği sırasında rüzgârda dalgalanan halleri ile karşımıza getirilen güney ile kuzey ordularındaki farklı eyaletlerin birliklerinin bayrakları ve bu görüntüye eşlik eden ve Mary Fahl tarafından seslendirilen “Going Home” şarkısının vaat ettiği bir anti-militarizmin çok uzağına düşmesi de filmin yanlış tercihlerinden biri. Onca farklı karakteri olan filmdeki tek kötü karakterlerin üç ordu kaçağı olması aslında filmin durmayı seçtiği noktayı göstermek için yeterli. Seyirciyi bol bol milliyetçilik ve din söylemlerine maruz bırakan film herhalde ortalama ve muhafazakâr bir Amerikan vatandaşında -eğer zaten asmamışsa- evine bir Amerikan bayrağı asmak ve ardından kiliseye gidip bu yüce “ulus” için kanını dökenlere minnettarlık duası etmek hissini uyandırmıştır. Oysa film çok başka şeyler anlatabilirdi bize: Değinir gibi yaptığı kölelik olgusu, tek bir sahnede gösterip sonra hiç üzerinde durmadığı çıplak ayaklı askerler veya iç savaşın gerçek nedenleri gibi. Ne var ki filmin derdi bir resmi tarih dersi olmaktan ileriye gidememiş ve bu ders de eğer özel bir merakınız yoksa sık sık hayli sıkıcı da oluyor üstelik.

Hikâyesinin problemlerini sinemasal tercihleri ile de giderememiş film: Örneğin kimi karakterler hikâyeye girip kayboluyorlar, espri katsın diye senaryoya katılmış görünen iki karakter havada kalıyor, filmi gereksiz uzatan ve Amerikan toplumunun “yüce”liğini göstermek amacını taşıdığı belli olan sahneler filme zarar veriyor vs. Savaş alanında iki tarafın taktiklerini defalarca neden dinlemek zorunda kaldığımızın da sinema sanatı içinde bir cevabı yok başka örnek de vermek gerekirse gereksiz sahnelere. Hayli düz bir dil ile ve gerçekçi bir havada anlatılan hikâyede komutanın çarpışma öncesi askerlerine değil de bize (tarih dersini dinleyen öğrencilere bir başka ifade ile) konuşur gibi sahnelenmesi de tuhaf bir tercih olmuş kesinlikle. Savaşın korkunçluğunu göstermek için onca fırsatı olan filmin kolu kopmuş bir asker sahnesi ile (ki kesinlikle çok etkileyici) yetinmesi de tuhaf doğrusu. Kardeşin kardeşi öldürdüğü bir iç savaşın korkunç yüzünü anlatırken “sıcak” bir dil kullanmak ile özellikle mesafeli kalmak arasında bir ikilemde kalmış gibi görünüyor yönetmen Maxwell pek çok sahnede.

Kapanıştaki Bob Dylan şarkısı ve filmin Randy Edelman ve John Frizzell imzalı müzikleri, hayli kalabalık savaş sahnelerinin orkestrasyonu ve Kees Van Oostrum’un görüntü çalışması, çarpışmaya mola verildiği anda biri kuzeyli diğeir güneyli iki askerin kahve ve sigara takası için bir nehir üzerinde buluşması gibi kimi etkileyici anlarının kurtaramadığı bir film bu ama savaş sahnelerinin ve kuşkusuz Amerikan İç Savaşı’nın meraklıları için bir çekiciliği var yine de.

(“Tanrılar ve Generaller”)