Berlin Mektupları – Haldun Taner

berlin mektuplariKendisi için “Almanya’yı en az Türkiye kadar tanır” denen Haldun Taner’in Milliyet gazetesi için yazdığı köşe yazıları ve bir yazı dizisinden derlenen bir kitap. İlk bölümde yazarın Almanya’nın tarihinden, toplumsal yaşamından ve kültüründen söz eden yazıları ve orada çalışan Türk işçilerinin iki arada bir derede kalmışlığı üzerine görüşleri var. Kitabın ikinci bölümünde, Taner’in Avusturya’nın özgür bir ülke oluşunun 25. yılında 1980’de yazdığı ve ülkenin 1918 – 1980 arasında yaşadıklarını hızlı bir özetle toparlayan, “Viyana’nın Atlattığı Vartalar” başlıklı bir inceleme yer alıyor.

En eski tarihlisi 1976 ve en yenisi 1982 olan yazıların yer aldığı birinci bölümde, Taner bir yandan Almanya’yı bir yandan da iki toplum arasındaki sıkışmışlıkları ile o dönemde bugünkünden çok daha fazla gündem olan “Alamancılar”ı ele alıyor ve usta kalemi ile günümüzün köşe yazarlarının çoğunluğunun sığlığından ne kadar uzak yazabilen köşe yazarları olduğunu hatırlatıyor bize bir zamanlar. Yazıların anlık gözlemlere ve duyulanlara dayanmayıp, yazarın köklü Almanya bağlantılarının etkisini yansıtması daha da değerli kılıyor onları kuşkusuz. Kendi cümleleri ile, “Matbaa-yı Âmire müdürü olan büyükbabasının Almanya’dan getirdiği oyuncaklarla oynayan, onun Alman purosu kokan evini hatırlayan, lisede ikinci dil olarak Almanca’yı seçen, ilk üniversite tahsilini Almanya’da yapan, ikinci üniversite tahsilinde tez olarak Alman edebiyatını seçen, kitapları Almancaya çevrilen, aralıklarla Berlin’de yaşayan ve iki ülke arasındaki kimi kültür alışverişlerinde aracılık eden” yazarın konu hakkında söyleyecek çok sözünün olduğu açık ve o da yazılarına yansıtmış bu “uzman”lığını açıkçası. Bunun yanısıra Almanya’nın ve Avusturya’nın yaşadığı kimi tarihî dönemlerde oralarda yaşamak ve yaşananların birinci elden tanığı olmak gibi bir şansı da olmuş Haldun Taner’in ve bu sadece bu iki ülke ile de sınırlı değil bu şans. Fransa’da Halk Cephesi’nin kurulduğu sırada oradaymış ve Leon Blum’un kısa iktidar dönemini yakından izleme şansı olmuş örneğin. Elbette kaderi onu Almanya ile daha çok karşılaştırmış ve Hitler’in iktidarının ilk yıllarında Heidelberg’de bir üniversite öğrencisi olmaktan Almanya’nın Rhen bölgesini işgal ettiği gece orada olmaya veya Naziler’in Avusturya’yı ilhak ettikleri gün ve 1956’da Macar ihtilalinin kanlı bir biçimde bastırılması üzerine Macarlar’ın Avusturya’ya sığınması sırasında Viyana’da olmaya kadar uzanan pek çok tesadüf yazara epey tecrübe ve birikim kazandırmış kuşkusuz. Kısacası doğru yerde doğru zamanda olmuş tesadüfen de olsa Haldun Taner.

Taner’in Almanya ve Türkiye arasında adeta iki taraflı bir kültür elçisi olarak çalıştığını gösteren yazılarında Almanya’daki Türk işçilerinin sorunlarına da sık sık değindiğini ve çözüm önerileri ürettiğini görüyoruz ama ne yazık ki birkaç kuşağa yayılan bu sorunlar için hemen hiçbir şey yapılmadığını da üzülerek hatırlıyoruz. Büyük bir çoğunluğu Almanya ile ilgili olsa da yazıların, bu kapsam dışında kalanları da var içlerinde ve örneğin Mayıs 1982 tarihli “Kılık Kıyafet Üzerine” başlıklı olanında olduğu gibi Türkiye ve Avrupa halklarının giyim alışkanlıklarını karşılaştırırken doğrudan Almanya’ya hiç değinmiyor Taner. Kitabın “Berlin Mektupları” adını taşımasının nedeni yazıların Berlin’den gönderilen “mektup”lardan oluşması belki de asıl olarak. Yazıların nedense kronolojik olarak sıralanmadığı ve bu yapılmadığı gibi konuları benzer olanların da her zaman art arda dizilmediği kitapta sayıları az da olsa kimi yazılarda Taner’in hikâyeciliğinin havası da hissettiriyor kendisini, Temmuz 1981 tarihli “Topun Ağzı” başlıklı yazıda olduğu gibi.

Bir Not:
Mart 1982 tarihli “Adama İş Değil, İşe Adam Arasak” başlıklı yazıda Berlin’de bir edebiyat toplantısında kendi eserlerini seslendiren üç Türk gencinden söz ediyor Taner. “Sarışın delikanlı” olarak bahsediyor ilkinden ve adını yazmıyor. Hikâyesini okuyan bir diğerinin ise Metin Eloğlu’nun kızı olduğunu yazıyor ismini vermeden. Bugün edebiyatçılığı ile değil ama Alman sinema ve televizyon filmlerindeki oyunculuğu ile tanınan Şiir Eloğlu olsa gerek bu kişi. Üçüncüsün adının ise Abdülkerim Abdülhalik Zeytunlu olduğunu söylüyor ve okuduğu “Ausländer – Yabancı” isimli şiirinin kendisini ne kadar çok etkilediğini yazıyor. Bugün Almanya’daki “göçmen edebiyatı“nın ilk örneklerinden biri olarak kabul edilen bu şiirin yazarının gerçekten bir Türk mü olduğu yoksa şiirin bu ismi kullanan bir Alman tarafından mı yazıldığı bilinmiyor ve dergilerde basıldığında telif hakkı için yapılan çağrıya hiçbir zaman cevap alınamadığı söyleniyor. Taner’in şahsen dinlediği kişi gerçekten şairin kendisi miydi ve o kişi şimdi nerededir, bir bilgi yok kısacası.

Sherlock Holmes – Guy Ritchie (2009)

sherlock_holmes“Dışarıdan gelen sesi dinleyin, korkunun sesini. Bunu önce onları kontrol etmek sonra da dünyayı değiştirmek için kullanacağız”

Sherlock Holmes ve yardımcısı Doktor Watson’ın önce İngiltere’yi sonra da tüm dünyayı ele geçirmeye kalkışan ve devletin üst düzeyinde yer alanların da parçası olduğu bir organizasyonla mücadelesinin hikâyesi.

Arthur Conan Doyle’un yarattığı ve sessiz sinema döneminden başlayarak defalarca beyazperdede görünmeyi başaran dedektif Sherlock Holmes ve birlikte ayrılmaz bir ikili oluşturduğu yardımcısı Watson’ın Guy Ritchie tarzı bir uyarlaması. Doyle’un kimi hikâyelerinden esinlense de ve onun romanlarındaki kimi karakterleri -başta Holmes’un en büyük düşmanı Profesör Moriarty olmak üzere- kullansa da özgün bir hikâye var karşımızda. Gözlem gücü ve mantık yürütmedeki eşsiz yeteneği ile bilinen Holmes’un bu uyarlaması tam da Guy Ritchie’den bekleneceği gibi aksiyonun, zıpır bir mizahın ve dinamizmin öne çıktığı bir çalışma ve böyle olunca da seyretttiğimiz sık sık Doyle’un dünyası olmaktan çıkıp Ritchie’nin dünyasına dönüşüyor. Bu nedenle, Holmes’u tanımak ve onun filmdeki aksiyonun içinde sık sık kaybolan zekâsının keyfini sürmekten çok, Ritchie’nin “erkeksi” atmosferinin keyfini sürmek için izlenmesi gereken bir çalışma bu. Finalinin de açıkça ifade ettiği gibi bir devamı da (2011 yapımı “Sherlock Holmes: A Game of Shadows – Sherlock Holmes: Gölge Oyunları) da çekilen bu modern (bir parça yüzeysel ve içi boşaltılmış ifadelerini de içine alan bir modernlik bu elbette) Holmes uyarlaması ilgiyi hak ediyor şüphesiz ama bu daha çok Ritchie’nin teknik becerisi için; yoksa pek de çekici öğeleri olmayan hikâyesi için değil.

Bir aksiyon filminin temposu ve kurgusunun damgasını vurduğu sahne ile açılıyor film ve bu sahne bir bakıma bundan sonra iki saat boyunca izleyeceğimizin biçim ve içerik olarak da bir özetini yapıyor bize: Holmes’un fiziksel gücünü ve zekâsını, ve Watson’ın nasıl yetenekli bir yardımcı olduğunu, aksiyonu öne çıkaran, teknik oyunlara ve etkileyici kamera kullanımına başvuran, bol efektli ve dublörlü, hızlı kurgulanmış bir biçimde anlatan bir film seyredeceğiz. Filmden zevk almak istiyorsak da hikâyesine ve zaten yeterli olmayan hikâyenin aksiyonun altında kalmasına da aldırış etmeyeceğiz. Evet, Guy Ritchie tam kendi tarzında bir Sherlock Holmes filmi çıkarmış ortaya. Bol kavgalı ve gürültülü, modern çağlarda geçen filmlerindeki kadar -doğal olarak- olmasa da patlamalı ve silah sesleri ile dolu, kadın karakterlerin elbette erkeklerin gerisinde kaldığı, erkekler arası dayanışma veya çatışmanın öne çıktığı bir film bir başka ifade ile. Tüm bunlar kuşkusuz parlak bir teknik beceri ile çekilmiş sahnelerle geliyor karşımıza ve yavaşlatılmış (bazen de çok yavaşlatılmış) sahnelerle seyircinin gözünü boyamayı da başarıyor. Örneğin patlama sahnesi çok etkileyici kesinlikle. Peki tüm bunlardan geriye ne kalıyor derseniz, belki de bunu şöyle cevaplayabiliriz: Sherlock Holmes’ü değil, Sherlock “Bruce” Holmes’ü veya Sherlock “Bond” Holmes’ü seyrediyoruz iki saat boyunca. Bir Bruce Willis aksiyon filminde ne varsa burada da o var ve Holmes’ü Holmes yapan tüm fizik dışı becerileri, Willis’i Willis yapan tüm fizik becerilerinin altında kaybolup gidiyor çoğunlukla.

Senaryo pek de dert etmiyor ne anlattığını: Örneğin Holmes’ün neden iki haftadır odasından çıkmadığını ve pejmürde bir halde oturduğunu doğru dürüst anlatmaya uğraşmıyor bile hikâye. Kahramanımızın bu halini sonraki sahnelerdeki enerjikliği ile bir zıtlaşma aracı olarak kullanmakla yetiniyor sadece. Aslında hikâyede Holmes’ü ve onun kıvrak zekasını, gözlem gücünü ve analiz yeteneğini kanıtlayan pek çok öğe var ama nedense tüm bunları çok hızlı bir kurgu içinde sergiliyor Ritchie ve belki de dedektifin düşünme hızını vurgulamaya çalışırken, o hızın içinde onun zekâsının kaybolmasına neden oluyor. Bu hızlı kurgunun işlediği yerler de var ama; bir dövüş sahnesinde hasmını nasıl alt edeceğini planlayan Holmes çok etkileyici bir görüntü oluşturuyor örneğin. Watson ile Holmes arasındaki kimi ikili sahneler de (nişanlanan ve evlilik hazırlığı içinde olan, birlikte yaşadıkları evi terk etmek için toparlanan Watson’ın kendisine sitemkâr davranan Holmes ile olan ilişkisi “bir şey” ima etmiyor ama aralarında romanlarda hissettirilenden daha güçlü bir bağın olduğunu keşfetmemek mümkün değil) esprili diyalogları ve atışmaları ile keyif veriyor zaman zaman.

Guy Ritchie zaman zaman aksiyonun keyfine o kadar kaptırıyor ki kendini Holmes’ün devasa Fransızla dövüşünde olduğu gibi gereksiz uzatıyor bu sahneleri. Bir başka kusuru da filmin, kötü adamının yeterince karizmatik olmaması. Belki de finalde de vurgulandığı gibi, devam filminde karşımıza çıkacak olan Moriarty asıl kötü karakter ama bu filmin “kötü”sü o değil ve bu akıcı, eğlenceli, popüler havalı ve hatta komik filmin çekiciliğinin artmasına engel oluyor bu durum. Tüm kavga sahnelerini uzamış olmasına rağmen akıllı ve eğlenceli oyunlarla düzenleyen, finaldeki “açıklama” sahnesini sıkıcı ve klişe olmaktan çıkaran usta mizanseni ile de ilgiyi hak eden bir film bu. Özetlersek, ne Conan Doyle ne de Sherlock Holmes’i bize anlatabilen ama bu bir kenara bırakılırsa, eğlencelik olarak izlenebilecek ve bundan da pişman olunmayacak bir film bu. Watson rolündeki Jude Law’ın her zaman tanık olamadığımız keyifli performansı ama özellikle de Robert Downey Jr.’ın kesinlikle çok etkileyici Holmes’ü, etkileyici set tasarımları ve müzikleri bu bazı anlarında “Bond filmi” havası takınan çalışmayı seyre değer kılan diğer unsurlar olarak anılmayı hak ediyor.

Birdman or (The Unexpected Virtue of Ignorance) – Alejandro G. Iñárritu (2014)

Birdman“Kimin için anlamı var? Üçüncü çizgi roman uyarlamasından önce, kuş kostümünün içindekinin kim olduğunu insanlar unutmaya başlamadan önce vardı bir kariyerin. Tek dertleri oyun bittikten sonra kahve ve pasta için nereye gidecekleri olan bin zengin ve yaşlı beyaz için, 60 yıl önce yazılmış bir kitaptan uyarlanmış bir oyun sahneliyorsun. Yüzleş baba, bunun sanatla ilgisi yok! Bunu yeniden gündeme gelebilmek için yapıyorsun. Gündeme gelebilmek için insanların her gün savaştığı bir dünya var dışarıda ve sen böyle bir dünya yokmuş gibi davranıyorsun. Kasten görmezden geldiğin ve seni çoktan unutan bir dünyada olup bitiyor her şey. Gerçekten, kimsin sen? Blogger’lardan nefret ediyorsun. Twitter ile dalga geçiyorsun. Facebook sayfan bile yok. Var olmayan asıl sensin. Bunu yapmanın nedeni, tıpkı bizler gibi senin de önemsenmemekten korkuyor olman. Biliyor musun, haklısın. Önemsenmiyorsun. Önemli değilsin. Alış buna.”

Popüler fantastik filmlerde “KuşAdam” adındaki bir süper kahraman olarak ün kazanan ama sanatsal işleri ile önemsenmeye çalışan bir oyuncunun bir tiyatro oyununu sahnelemeye çalışırken yaşananların hikâyesi.

2015’in Oscar ödüllerine dokuz dalda aday olan ve aralarında en iyi filme verileninin de bulunduğu dördünü kazanan bir film. 2000 tarihli “Amores Perros – Paramparça Aşklar Köpekler” filminin gördüğü başarı üzerine Amerikan sinemasının “el koyduğu” Meksikalı sinemacı Alejandro G. Iñárritu’nun yönettiği ve üç başka isimle birlikte senaryosunu yazdığı film, bir aktörün Raymond Carver’ın “What We Talk About When We Talk About Love” adını taşıyan öyküsünü tiyatroya uyarlarken içine girdiği sorgulamaları anlatıyor temel olarak. Bol konuşmalı ve güçlü diyalogları olan bir senaryo, yönetmenin hareketli ve uzun tek çekimlerden oluşan ve filme adeta bir defada çekilmiş havası veren mizanseni, güçlü oyunculukları ve popüler bir filme pek uygun değil gibi görünen konusunu çekici kılmayı başarması ile dikkat çeken bir çalışma bu. Ne var ki güçlü diyalogların bir süre sonra filmin derdinin altını kalın çizgilerle çizen bir havaya bürünmesi, teknik başarının örttüğü bir içerik probleminin kendisini hissettirmesi ve başta Oscar olmak üzere aldığı onca ödülü izah eden ve kutsanan sanatçının kendisine narsist bakışı gibi hayli önemli unsurlar var ki filme ciddi zarar veriyor sinema değeri açısından.

Oyunun hemen tamamı bir tiyatro binasının içinde geçiyor ve kamera dışarı çıktığı anlarda da ya binanın çevresinde dolanıyor ya da çatısından, anlattığı sanat ve sanatçı dünyasının dışında kalan bizlere bakıyor. Evet, Hollywood kendisine bakmayı sever ve bunu vasatın üzerine çıkarak yapmayı başaran her filmi de mutlaka ödüllendirir. Narsist bir dünyadır çünkü Hollywood ve oyunculuk da bir parça narsist olmayı gerektirir sonuçta. Burada bu narsizm doruk noktasına varıyor ve endişeleri, heyecanları, kavgaları, başarıları ve savaşları ile film bizi oyuncuların hikâyesinin tam ortasına bırakıyor ve onlara hayran hayran bakmamızı istiyor. Üstelik bunu filmin hikâyesini ilk duyduğunuzda hiç öngöremeyeceğiniz bir dinamizm ile yapıyor. Uzun planlar ile sahneler birbirine bağlanırken, hayli akıllı bir “koreografi” ve kurgu sanki tüm film bir defada çekilmiş havası veriyor ve seyirciden hayranlık çığlıklarını bekliyor sürekli olarak bu tercihleri ile. Hakkını vermek gerek aslında; Iñárritu’nun teknik becerisine ve göz alıcı sahneleme anlayışına diyecek yok. Tüm sahneler birbirine çarpıcı bir şekilde bağlanıyor, hayli zor bir oyunculuk ve koreografi becerisi gerektiren bu sahnelemede oyuncular hiç aksamıyor ve film zaman zaman adeta bir aksiyon filminin temposunu kazanıyor. Hareketli kamera tiyatro binasının içinde, çatısında ve sokağa çıkarak etrafında dolanırken hemen her zaman çekici bir görüntü getiriyor karşımıza. Bunu yaparken de kimi gerçekten çarpıcı kareler de yakalıyor: Aktörün sinemada canlandırdığı süper kahraman “KuşAdam”ın bir iç ses olarak aktöre “sanatsal” denemeleri bırakıp tekrar popüler filmlere dönmesini söylediği sahnelerin bir kısmı oldukça etkileyici. Özellikle bu iç sesle ilk karşılaştığımız anlar hayli parlak ama gereğinden fazla kulanılan bu öğe bir süre sonra tekrara düşüp, senaryonun mesajlarını verme aracı olarak kullanılan kaba bir öğeye dönüşüyor. Sahnelenecek oyunun provaları ve öngösterimleri sanatçı egosu üzerine ima ettikleri ile hayli etkileyici ve filmin kendi hikâyesi ile akıllı bir şekilde ilişkilendirilmiş olması ile ayrıca önemli. Sürpriz bir patlama/aksiyon sahnesi de seyirciyi hazırlıksız yakalaması ile dikkat çeken bölümler arasında. Elbette, aktörü canlandıran Michael Keaton’ın talihsiz bir kaza sonucu üzerinde sadece iç çamaşırı olduğu halde New York sokaklarında koşmak zorunda kalması da hatırlanacak bir sahne olacak her zaman bu filmden.

Antonio Sanchez’in hayli etkileyici ve hikâyeye kattığı tedirginlik ile dikkat çeken ve kötü bir şeyler olacağını haber veren bir havası olan müziğinin çok başarılı olduğu filmde Hollywood, evet kendisine bakıyor. Diyaloglarda sık sık kulağımıza çalınan gerçek oyuncuların isimlerinden çeşitli filmlere göndermelere Hollywood’un bir endüstri olarak sanatçılara yaşattığı ticarî ve sanat filmleri ikileminden filmde önemli bir yardımcı rolde olan Edward Norton’un karakterinin tıpkı Norton’un kendisi gibi çalışması zor bir oyuncu olmasına kadar uzayıp gidiyor bu kendine bakma işlemi. Filmde adama söylenen “Hep böyle yapıyorsun; gerçekten sevilmekle hayran olunmayı karıştırıyorsun” sözünü filmin kendisi için de rahatça kullanabiliriz sanırım. Bu film de -farkında olduğu tüm kusurlarına rağmen- kendisine hayran olan ve bu hayranlığı seyircinin hayranlığı ile sürekli olarak beslemek isteyen bir kurumun bitmek bilmeyen sevgi ihtiyacını dile getiriyor bir bakıma.

Eleştirmenle konuşma/tartışma/lâf geçirme sahnesinde olduğu gibi hayli güçlü diyaloglar var filmde ve bunların bir kısmı özellikle o dünyanın parçası olan veya en azından o dünyaya aşina olanlar için ek bir etkileyiciliğe sahip olsa gerek. Alınan Oscar’ları açıklayan bir unsur da bu elbette. Zengin bir kadrosu olan filmde Michael Keaton ve Edward Norton senaryonun kendilerine sağladığı imkânları sonuna kadar ve çarpıcı bir performansla kullanıyorlar ve gerçekten döktürüyorlar. Diğer oyuncular da kesinlikle çok başarılılar ve içlerinden Zach Galifianakis ve Sam Stone özellikle öne çıkıyorlar rollerinin ağırlığının da katkısı ile. Emmanuel Lubezki’nin akışkanlığı yüksek bir sıvı gibi kayarak/akarak hareket eden kamerası bu oyuncuları ustalıkla takip ediyor ve tüm hareketliliğine rağmen varlığını hissettirmemeyi başarıyor.

Hiperaktif bir film bu ve oyunculuk denen canavarlık üzerine, birer canavar olan oyuncuların egoları üzerine bir çalışma. Bu egoyu tüm çıplaklığı ile ortaya koymaya soyunan filmin tüm gösterdiği olumsuzluklara rağmen bu egoya hayran olduğu da açık ve bu bağlamda pek de tarafsız olduğu söylenemez. Zaten film de sevilmeyi değil hayran olunmayı ve takdir edilmeyi bekliyor ki bunu fark ettiğiniz andan itibaren samimiyetini sorgulamaya ve hikâyeye daha mesafeli bakmaya başlıyorsunuz. Bu rahatsız edici duruma filmin karakterleri, yan hikâyeleri ve mesajları ile sürekli bir cazibe yaratmaya çabalamasının neden olduğu üstünüze gelme halini de eklemek gerekiyor. Elbette kesinlikle görülmeyi hak eden bir film bu, şımarıkça hayran olunmayı talep etmesine rağmen.

(“Birdman veya (Cahilliğin Umulmayan Erdemi”)

A Beautiful Mind – Ron Howard (2001)

a-beautiful-mind“Bir düşün; senin için onca önemi olan insanların, yerlerin, hatıraların yok olduğunu, daha kötüsü aslında zaten hiç var olmadıklarını. Nasıl bir cehennem olurdu bu!”

“Oyun Teorisi”nin de aralarında olduğu pek çok alandaki çalışmaları ile Nobel ödülü kazanan ünlü matematikçi John Nash’in hayat hikâyesi.

Aralarında en iyi film ve yönetmen ödülünün de olduğu dört dalda Oscar kazanan, toplam sekiz dalda ödüle aday gösterilen, Hollywood usulü bir biyografi filmi. Premiere adlı sinema dergisinin tüm zamanların en çok abartılan yirmi filminden biri ilan ettiği çalışmanın bu ünvanı “hak ettiği” tartışılabilir belki ama Hollywood standartlarından nerede ise milim sapmayan, çekici bir gerçek hayat hikâyesini anlatırken özel bir sinemasal hava yaratamayan bir film var karşımızda. Başroldeki Russell Crowe’un Oscar’a giden yolun en önemli yardımcılarından biri olan “özürlü” rolünün içini belki de gereğinden fazla doldurduğu ve alamasa da Oscar’a aday olduğu film, John Nash’in hayatını bilmeyenler için içerdiği sürpriz ile dikkat çekebilecek, eli yüzü düzgün anlatılmış ve Nash’in eşi rolündeki Jennifer Connelly’in yardımcı oyuncu dalında Oscar alan performansı ile göz doldurduğu bir çalışma olarak yine de ilgiyi hak ediyor. Sonuçta karşımızdaki Amerikan sinemasının tüm teknik ve artistik becerisini kullanarak çektiği bir film ve tam da onlardan bekleneceği bir şekilde hayatını anlattığı karakterin gerçek hikâyesini hayli önemli ekleme ve çıkarmalarla altüst etmiş olmasını bir kenara koyarsanız, hikâyesinin gerçekliği ile de çekiciliği olan bir çalışma.

Filmin çekildiği tarihte hayatta olan -2015 yılında, eşi ile birlikte bir trafik kazasında ölen- ünlü bir kişinin hayatını anlatan bir çalışmanın gerçeklerden zorunluluklar dışında sapmamasını beklemek en doğal hakkımız olmalı, bu tür bir biyografi filmi için. Sylvia Nasar’ın aynı adlı biyografisinden sinemaya Akiva Goldsman’ın senaryosu ve Ron Howard’ın yönetmenliği ile uyarlanan film ise bu konuda oldukça pervasız bir tavır takınıyor. Gerçek hayatta tam bir sigara düşmanı olan Nash’i bunalım görüntüsü ile daha iyi uyuştuğunu düşündüklerinden olsa gerek sigara içerken göstermekten özel hayatında ciddi değişiklikler yapmaya kadar uzanıyor bu gerçeğe müdahale işi. Nash’in gerçekte evlilik dışı bir çocuğu olduğundan veya eşi ile evlenmeden önce de cinsel hayatı olduğundan hiç söz etmiyor hikâye. Herhalde bu da onun anti-sosyal yanını vurgulamak için yapılmış ama vahim bir saptırma. Eşinin kendisini boşadığını ve tekrar evlendiğine de hiç değinmiyor ve hiç yapılmamış bir Nobel konuşması uydurularak, bu konuşmadaki teşekkür cümleleri üzerinden kadının “kesintisiz” desteğine vurgu yapılıyor. Bir başka ifade ile, hem önemli bir gerçek gizleniyor hem de uydurulan yalanı desteklemek için yeni bir yalan daha yaratılıyor. Bunlara eklenebilecek başka çarpıtmalar da var ki birinin izahı daha da vahim. Nash’in sadece kadınlarla değil erkeklerle de ilişkisi olduğu ve hatta bu nedenle tutuklandığı gerçeğine hiç değinilmiyor ve filmin yaratıcıları bunun açıklaması olarak da 1950’lerde kimilerinin ileri sürdüğü üzere şizofreni ile eşcinsellik arasında yanlış bir bağlantı kurulmasını istemediklerini söylüyorlar. Evet, film 1950’lerde geçiyor ve o dönemde hastalık olarak kabul edilen eşcinsellik için bu safsataların uydurulduğu doğru ama 2001’de çekilen bir filmin elli yıl öncesinin seyircisine değil bugünün seyircisine hitap ettiğini unutuyor herhalde filmin yaratıcıları. Bir kişiyi -hele de Oscar hedefleyerek- anlatan bir filmin onu mümkün olduğunca “kabul edilebilir” ve olumlu kılma çabasının sonuçları bunlar ve ciddi bir eleştiriyi de hak ediyor kesinlikle.

Açılış jeneriğine eşlik eden bölümlerinde taşıdığı gerilim havası ile dikkat çeken James Horner imzalı müziği tam bir Hoolywood işi filme yakışır nitelikte. Ne zaman ne hissetmemiz gerektiğini bize hatırlatmayı hiç ihmal etmiyor ve gösterişten de hiç çekinmiyor: Bu durum da Oscar’a adaylığını izah ediyor bize! 1995 yılından bugüne tam on altı kez Oscar’a aday olup hiç kazanamayan Roger Deakins’in görüntü çalışmasının özellikle dış çekimlerdeki renk tonları ile hayli başarılı olduğu filmde doktorun “bir şizofrenin en büyük kâbusu neyin doğru olduğunu bilememesidir” cümlesi hikâyenin başarılı yanlarından birini de ortaya koyuyor. Bilmeyenler için hikâyenin sürprizi gerçekten önemli ve filme kesinlikle bir cazibe katıyor. Keşke senaryo gerçeği yitirme durumunu daha iyi işleyebilse ve nerede ise tüm yükü Russell Crowe’un oyunculuğuna bırakmasaymış. Kendi hastalığını üzerinde çalıştığı problemlerden biri gibi görüp çözmeye çalışan ünlü matematikçinin 1947’den 1994’e uzanan hikâyesinin sahip olduğu doğal çekicilik ile yetinmiş ve Oscar için ellerini oğuşturarak beklemeye karar vermiş görünüyor filmin yaratıcıları. Dönemin komünizm paranoyasını Nash’in paranoyası üzerinden okumaya da açık olan film bu yönü ile de ilgi çekebilir. Kapanış jeneriğine eşlik eden ve Charlotte Church tarafından seslendirilen “All Love Can Be” adlı şarkının filmin aşk, deha, trajedi ve hastalık gibi “büyük” temalar üzerine inşa edilen hikâyeye verilmek istenen havaya çok iyi uyduğunu ama işte tam da bu özellikleri ile filmin asıl sorununu da ortaya koyan iyi bir örnek olduğunu söylemek gerekiyor.

Geniş kitlelere uygun olması için sterilize edilmiş bir hikâye bu ve Hollywood’un zanaatkâr ustalığından epey nasiplenen havası ile ilgiyi hak ediyor kuşkusuz. Sonuçta ne olursa olsun, ortada gerçek bir deha, mücadele, tutku ve aşk hikâyesi var. Matematiğin güzelliğini gerektiği gibi karşımıza getirememiş olsa da, Crowe’un ve Connelly’in döktürdüğü film matematik düşkünlerinin ilgisini ayrıca çekecektir elbette.

(“Akıl Oyunları”)