Im Labyrinth des Schweigens – Giulio Ricciarelli (2014)

Im Labyrinth des Schweigens“Tüm bu yalanların ve sessizliğin sona ermesini istiyorum”

Auschwitz Kampı’nda görev yapan ama savaşın bitiminden sonra herhangi bir ceza almadan topluma karışan Nazi subaylarını adalet önüne çıkarmaya çalışan bir savcının hikâyesi.

Almanya’da çalışan İtalyan yönetmen Giulio Ricciarelli’nin yönettiği ve senaryosunu Elisabeth Bartel ile birlikte yazdığı bir Almanya yapımı. Yüzleşmenin çok güç ama zorunlu olduğu bir suçun ağırlığını üzerinde taşıyan bir ülkede bu suça ve özellikle de suçu işleyenlere dürüst yaklaşması ile dikkat çeken film gerçek bir hikâyeyi eklediği kimi kurgusal karakterlerle anlatıyor ki davayı üstlenen ve filmin kahramanı olan savcı da bunlardan biri. İnsanlık tarihinin en ağır suçlarından birini işleyen kişilerin peşine düşen savcının karşılaştığı engelleri de odağına alan film hayli çekici bir konuyu belki yeterince güçlü bir sinema dili ile anlatmıyor ve fazlası ile alışılmış yollardan gidiyor ama bizim gibi tarihin sadece “resmî” gerçeklerine inanan ülkelere örnek olacak dürüstlüğü ve tüm bireylerin şu ya da bu ölçüde parçası olduğu bir suçla yüzleşmek gerektiğini hatırlatması ile önemli olan ve görülmeyi hak eden bir çalışma karşımızdaki.

Filme konu olan Frankfurt duruşmaları Aralık 1963 ile Ağustos 1965 arasında görülmüş ve yargılanan 22 kamp görevlisi subay çeşitli cezalara çarptırılmış. Savaşın bitmesinden tam on sekiz yıl sonra yargılanan ve kampta ciddi insanlık suçları işlemiş olan bu kişilerin adalet önüne çıkarılana kadar sıradan vatandaşlar olarak öğretmenlik, fırıncılık veya iş adamları olarak hayatlarını sürdürebiliyor olmaları hikâyenin altını haklı olarak ısrarla çizdiği çarpıcı bir husus ve film bunu yaparken ilgili her bireyi ve kurumu eleştirmekten geri durmuyor. “Etrafına bir bak: Herşeyin üzeri örtülüyor.Gerçekler bilinsin istenmiyor” diyor karakterlerden biri savcıya. Alman hükümetinden Alman halkına ve ülkedeki resmî Amerikalı kurumlara kadar herkes bu üzerini örtme çabasının ille de kötü bir niyet taşımadan parçası olmuş durumda. Kimi ülkenin artık huzura kavuşmasını ve yaşananları geride bırakmasını istediği için, kimi ise herkesin bir parçası olduğu suçtan dolayı nerede ise tüm bir ülkeyi yargılamanın imkânsızlığından ötürü, olan bitenin üzerini örtmeye çalışıyor. Mesleğinde yeni olan genç savcının baş savcıdan (gerçek bir karakter olan Bauer bu isim) aldığı destekle dava için çalışırken keşfettiği ve bazıları kendisi ile ilgili gerçekler hikâyenin gerçek olduğunu da bildiğiniz için hayli etkileyici. Örneğin Auschwitz’den sağ kurtulan ama fiziksel ve/veya ruhsal olarak yaralanmış kurbanların ifadelerine seslerini duymadan tanık olduğumuz sahne onların, savcının ve ifadeleri not alan sekreterin yüz ifadeleri ile kesinlikle etkiliyor seyredeni ve bu sahne bir ciddi gerçeği de işaret ediyor bize: Alman halkının savaş boyunca Naziler tarafından işlenen suçlar konusundaki bilgisizliği veya bilmemeyi tercih etmeleri. Totaliter rejimlerde kitlelerin genellikle takındığı bir tavır bu ve filmin hikâyesi boyunca da sıklıkla tanık oluyoruz bu duruma.

Savcıların çoğunun eski Nazilerle ilgili dava açmaktan kaçınması, polisin ve bürokrasinin sürekli olarak bir şeylerin üzerini örtmeye çalışması, Mengele gibi en ağır insanlık suçlarını işlemiş birinin rahatlıkla ülkeye girip çıkabilmesi ve pek çok kişinin yaptıklarını emirlere uymak veya savaş koşullarının gereği olarak tanımlaması savcının işinin ne kadar zor olduğunu söylüyor bize. Zor ve önemli bir dava bu anlatılan ve sinema açısından da çok şey vaat ediyor kesinlikle. Filmin aksadığı en temel nokta ise bu vaatlerin karşılığını yeterince üretememiş olması. Zaman zaman bir televizyon filminin geniş kitleleri rahatsız etmeyecek ve zorlamayacak kuralları içinde ilerleyen, görsel olarak da beklenenin dışına çıkmayan tercihleri ile film seyirciyi sineması ile değil anlattığı ile sarsan bir yapım olarak görünüyor genel olarak. Gerçek bir hikâyeye baş karakter olarak kurgusal bir karakterin eklenmesi veya kimi gerçekçilik problemleri (örneğin savcının nerede ise tüm soruşturmayı bir gazeteci ile yapması ve hatta Mengele’yi yakalamaya onunla gitmesi) de filmin etkileyiciliğini azaltıyor. O sırada çocuk yaşta olan her Alman vatandaşının babasının katil olup olmadığnı merak etmesine neden olabilecek bir sürecin “dehşet”ini hak ettiği kadar görselleştirememiş bir başka ifade ile filmimiz. Trajediyi sözlerine olduğu kadar görselliğine de yansıtabilse parlak bir sinema eseri ile karşılaşabilirmişiz açıkçası.

Filmi önemli eksikliklerine rağmen görmeye değer kılan sadece anlattığının önemi değil kuşkusuz. Genç savcıyı oynayan Alexander Fehling’in duygusal açıdan kolayca abartılmaya yatkın bir rolü doğru bir tercihle oldukça ekonomik bir oyunculukla canlandırması ve çekimlerden kısa bir süre sonra hayatını kaybeden, başsavcı rolündeki Gert Voss’un yine sade ama karakterinin içine girdikleri işin öneminin farkında olduğunu hissettiren usta oyunu var öncelikle takdir edilmesi gereken. Ayrıca, yönetmen Giulio Ricciarelli’nin sade ve hikâyenin önüne geçmeyen dili de (evet, zaman zaman sinemadan çok televizyona yakın olsa da) özellikle geniş kitleler için hikâyeyi kolayca içine girilebilir hale getirmiş ki anlatılanın önemini düşündüğünüzde bunu da olumlu unsurları arasına koymak gerekiyor filmin. Son bir not olarak, tüm bir ülkeyi anlatan hikâyenin karakterlerin bireysel hikâyeleri ile akıllıca iç içe geçirildiğini de eklemek gerekiyor ki bu da filmi bir tarih dersi olmaktan uzak tutmakta işe yaramış. Zaman zaman didaktik bir tavrın diyaloglara yansıdığını da düşünürsek, bu da hayli önemli bu didaktizmi dengelemek açısından. Ticarî sinemanın gereği olarak filme eklenmiş görünen aşk hikâyesi ise olmasa daha iyi olurmuş film açısından. Tüm bir topluma bulaşmış olan bir suçla yüzleşmek ve bu arada yeni bir toplum/ülke inşa etmenin güçlüğünü yeterince güçlü ifade edememiş olsa da görülmeye değer bir film bu. Özetle, Auschwitz’in nasıl var olabildiğine değil ama orada yapılanlara, suçlulara, kurbanlara ve yüzleşmeye odaklanan dürüst bir sinema eseri.

(“Labyrinth of Lies” – “Yalan Labirenti”)

A Perfect World – Clint Eastwood (1993)

A perfect world“Seninle çok ortak yanımız var, Phillip: İkimiz de yakışıklıyız, ikimiz de çok kola içiyoruz ve ikimizin de babası bir işe yaramaz”

Hapishaneden kaçan bir adam ile rehin aldığı bir çocuk arasında gelişen dostluğun hikâyesi.

John Lee Hancock’un orijinal senaryosundan Clint Eastwood’un çektiği, 1993 tarihli bir ABD yapımı. Bir suçluyu odağına almasına ve hikâye boyunca ölen üç kişiye rağmen rahatlıkla aileler için çekilmiş bir televizyon filmi sınıfına sokulabilecek bir film bu ve sinema sanatı açısından vaat ettiği pek bir şey olmasa da rahat seyredilen hikâyesi, finaldeki etkileyici duygusallığı, ünlü isimlerin varlığı ve onlara eşlik eden çocuk oyuncunun başarısı filmi görmeye değer kılıyor. 1960’larda geçen hikâyesinin Amerikalı seyirci için yaratacağı nostalji dışında döneme özgü unsurlara hemen hiç değinmeyen film ticarî sinemanın kalıplarından hiç ayrılmayan, eli yüzü düzgün anlatımı ve Kevin Costner – Client Eastwood ikilisi ile belli bir ilgiyi garanti eden bir çalışma.

Parlak bir güneş, onun önünde uçan bir kuş, etrafta uçuşan dolar banknotları ve yeşil çimende huzur içinde uzanmış görünen bir adam… Bu görüntülerle açılıyor film ve hikâye finalde işte bu sahneye geldiğinde görüntülerin aslında yanıltıcı olduğunu ve trajik bir son ile karşı karşıya kaldığımızı anlıyoruz. Hapisten kaçan bir suçlunun yol boyunca bir ailenin yanına sığınması veya onları rehin alması, bu sırada da ailedeki kadın ile (ki genellikle çocuklarını tek başına yetiştiren bir ebeveyndir bu) aşk yaşaması sinemada çeşitli varyasyonlarını gördüğümüz, tanıdık bir hikâye. Burada da benzer bir konu var ama adamın kadınla kısa süren bir teması dışında ilgi alanına başta zorunlu olarak, sonra da gönüllü olarak bir çocuk giriyor asıl olarak. Babası ortalarda olmadığı için bir baba özlemi içinde olan çocukla, benzer bir çocukluğu olan adamın dostluğunun oluşumu ve gelişimi -inandırıcılık problemleri bir yana- hikâyenin asıl odaklandığı alan ve çocuk oyuncu T.J. Lowther’ın başarılı performansının da katkısı ile film çekiciliğinin büyük bir kısmını buradan alıyor. Hikâyenin neden 1960’lı yıllarda geçmesinin tercih edildiğini açıklayamayan senaryo bu iki karakter arasındaki ilişkiyi açıklamakta hayli başarılı açıkçası ve bu da senaryonun dikkat çeken en önemli özelliği. Texas eyaletinde yaşanan hikâyenin, Kennedy’in yapacağı bir ziyaret ve suçlunun peşine düşen ekipte yer alan kadın kriminologun herhalde mesleğe yeni yeni giren kadınların karşılaştıklarının sembolü olarak erkek polisler tarafından kabullenilme sorunu ve taciz edilmesi bir kenara bırakılırsa, neden 1960’lara taşınarak yapım maliyetlerinin yükseltildiğini anlamak pek mümkün değil. Kaldı ki Laura Dern’in canlandırdığı ve oldukça yüzeysel çizilmiş karakterin hikâyede hiçbir önemi olmadığını ve tıpkı FBI ajanı gibi rahatlıkla hikâyeden tamamen çıkarılabileceğini de düşününce bu iki nedenden asıl olanı da geçerliliğini kaybediyor.

İyi bir yüreği olan, zekî ve “delikanlı” bir suçlu Costner’ın canlandırdığı karakter ve hikâye onun çocukluğunda içine düştüğü suç dünyasını ve onu bu dünyanın parçası kılan sistemi seyirciye rahatsız etmeyecek hafiflikte de olsa bir sistem eleştirisini de içererek anlatıyor bize. Gerek bu eleştiri gerekse valinin seçim dönemi hassasiyetleri ve adamın peşindeki ekip içinde oluşan ve benzerini binlerce film veya dizide gördüğümüz çekişmenin yeterince güçlü ve/veya orijinal olmaması kimi seyircinin -haklı olarak- burun kıvırmasına yol açacaktır olan bitene ama ortalama bir seyirci için bu tanışıklık aksine bir çekicilik kaynağı şüphesiz. Seyircinin kendini “evinde hissetmesini” ve karakterlerle özdeşleşmesini kolaylaştıran bu durum ticarî sinemanın sıklıkla tercih ettiği ve kuşkusuz sadece orijinal hikâye eksikliği ile açıklanamayacak bir tutum. Suçlunun peşine düşen ekibin başındaki Clint Eastwood’un takım arkadaşları ile olan diyalogları ve onun suçlu ile geçmişte bir bağının olduğunun ortaya çıkması da aynı şekilde hayli tanıdık unsurlar içeriyor ve bunların ikincisi sondaki trajedinin etkisini artırmaya yönelik zorlama bir içeriğe sahip üstelik.

Eastwood’un pek çok filminde değiştirmeden kullandığı mimikleri ile oynadığı ve “idare eder” oyunculuğu, Costner’ın karakterinin ağırlığını yeterince çarpıcı şekilde değerlendirememiş olsa da vasatın üzerinde seyreden performansı ve Dern’in senaryonun gazabına uğraması nedeni ile öne çıkamaması filmin çocuk oyuncusu ve o tarihte yedi yaşında olan T.J. Lowther’a yaramış görünüyor ve filmin asıl yıldızı olmuş görünüyor kendisi. Her ne kadar kendisi de bir erkek olsa da filmin fazlası ile erkeksi olan havasını da dengeliyor onun varlığı. Başta ve sonda karşılaştığımız acılı anne ve onca sahnesine rağmen hikâyeye herhangi bir katkısı olmayan kadın kriminologun geride kaldığı erkeksi bir film çünkü bu. Polislerin aralarında konuşurken başvurdukları bel altı espriler, baba olmanın sorumlulukları ve güzelliği, “penis” sohbetleri vs. filmi sadece erkeklerin dünyasını anlatan bir esere çeviriyor ve çocuğun hikâyedeki sorgulayıcılığı sayesinde bu erkek dünyası bir parça yumuşuyor neyse ki. Evet, çocuk yaşının sağladığı tüm masumiyeti ile sorguluyor sürekli olarak ve senaryo başarılı bir şekilde onun bu sorgulamalarını hemen hiç hissettirmeden ön planda tutuyor sürekli olarak. Neden Noel’i kutlayamadığını, neden insanların kötü olmayı tercih ettiğini, neden sevdiği dostunu yitirdiğini vs. bakışları ve doğrudan soru içermeyen sözleri ile sorguluyor çocuk ve hikâyenin yüzeysel bir aksiyon filmi olmanın ötesine geçmesini sağlıyor sık sık.

Fazla sert ve hızlı olmayan (ki doğru bir tercih bu) filmin sanki arada nefes almaya ihtiyacı varmış gibi senaryoya eklenmiş görünen ve kesinlikle gereksiz olan mizah bölümlerinin zarar verdiği hikâyeyi Eastwood özel bir sinemasal yaratıcılık içermeyen ama doğru bir tonda anlatmış. Ne gereğinden yavaş ne de gereğinden hızlı olan temposu, aksiyon ile duygusallığın dengelenmiş olması ve kimi sahnelerin (kaçak adamın bir mağaza içindeyken gerçek kimliğinin ortaya çıktığını anladığı sahne örneğin) akıllı bir mizansenle yönetilmiş olması, Eastwood’un kaçan ile kovalayanları sanki iki ayrı hikâyeymiş gibi anlatma yanlışına rağmen filme çekicilik sağlıyor. Özetle, yeni bir yanı olmasa da ve ticarî sinemanın kalıplarından milim ayrılmasa da görülebilecek bir Hollywood işi bu. Bir başka deyişle, görmekten bir zarar görmeyeceğiniz ve sizi değiştirmeye/zenginleştirmeye değil oyalamaya yönelik iyi bir seyirlik.

(“Kusursuz Dünya”)

The Dressmaker – Jocelyn Moorhouse (2015)

The Dressmaker“Ben cinayet işledim mi? Katil miyim? Bu yüzden mi lanetlendim?”

Yıllar sonra evine dönen bir kadının bir yandan kasabanın kadınlarını elbise tasarımları ile büyülerken, diğer yandan uzun süredir içinde taşıdığı intikamını almasının hikâyesi.

Rosalie Ham’ın aynı adlı romanından uyarlanan bir Avustralya yapımı. Senaryosu Jocelyn Moorhouse ve aynı zamanda eşi olan sinemacı P. J. Hogan tarafından yazılan filmi Moorhouse yönetmiş. Başroldeki Kate Winslet dışındaki oyuncuları da Avustralyalı olan film özellikle ülkesinde seyirciden hayli ilgi görmüş ve Avustralya’da tüm zamanların gişe geliri en yüksek on birinci filmi olmuştu. Bir yandan tasarımcılık üzerinden yaratıcılığı, diğer yandan kadına çocukken yaşatılanlar üzerinden intikamı anlatan bir film bu ve eğlenceli ve dinamik havası, su gibi akıp giden hikâyesi ve “güzellikler”i ile çok rahat ve ilgi ile izletiyor kendisini. Oyuncu kadrosunun çekiciliği de (hem oyunculukları hem de fiziksel özellikleri açısından!) filme ayrı bir zenginlik katıyor kesinlikle. Buna karşılık, içinde ölümler olan (beş kişi hayatını kaybediyor hikâye boyunca) hikâyesinin mizahını, daha doğru bir deyişle çılgınlığını dizginleyememiş görünüyor film ve trajedi ile komedi hedeflediği gibi pek de uyum içinde ilerleyemiyorlar. Özellikle bu ölümlerden biri anlamsızlığı ve filme “güzellik”, romantizm ve erotizm katan karakterlerden birini ortadan kaldırması ile hayli rahatsız da edebilir seyircisini. Hikâyesine onca ve birbirinden tuhaf karakterleri katması ve gereğinden fazla şey anlatıyor görünmesi de filmi zaman zaman zayıflatıyor açıkçası. Çok önemli olmayan ama iyi bir eğlencelik olarak ilgiyi hak ediyor yine de.

Avustralyalı yönetmen Jocelyn Moorhouse dört çocuk annesi ve çocuklarının ikisi otistik. Özel hayatındaki bu durumun da etkisi ile belki de, 1983 yılında başlayan yönetmenlik kariyerinde sadece beş film var yönetmenin. On sekiz yıl aradan sonra çektiği bu şimdilik son filminde geniş kitlelerden ilgi gören ve ülkesinde epey ödül alan bir sonuç almış Moorhouse ve bir bakıma beklettiğine değmiş seyirciyi. Kate Winslet, Judy Davis, Hugo Weaving ve Liam Hemsworth gibi oyunculukları ve/veya fiziksel çekicilikleri ile çarpıcı bir kadrosu olan bu filmi onlardan da aldığı güçlü destekle hayli “güzel” kılmış yönetmen ve tüm o çekici kıyafetler/tasarımlar ile de bu güzelliği pekiştirmiş. Dolayısı ile “güzel” bir film bu kesinlikle; örneğin Liam Hemsworth sinemaya gelmiş geçmiş en güzel erkeklerden biri olarak karşı konulamaz bir cazibe yaratıyor göründüğü her sahnede. Moorhouse da onun bu avantajını hayli akıllıca kullanıyor açıkçası ve dozunda bir erotizmi ustaca sergiliyor. Hemsworth’un Kate Winslet ile ikili sahnelerinde bu hoş erotizmi hissetmemek için ölü olmak gerekir diyelim kısaca! Hele bir “terzinin ölçü alması” sahnesi var ki Judy Davis’in yarattığı komedi ile desteklenerek ileride belki de klasik olacak anları getiriyor karşımıza.

Şık bir kıyafet içinde istasyonda görüyoruz Winslet’in canlandırdığı karakteri açılışta ve onun ağzından duyduğumuz ve hikâyeyi de açan “Geri döndüm, sizi p.çler” cümlesi bir güzellik ve intikam hikâyesi seyredeceğimizi söylüyor bize. Açıkçası her iki konudaki sözünü de tutuyor film. Tıpkı kadının, annesinin evini çöplük halinden içinde huzur içinde yaşanacak sıcak bir yuvaya dönüştürmesi gibi kasabanın kadınları da onun dokunuşu (daha doğrusu tasarladığı elbiseleri) ile adeta bir Dior defilesinin mankenlerine dönüşüyor. Yine hemen açılışta yer alan, golf toplarını evlere tek tek fırlatma sahnesi bize bu intikam hikâyesinin mizahla örülü olacağını müjdeliyor. İşte bu temalar üzerinden ilerleyen hikâye her biri birbirinden tuhaf karakterleri acımasız bir şekilde önümüze fırlatıp duruyor; filmin seçtiği çılgın havaya uygun ama bir süre sonra baştaki kadar ilgi doğuramayan ve yoran bir tercihe dönüşüyor bu. Bununla da yetinmiyor senaryo ve sonlarda kadının bilmediği bir sırrı da koyuyor ortaya. Sonuç da gerçekten çılgın ama bir süre sonra neresinden tutacağını bilemediğiniz bir eser oluyor; bir sinema eleştirmeninin kadının terzi olmasına gönderme olarak dediği gibi “dikişleri tutmuyor” hikâyenin.

Kate Winslet’in üzerindeki o şık kıyafetlerle, hem sağlam bir komedi ve erotizm yaratttığını hem de belki kendisi için bir parça “basit” olan rolün içini rahatlıkla doldurduğunu söylemek gerek ama oyunculuk açısından filmin öne çıkan ismi annesi rolündeki Judy Davis. Filmin çılgınlığına uygun ama bu çılgınlığın oyun gücünün önüne geçmesine izin vermeyen çok başarılı bir performansı var sanatçının. Hugo Weaving mizaha uygun ama zor bir rolü -sonuçta kadın kıyafetleri giymekten hoşlanan ve tüylü kıyafetlere dokununca neredeyse orgazm olan bir polisi oynuyor kendisi- ustalıkla canlandırıyor. Hemsworth ise yukarıda söylediğimiz gibi o denli güzel bir fizikle resmediliyor ki hikâye boyunca, hani nerede ise oynamasına bile gerek kalmıyor ama o da sevimli gülümsemesini esirgemediği sahnelerde ve özellikle romantik anlarda filmi güzelleştiriyor kesinlikle. Winslet’in bir rugby maçının oyuncularını dekolte kıyafeti ve seksîliği ile dağıttığı sahne, bir elbisenin neler yapabileceğini anlatan bölüm ve David Hirschfelder’in müziği gibi eğlenceli yanları da olan filmin, anne karakterinin söylediği gibi “rezil bir kasaba”da geçmek için fazlası ile eğlenceli bir havaya sahip olmak gibi bir problemi var yukarıda da vurguladığımız gibi. Pek de önemsiz değil bu kusur açıkçası ama gerek tüm o eğlencesi gerekse yardımcı oyuncularının tümünün canlandırırken kendilerinin de eğlendiği açık olan karakterleri ile de ilgiyi hak eden bir çalışma bu. Bir kaosa dönüşmenin hemen yanından geçen ama bu tuzağa düşmemeyi başardığı için de o kaostan olumlu yönde beslendiğini söyleyebileceğimiz filmin tasarım düşkünleri (filmdeki tüm o elbiseleri, setleri vs. düşünün) için görülmesi gerekli bir yapım olduğunu söyleyelim son olarak.

(“Düşlerin Terzisi”)

Mad Max: Fury Road – George Miller (2015)

Mad Max Fury Road“Ben tek bir içgüdüye indirgenmiş bir adamım: Hayatta kalmak”

Bir tiranın yönetimine isyan ederek yanına aldığı genç kadınlarla birlikte “evine” dönmeye çalışan bir kadının ve birlikte mücadele ettiği bir adamın hikâyesi.

İlki 1979 yılında çekilen “Mad Max – Çılgın Max” serisinin dördüncü ve şimdilik son filmi. İlk iki filmi yalnız, üçüncüsünü ise George Ogilvie ile birlikte yöneten George Miller otuz yıl aradan sonra gelen bu dördüncü filmde tek başına oturmuş yine yönetmen koltuğuna. Bu son filmde Max rolünde oynayan Tom Hardy üç Mad Max filmi için daha anlaşma yapacağını söylediğine göre devamının geleceği açık olan bu Çılgın Max filmleri distopya türünün en önde gelen örneklerinden şüphesiz. Bu son film ise sadece serinin hayranları veya daha genel olarak aksiyonu sevenler tarafından değil, pek çok eleştirmen tarafından da çok beğenilen bir çalışma oldu ve serinin dört filmi içinde En İyi Film dalında Oscar’a aday gösterilen de tek yapımdı. Mükemmel denecek bir teknik ustalıkla anlatılan filme aksiyon sevmeseniz bile karşı koymanız mümkün değil ve ilginizi hep ayakta tutması ve CGI türünden efektlerden çoğunlukla kaçınmış olması ile sahip olduğu doğallık ile de ayrıca ilgiyi hak ediyor. Tüm bunlardan öte filmi asıl ilgiye değer kılan ise filmin bir Mad Max filmi olmanın çok ötesine geçip, bir Furiosa (hikâyenin kadın kahramanı) filmi olmayı tercih etmesi ve bırakın aksiyon filmlerini diğer tüm türlerde bile örneği pek olmamış bir biçimde kadın kahramanını öne çıkarmayı tercih etmesi. Bu cesur tutumu, bunu üstelik bir erkek kahramanın adını taşıyan ve öncesinde bu erkek kahramanı anlatan, dolayısı ile seyircinin yine benzer bir beklenti içinde olduğu bir seri içinde yapması ve ortaya parlak bir aksiyon filmi çıkarmayı başarması ile takdiri hak ediyor kesinlikle. Aksiyonun kesinlikle meraklısı değilseniz, hissedecekleriniz takdire çok da yakın olmayacaktır muhtemelen: Karşınızdaki patlamalara, çatışmalara, kavgalara adanmış; hikâyesi zaman zaman saçma bir hal de alan; örneğin güçlü oyuncu Tom Hardy’den oyunculuk yönünde pek de bir beklentisinin olmamasının da gösterdiği gibi hikâyeyi zaten dert de etmiş görünmeyen ve önceki filmlere göndermeleri ile “fan”larını tatmin etmeyi öncelikli amaçları arasına koymuş görünen bir film çünkü.

Avustralya sinemasının ana akım sinemaya belki de en büyük armağanı Mad Max karakteri. İlk üç filmde Mel Gibson’ın oynadığı, burada ise Tom Hardy’nin devraldığı bu karakter distopik bir dünyada geçen intikam veya zalimlere karşı direniş hikâyelerinin kahramanı. Burada ise hikâyenin asıl kahramanı bir kadın oluyor ve tiranın “damızlık” olarak seçtiği beş genç kadını da yanına alarak bir zamanlar kaçırılarak koparıldığı kendi topraklarına gitmeye çalışıyor. Evet, Max ona bu çabasında epey bir yardımcı oluyor ama asıl anlatılan onun değil kadının hikâyesi kesinlikle. George Miller filmin kadın karakterlerini zenginleştirmek ve “feminist” bir açıdan onu daha doğru çizebilmek için bir feminist olan yazar Eve Ensler’den destek almış. Bu tercihin de gösterdiği gibi film, diğer üçünden çok farklı bir yerde duruyor. Kadının gücü, mücadelesi, kahramanlığı vs. asla bir yama gibi eklenmemiş hikâyeye; aksine tüm hikâye nerede ise bu temalar üzerinde dönüyor. Kadın karakterler ne fiziksel ne de zihinsel aktivitelerde asla erkeğin gölgesinde kalmıyorlar ve bu tutum filmin bir iki sahnesinde değil hikâyenin tümünde baskın bir şekilde kendisini gösteriyor. Bir kadın savaşçının ağzından “Her erkeğe bir kurşun” cümlesini o sırada olan bitene gayet uygun bir şekilde duyduğumuz filmin bu konudaki samimiyetinden şüphe etmemek gerek sanırım.

Halkın aç ve sefil durumda olduğu, tiranın suya el koyduğu toplumda -kadın veya erkek, bir veya birkaç- kahramanın bu zalim yöneticiyi yok etmesi ise ana akım sinemasından beklenecek bir hikâye elbette ve film bu anlamda alışılagelenden bir milim bile ayrılmıyor. Pasif ve bir kahramana muhtaç olan kitlelerin tirana ve askerlerine karşı savaşta hiçbir paylarının olmaması Hollywood usulü bir kahramanlık hikâyesine çok uygun şüphesiz ama “politik” açıdan bakınca bir o kadar da yanlış ve tehlikeli; ne var ki geniş kitlelerin aldırış edeceği bir “tehlike” değil bu. Görkemli efektler, kalabalık bir figüran kadrosu, muhteşem setler, en ince ayrıntıya kadar özenilmiş tasarımlar, hiç nefes aldırmayan ama zorlama da görünmeyen tempolu kurgusu, çarpıcı bir görüntü (John Seale) ve ses çalışması, büyük bir kısmını “gerçek zamanlı” anlatma cüretkârlığını göstermesi ve bu girişiminde hiç aksamaması ve Junxie XL müziği ile seyircinin gözünü o denli parlak bir biçimde boyuyor ki bu kusuruna dikkat edecek bir hâl de bırakmıyor açıkçası. Evet, bir yandan da söylemeli ki yorucu bir film bu: Karakterlerinin harcadığı enerjiyi o denli iyi hissettiriyor ki size en az onlar kadar yoruluyorsunuz siz de ve sürekli bir tehdit altında ve aralıksız savaşıyor olmanın neden olduğu bitkinlik çöküveriyor üzerinize film bittiğinde. Bu sonuç teknik açıdan veya kendisine koyduğu hedef açısından filmin çok başarılı olduğunu kanıtlıyor kuşkusuz ama işte sonuçta hikâyedeki yanlışları veya saçmalıkları da çok dikkat etmezseniz görmemenize veya görseniz de önemsememenize neden oluyor. Temposunu yavaş yavaş yükselten, arada seyirciye nefes alma zamanı tanıyan bir yanı yok filmin: Aksine ilk anından başlayarak sürekli ve düzenli olarak hep zirvede geziniyor tempo ve arada tanık olduğumuz “mesaj kaygılı” kimi sahnelerdeki sakinliği bile bizi sürekli tetikte tutuyor. Her biri koreografisi, dinamizmi ve efektleri ile göz alan onlarca sahnesi olan filmde başrollerdeki Charlize Theron ve Tom Hardy hikâyenin kendilerinden beklediğini fazlası ile karşılıyorlar ve dinamik bir oyunculuk sergiliyorlar. Sonuç olarak, çekiciliğine karşı koymanın imkânsız olduğu, sinema sanatının teknik öğeler ve bunların kullanımı açısından ulaştığı büyüleyici noktanın şovu ile kesinlikle çok etkileyen ama bu büyüden kendinizi uzak tutmayı başarırsanız (ki imkânsız denecek kadar zor bu) şunu da göreceğiniz bir film bu: Savaş araçlarının birinin önüne bağlı olarak, alev çıkartan elektrogitarını çılgınca çalan karakterin özetleyebileceği çılgın, gürültülü, tuhaf, çekici, görkemli ve “anlamsız” bir sinema yapıtı.

(“Çılgın Max: Öfkeli Yollar”)