The Hunter – Buzz Kulik (1980)

the-hunter“Bu lanet iş için fazla yaşlandım”

Bir modern zamanlar “kelle avcısı” olan Ralph Thorson’un hikâyesi.

ABD’li oyuncu Steve McQueen’in son filmi. Elli yaşında hayatını kaybeden yıldızın hastalığının gittikçe ciddileştiği sıralarda rol aldığı film gerçek bir karakter olan Ralph Thorson’u anlatıyor ve Christopher Keene’in romanından Ted Leighton ve Peter Hyams tarafından yazılan senaryoyu beyazperdeye Buzz Kulik taşımış. Ortaya çıkan sonuç ise ne yeterince heyecan uyandırabilen bir hikâye ne de bir “son film” olarak McQueen için doğru bir seçim. Gerçek Ralph Thorson’un da “teknik danışman” olarak görev aldığı ve hatta bir sahnede figüran olarak göründüğü filmin temel sıkıntısı kahramanının hayatından öylesine seçilmiş görünen bir bölümü anlatır gibi görünmesi ve onun peşine düşen bir suçlu ile ulaşmaya çalıştığı gerilimi bu yan hikâyenin asıl hikâyeye yedirilememiş olması nedeni ile bir türlü üretememesi. Hastalığına ve yaşına rağmen fiziksel efor gerektiren pek çok sahnede dublör kullanmayan Steve McQueen’in varlığının hemen tek çekicilik kaynağı olduğu film ek olarak, yarattığı nostalji duygusu için de izlenebilir.

Filmin girişinde, Amerikan Anayasa Mahkemesi’nin 1872 tarihinde verdiği bir karara göre çalıştığı söyleniyor kahramanımızın. “Uygarlığın gelişi” ile birlikte 1900’lerin başında kaldırılan ama adamın “haberinin olmadığı” söylenen bu karara göre, kefalet verenler kefaletin ihlal edilmesi durumunda başka bir eyalette olsa bile ihlali yapanların peşine düşme ve evlerine girme hakkı olan kişiler tutma hakkına sahip oluyorlar. Kahramanımız da bu işi yapıyor ve bu ihlalcileri yakalayıp polise teslim ediyor ve ortalama olarak da kefalet bedelinin yüzde yirmi kadarı komisyon alıyor. Kârlı ama tehlikeli bir iş bu ve avcının peşine düşen de anlaşılan daha önce bu şekilde yakalayıp polise teslim ettiği bir suçlu. Kariyerinin büyük bir kısmında televizyon için çalışan Buzz Kulik zaten sorunlu olan bu senaryoyu genellikle vasat bir sinema dili kullanarak anlatmış ve sonuç da çok parlak olmamış dolayısı ile. Hikâyesini zaman zaman hafif mizah da kullanarak bize aktarmaya çalışan film bir yandan kahramanını tanıtmaya çalışırken bu anlarda yaratamadığı heyecan ve gerilimi de abartılı çizilmiş bir kötü adam üzerinden gidermeye çalışıyor. Ne var ki bunda pek de başarılı olamıyor açıkçası. Gereğinden fazla hafifletilen bir hikâyeden doğal olarak çıkamıyor hedeflenen aksiyon ve macera duygusu.

Gerçek hayatta sıkı bir motor ve araba yarışı meraklısı olan ve yarışlara da katılan McQueen’in önerisi ile hikâyede kahramanın çok kötü bir şoför olarak gösterilmesi oyuncunun bu konudaki becerisi ve merakını bilenler için sıkı bir eğlence kaynağı kesinlikle ama bu bilgiden yoksun olanlar için öylesine bir eğlencelik gibi görünecektir daha çok. Benzer şekilde, mısır tarlasındaki biçerdöver ile takip sahnesi de evet eğlenceli ama bir parça uzun tutulmuş ve mizahı heyecanın aleyhine öne geçiriyor pek de gerekli olmayan bir şekilde. Buna karşılık başta hareket halindeki bir trende geçen sahne olmak üzere aksiyon bölümleri kendi başına keyifli (ama yine hikâyenin geneli içinde eğreti durmak üzere). Çok katlı bir otoparkta geçen ve bir arabanın hayli yüksekten nehire düşmesi ile sonuçlanan (ve bu kez biçerdöverin yerini bir çekicinin aldığı) takip sahnesi ise yıllar sonra bir reklâm filminde aynen tekrarlanacak kadar dikkat çekici olmayı başarıyor. Sonuçta Steve McQueen düşünülerek tasarlanmış ve onun üzerine kurulmuş ama onu yetersiz ve yanlış bir şekilde kullanan bu filmin Michel Legrand tarafından hazırlanan müziği de film için fazla iddialı görünüyor ve yapımcılar da bu müziği sadece Amerika’da gösterilen kopyalarda tutup, Avrupa sinemaları için farklı bir müzik hazırlatmışlar Charles Bernstein’a.

Evet, bir son film olarak doğru bir seçim olmamış bu film; işin ilginç yanı yönetmen Kulik’in de son sinema filmi olmuş bu ve daha sonra kalıcı olarak televizyona dönmüş yönetmen. Vasat bir film olsa da elimizde bir Steve McQueen var sonuçta. Onun hayranları için ve eski yıldızları özleyenler için yine de çekici olabilecek bir film bu ve onların görmesinde yarar var.

(“Son Av”)

Follow That Dream – Gordon Douglas (1962)

followthatdream“Hükümetin parasının bitmeyeceğini daha kaç kere söyleyeceğim size? Sadece insanların parası biter”

Arabalarının benzini bitince bulundukları yerdeki sahipsiz bir toprağa yerleşen ve başları hükümet görevlileri ve bir kumar çetesi ile derde giren bir ailenin hikâyesi.

Richard P. Powell’ın “Pioneer, Go Home” adlı romanından sinemaya uyarlanan bir Elvis Presley filmi. Charles Lederer tarafından yazılan senaryoyu Gordon Douslas yönetmiş ve ortaya bir dönem bizde de epey moda olan şarkıcı/türkücü filmlerinden biri çıkmış. Biri sadece birkaç dizesi söylenen toplam beş şarkı seslendiriyor filmde Presley ve açıkçası da bu şarkıları ve varlığı ile filmin tek çekicilik kaynağını oluşturuyor. Bir müzikalden çok, arada Presley’in şarkılarını söylediği müzikli bir film olarak nitelemenin daha doğru olacağı filmin hikâyesi pek kayda değer değil açıkçası ve komedisi de pek güçlü değil. Yine de Presley, canlandırdığı saf karaktere uygun oyunu ve şarkıları için görülebilecek olan filmin toplam 31 filmden oluşan Presley filmografisindeki en kayda değer olanlardan biri olduğunu da söyleyelim.

“What A Wonderful Life” isimli şarkının eşlik ettiği jenerikle açılan filmin hikâyesi temel olarak bir mülkiyet kavgası olarak özetlenebilir. Yeni yapılan bir otoyol ile bir nehir arasında kalan bir arazinin federal hükümete mi eyalete mi ait olduğu ortada kalınca bir baba, oğlu ve evlat edindiği dört çocuğundan oluşan aile yerleşiyor buraya yerel devlet görevlilerinin itirazına rağmen. Bundan sonrası aile ile eyalet görevlileri ve arazinin sahipsizliği nedeni ile kanundan kaçmak için bölgeyi ideal olarak görüp buraya yerleşen bir mobil kumarbaz çetesi arasındaki çekişmeler üzerine kurulu bir hikâye olarak ilerliyor ve bir parça heyecan, biraz mizah, biraz romantizm ve beş adet de Elvis şarkısı ie beklenen şekilde sona eriyor filmimiz. Arada hayli edepli biçimde de olsa sözel ve görsel olarak erotizme de göz kırpan filmin -elbette yine hayli edepli biçimde olmak üzere- fiziksel güzelliğinden yararlandığı kişinin kadın karakterlerden biri değil Elvis olması da film ile ilgili ilginç bir not olarak dikkat çekiyor. Presley’in canlandırdığı saf ve masum karaktere uygun bir vücut dili ve yüz ifadesi ile rolünü oynadığı filmdeki performansı belki çok geniş bir aralığa yayılan bir çeşitlilik içermiyor ama yine de tonu doğru belirlenmiş bir oyunculuk bu ve hikâyeye de yakışıyor açıkçası. Filmin mizahının önemli bir kısmı da onun karakterinin saflığı üzerinden üretiliyor. Bankada bir yanlış anlama sonucu soyguncu zannedilmesi ile ortaya çıkan komik (ne yazık ki yeterince değil) durum bunun başlıca örneklerinden biri ve pek güçlü olmasa da filme kimi eğlenceli anları katan da bu karakter oluyor.

Girişteki şarkının dışında dört şarkı daha söylüyor Elvis Presley filmde: “Follow That Dream”, “Angel”, “Sound Advice” ve “I’m Not the Marrying Kind” ve eski bir şarkı olan “On Top of Old Smokey”den de birkaç dizeyi mırıldanıyor gitar eşliğinde. Şarkılar keyifli ve Elvis de çok güzel söylüyor elbette ve filmin en keyifli anları da bu şarkılı sahneler oluyor. Yetersiz komedisi ve yine yetersiz romantizmi bir yana, belki de filmin hikâyesindeki asıl dikkat çeken “mülkiyetçi” yaklaşımı. Bir parça daha genişletirsek hikâyenin kapsama alanına girişimcilik ve bireyseliği de katabiliriz rahatlıkla ve böylece ortaya ABD’yi ABD yapan “değerler” çıkmış oluyor. Filme kaynaklık eden romanın adındaki “pioneer” kelimesinin ABD tarihinde, Batı’yı “keşfe” çıkan öncüler için kullanıldığını ve bu öncülerin o bölgelerde yerleşik olan yerlilerin hayatlarını ve uygarlığını yok ederek yeni yaşama alanları oluşturduğunu hatırlarsak filmin ABD sistemini özetlediğini söyleyebiliriz rahatlıkla. Bankacılığa yapılan bir övgüyü ve ailenin genç kızının kendisine “yerli” denmesine öfkelenmesini de filmin bu -beyaz- Amerikan değerlerinin tam da ortasında durmasına örnek olarak gösterebiliriz sanırım ve “dürüst vatandaş” övgüsü de tam da bu bağlamda yerini almış görünüyor filmde. Elvis’in hikâyede bir ara kanunun temsilcisi olması ve finalde mahkemenin adalet dağıtması da yöneteni ve yönetileni ile mutlu bir ülkenin göstergeleri oluyorlar. Romanı yazan Richard P. Powell kitabının okuyucuların gözünde “devlete karşı bireyin hikâyesi” veya “Amerika’nın öncü ruhlarının bugünkü karşılığı” olarak okunabileceğini söylemiş zamanında ki onun da derdini anlatan ifadeler bunlar. Burada devlete karşı olmak ile sisteme karşı olmanın farklı şeyler olduğunu da hatırlamak gerekiyor elbette.

Ünlü müzisyen Tom Petty, bu filmin çekimlerinde görev alan amcası sayesinde Elvis ile tanışmış henüz 11 yaşındayken ve kendisinin Elvis ve Rock and Roll sevgisi de o zaman başlamış. O kadar hayran olmuş ki Presley’e, o dönemde çocukların gözdesi olan Wham-O marka sapanını Elvis’in 45’likleri ile değiş tokuş etmiş bir arkadaşı ile! Evet, hayran olmamak zor Elvis’e hem müziğe kattıkları hem de müziğine kattığı karizması nedeni ile. Aslında bu filmi belki de onu sanatçının pek çok diğer filminin aksine fazla “sömürmemesi” ve saf bir karakteri oynatması nedei ile takdir etmek gerekiyor. Kuşkusuz karizması yine kendisini gösteriyor ama hikâye bir şekilde onun sıradan görünmesine de imkân tanıyor.

(“Gençlik Rüyası”)

Trash – Stephen Daldry (2014)

trash“Hayır, o yakında oturuyor. Uzakta oturan biziz!”

Çöpten satabilecekleri bir şey ararken buldukları cüzdanın peşine polis de düşünce başları derde giren üç çocuğun hikâyesi.

Stephen Daldry’in yönettiği (ve Christian Duurvoort’un “co-director” olarak çalıştığı) bir Brezilya – İngiltere ortak yapımı. Andy Mulligan’ın aynı adlı romanından uyarlanan filmin senaryosunu yazan Richard Curtis romanda adı belirtilmeyen ülkeyi Brezilya olarak belirlemiş ve hayatlarını büyük bir çöp toplama alanında satabilecekleri bir şey arayarak geçiren üç çocuğun hikâyesini getirmiş karşımıza. Hızlı bir kurgu, dinamik bir anlatım, sergilenen yoksulluk manzaraları, yozlaşmanın egemen olduğu bir ülkeden manzaralar ve üç genç oyuncunun başarılı performansları filme çekicilik katıyorlar kesinlikle ve ilgi ile izleniyor film. Ne var ki finalinin de altını çizdiği gibi gereğinden fazla yumuşak/tatlı bir havası var filmin ve pek çok eleştirmenin de vurguladığı gibi bu bakımdan “Slumdog Millionaire – Milyoner” ile benzerlikler taşıyor. Filmin popüler sinemanın karakteristik özelliklerinden pek ayrılmaması da çok olumlu bir puan değil ama yine de filmin biraz zorlama da olsa “devrimci” bir havadan esintiler getirmesi, devletin organlarının çürümüşlüğünü ve iktidarın gücünü korumak için gidebileceği nokta için bir sınır olmadığını çekinmeden göstermesi ve aksiyon ile gereğinden fazla karışmış olsa da trajik hayatları karşımıza getirmesi ile ilgiyi hak ettiğini söyleyebiliriz rahatlıkla.

Çalınan yüklü miktarda para, içinde çok önemli bilgilerin olduğu bir defter ve tüm bunlara giden yolu açan bir cüzdan. Film bu cüzdanı tesadüfen bulan bir çocuk ve iki arkadaşının önce içindeki paranın sevincini yaşamasını ama sonra tüm bir polis örgütünün peşine düşmesi nedeni ile cüzdanın taşıdığı sırrı “doğru olduğuna inandıkları için” çözmeye karar vermeleri sonucu başlarına gelenleri anlatıyor bize. Bir politikacının kirli işleridir bu sırlar ve sadece onun değil ülkenin pek çok kurumunun da başını yakacak türden bilgilerin ele geçmemesi için tüm polis örgütü ayağa kalkar adeta. Film bunları anlatırken iki sıkıntı yaşıyor temel olarak: Asıl olarak -onlar için sert öğeleri olsa da- çocukluktan gençliğe yeni geçenler için yazılmış bir romanı yetişkinler için bir filme dönüştürme çabasının yarattığı zorluklar ve konunun sosyal ve politik önemini zaman zaman aksiyonun gölgesinde bırakmak. Bu iki sıkıntı filmi üç çocuğun bir parça sert macerası konumuna sokuyor zaman zaman ki bu da filmi zayıflatıyor elbette. Romanın yazarı Mulligan’ın gönüllü olarak çalıştığı ve aralarında Brezilya’nın da bulunduğu ülkelerde tanık olduğu yoksulluk ve trajedilerin, ve sokaklardaki sert hayatının izlerinin sindiği filmin bu kusurlarına karşılık çekici yönleri de var elbette.

Çöp boşaltma alanından bölge insanlarının yaşam mekanlarına, Rio de Janerio’nun çatılarından hapishaneye tüm setler üç çocuğun yaşadığı zorlu hayatın ne anlama geldiğini bize hiç yumuşatmadan gösteriyor ki çok doğru bir seçim olmuş bu filme kattığı gerçekçilik duygusu nedeni ile (sıkıntı, bu mekanlarda çocuklar bir maceranın içinden geçerken müziklerle, hızlı kurgu vs. ile hikâyenin gençler için bir macera filmine dönüşerek yumuşaması zaman zaman). Bu trajik hayatları gösterirken bize yönetmen Daldry, üçü de ilk kez bir sinema filminde rol alan oyuncularını da gerçekten başarı ile kullanıyor. Rickson Tevez (Raphael rolünde), Eduardo Luis (Gardo) ve Gabriel Weinstein (Jun-Jun) kendi hayatlarını oynar kadar rahatlar ve filmin fiziksel beceri isteyen sahnelerinde de dramatik anlarında olduğu kadar başarılı olarak kesinlikle göz dolduruyorlar. Daldry daha sonra ne olduğunu anlayacağımız sahnelerde bu üç oyuncuyu zaman zaman doğrudan kameraya/seyirciye doğru konuşturarak da akıllıca bir iş yapmış. Üç oyuncunun bu sahnelerdeki doğallığı ve samimiyeti bize de geçiyor ve hikâyeyi çekici kılmaya yardımcı oluyor. Film bu üç karakteri ne yazık ki her zaman doğru bir sahnenin içine yerleştirememiş görünüyor, çoğunlukla da senaryodan kaynaklanan nedenlerle. Örneğin politikacının evindeki bir çalışanın çocuklara hikâyenin başında neler olduğunu anlatmasındaki rahatlık sadece “aynı sınıf”a mensup olmaları ile açıklanabilecek bir durum değil ve senaryo açısından da kolaya kaçmak gibi görünüyor. Yine bu üç çocuğun bir şifreyi çözebilmek için ihtiyaç duydukları İncil’i para karşılığı satın alma planlarındaki her aşamanın aksaması ve buradan filmin mizaha da kayması -her ne kadar iyi çekilmiş ve oynanmış bir sahne olsa da- işte filme o gereksiz yumuşaklık katan sahnelerden birine dönüşüyor sonuçta.

Finaldeki “servetin paylaşılması” görüntüleri, “İnsanlar sokaklara döküldüğü gün, inanın bana, bizi kimse durduramaz” cümlesi ve üç çocuğun sıkılı yumruklarını havaya kaldırdığı sahne filme bir “devrim” havası katmıyor değil açıkçası ve çocuklardan biri de “kendi küçük devrimlerini” yapmaktan söz ederek bu havanın altını çiziyor. Martin Sheen ve Rooney Mara’nın canlandırdıkları rahip ve gönüllü karakterleri mesaj verme kaygısının uzantıları gibi durduklarından filme bir şey katmazken, bir çocuğa şiddet kullanıldığı sahnede müziğin kullanım şekli de filmin kendisini aksiyona gereğinden fazla teslim ettiğinin anlarından biri olarak dikkat çekiyor. Keşke tüm bunları ticarî havadan uzaklaşıp anlatsaymış film ve tüm o yoksulluk zaman zaman bir aksiyona eşlik eden şıklığa dönüşmeseymiş demek gerekiyor burada. Yine de ilgiyi hak eden ve modern dünyanın yoksulları ile egemen sistemlerin nasıl tam zıt yönde durduklarını göstermesi ile dikkat çeken bir film bu.

(“Umut Kırıntıları” – “Trash:A Esperança Vem do Lixo”)

Derya Gülü – Süreyya Duru (1979)

derya-gulu“Bir kayıkta bir çift kürek düşün, biri ötekinden kısa. Yol alır mı? Biz öyleydik onunla”

Ege kıyılarındaki bir kasabada yaşlı bir balıkçı, onunla istemeyerek evlenmiş genç karısı ve yanlarında çalışan genç bir adam arasındaki ilişkilerin hikâyesi.

Necati Cumalı’nın aynı adlı oyunundan Süreyya Duru ve Suphi Tekniker’in senaryosu ile sinemaya uyarlanan ve Duru’nun yönettiği bir film. Sinemamızın krizde olduğu bir dönemde çekilen ve dönemin “moda”sına uygun olarak erotizme de göz kırpan film Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde İhsan Yüce ve Meral Orhonsay ile oyuncu ödüllerini alırken, Nedim Otyam’ın müzik çalışması ve -her ne kadar jenerikte Ali Uğur’un da adı geçmiş olsa da- Salih Dikişçi’nin görüntüleri ile de Altın Portakal’ın sahibi olmuştu. Film oldukça iyi niyetle yola çıkılarak çekilen ama temel olarak senaryosundan kaynaklanan nedenlerle sık sık da aksayan bir çalışma. Kısıtlı bir mekanda ve temel olarak üç kişi arasında geçen hikâyeye çok daha uygun olabilecek yoğun bir psikolojik inceleme yerine daha klasik bir sinema dili kullanılması da filme çok yaramamış görünüyor. Yine de ödüllü iki oyuncusunun kariyerlerinin geneli ile kıyaslandığında hayli farklı tonlarda sergiledikleri oyunculukları, tam anlamı ile -ne yazık ki- başarılamamış olsa da filmin bir “üçüncü sayfa” hikâyesi anlatması ve Duru’nun -yine ne yazık ki- hayli kısıtlı tuttuğu geleneksel sinemadan uzaklaşma çabaları ile ilgiyi hak eden bir film bu.

Necati Cumalı’nın oyunu sinemaya ilk kez 1973 yılında Nuri Akıncı’nın senaryosu ve yönetmenliği ile uyarlanmış. “Balıkçı Kız” adı ile de bilinen bu filmden altı yıl sonra bu kez Süreyya Duru ele almış konuyu. Filmin çekildiği 1979 yılı Türkiye sinemasının zor yıllarından biri (Giovanni Scognamillo’nun “Türk Sinema Tarihi” adlı incelemesinde belirttiği üzere o yıl çekilen toplam 195 filmin 131’i “seks” ve 19’u da türkücü filmi olmuş) ve ülkenin içinde bulunduğu “anarşik” kargaşa da toplumun hayli zor bir süreçten geçmesine neden oluyordu o sıralarda. İşte böyle bir dönemde, daha çok gerçekçi toplumsal filmleri ile tanınan Süreyya Duru bu kez daha bireysel görünen bir hikâyeye el atmış bu film ile. Temel olarak bir aşk üçgeni var karşımızda: Genç ve tatminsizlikler içinde yaşayan bir kadın, onun kendisinden hayli yaşlı ve çok fazla içen kocası ve balıkçı kocanın yanına çalışmak için gelen genç bir erkek bu üçgenin kenarlarını oluşturuyor. Bu karakterlerden ortaya nasıl bir hikâye çıkacağını tahmin etmek kolay belki ve bu yüzden de filmin sinemasal öğelerinin ortalamadan güçlü olması gerekiyor ortaya başarılı bir film çıkabilmesi için. Ne var ki hem senaryosu hem sineması ile aksıyor film. Oyunda olmayan iki karakterin (kadına onunla olan sınıf farklarını koruyarak akıl veren, onun erkeğe boyun eğmesini eleştiren, kadın özgürlüğünden dem vuran iki zengin kadın) filme neden eklendiğini anlamak mümkün ama onların yer aldığı tüm sahneler ve o sahnelerdeki diyaloglar çok zorlama olmuş. Bu karakterlerden özellikle genç olanını sınıfsal açıdan ele alarak eleştirisinin hedefi yapmak istemiş Duru ama o derece yapay bir karakter ki bu genç kadın, hedefine ulaşamamış. Benzer şekilde yaşlı balıkçının kurulmak istenen bir kooperatife soğuk baktığı kahvehane sahnesi de Duru’nun önceki filmlerindeki gibi bir toplumsal meseleyi filme sokmak amacı ile yazılmış gibi duran ve hikâyenin geneli içinde kendisine uyumlu yer bulamayan bir bölüm olarak kalmış sadece.

Senaryonun başka sıkıntıları da var: Meral Orhonsay’ın canlandırdığı genç kadın ile Bulut Aras’ın oynadığı genç adam arasındaki ilişkinin inişli çıkışlı hali bir türlü ikna edici olamıyor ve bunun da esas sebebi hızlı akması filmin ve olan biteni anlamlandırmaya fırsat bulamamamız. Evet, filmin süresi kısa ama bu sorunun nedeni süre değil kesinlikle; daha doğru bir senaryo ile çok daha iyi anlatılabilirmiş karakterlerin tereddütleri, hırsları, korkuları ve tutkuları. Senaryonun bu problemi özellikle oyunculardan ikisini olumsuz anlamda etkilemiş: Orhonsay ve Aras. Karakterlerinin davranışlarını ve tepkilerini inandırıcı kılmakta zorlanıyorlar sık sık ve bu zor sınavdan Orhonsay güç de olsa geçmeyi başarırken Aras bir türlü inandırıcı bir karakter çıkaramıyor karşımıza. Meral Orhonsay, içinde bulunduğu ve şiddetle mutsuz olduğu hayattan kurtulmanın tek yolu olarak gördüğü genç adamı baştan çıkartmak, kışkırtmak ve yalvarmak arasında gidip gelen karakterini senaryonun tüm problemlerine rağmen kabalıktan sıyrılarak karşımıza getirmeyi başarıyor. Filmin erotizme göz kırpan anlarında da dürüst ve inandırıcı olmayı başaran oyuncu sinemamızın kadın yıldızlarının pek bulaşmadığı türden ve daha sonraları Müjde Ar’ın cesareti ile sergilenme olanağı bulan bir karakteri seyirci için ilginç kılma işinin üstesinden geliyor özetle. Bulut Aras ise duygusuz bir oyundan Yeşilçam usulü vurgulu bir duygusallığa uzanan bir aralıkta gidip geliyor performansı ile ve aksıyor sonuç olarak. Onun karakterini ilk sahnelerinde daracık beyaz pantolonu ve daha sonra da sık sık üstü çıplak olarak gösteren Duru’nun sinemamızın en azından o tarihe kadar pek de sık yapmadığı bir şekilde bir erkek karakteri fiziksel çekiciliği ile sergileme tercihini, hikâyesinin tam da bunu gerektirmiş olması nedeni ile takdir etmek gerekiyor. Filmin Orhonsay gibi ödüllü bir diğer oyuncusu olan İhsan Yüce ise Yeşilçam’ın onlarca filmde kendisini kıstırdığı kalıplardan sıyrılabilmiş olmanın verdiği özgüvenle de olsa gerek yine zor bir rolün üstesinden kolaylıkla geliyor ve ödülü hak ettiğini gösteriyor bize.

Nedim Otyam’ın çok sesli müziğe uyarlanmış türküleri andıran müzik çalışması bu anlamda özgünlüğü ile dikkat çekerken, Orhonsay’ın bu müzik eşliğindeki ve, Karadeniz esintili ve modern havalı dansı ise filmin ilginç ve görmeye değer yanlarından biri olurken, müziğin “modern” havasının ele aldığı üç karaktere pek uymadığını söylemek gerekiyor. Daha doğrudan yerel olan bir müzik yakışırdı bu sahneye açıkçası. Dublajında göze batan sorunları da olan film yoğun bir psikolojik inceleme olmayı denememesinin de kurbanı olmuş. Oysa hikâye gazetelerin üçüncü sayfalarına yakışan türden içeriği ile bu topluma çok uygun ve Zeki Demirkubuz’un “Masumiyet” veya “Üçüncü Sayfa” gibi filmlerindekine benzer bir bakış ile çok daha farklı yerlere gidebilirmiş.