Kalecinin Penaltı Anındaki Endişesi – Peter Handke

Alman yazar Peter Handke’nin ilk kez 1970 yılında yayımlanan ve iki yıl sonra Wim Wenders tarafından sinemaya da uyarlanan romanı. Arka kapaktaki tanıtım yazısında kitabın “dille dünya arasındaki “boş”luğun romanı” olduğu ve “Handke’nin dile olağanüstü bir önem vererek “boş”luğun üslubunu yaratması”ndan söz ediliyor. Gerçekten de, yerleşik edebiyat anlayışından uzak ve farklı bir üslup yaratmış Handke ve bir cinayet dışında günlük sıradan olayları dile getiren romanında gerçeğin bilinci ve algılanması (ve isimlendirilmesi) üzerine bir hikâye anlatmış. Romanın bir kaleci olan kahramanı kitabın sonunda seyirci olarak gitttiği bir futbol maçında bir başka seyirciye kalecinin penaltı anındaki endişesini anlatır: Penaltı sırasında kaleci topun hangi köşeye gideceğini hiçbir zaman bilemez ve benzer şekilde penaltıyı kullanan da kalecinin hangi köşeye atlayacağını tahmin edemez. Handke sıradan bir olay gibi anlatıyor aniden işlenen cinayeti ve sonra katilin kaç(may)ışını aktarıyor bize. Aslında ne ortada bir kaçış vardır ne de polisin kaçmayan bir adamı gittiği yerde arama durumu.

Günlük hayatın içindeki sıradanlığı öylesine bir dil ile aktarıyor gibi görünüyor roman ve kahramanının çok dikkatli bakan bir gözle algıladığı sıradan gerçekler üzerinden ilerliyor. “Düz” bir dil ile gerçekten de adeta bir boşluğu gösteriyor bize kitap ve hayatın içindeki rutin olayları veya karakterlerin sıradan davranışlarını adamın gözünden ve hiçbirini atlamadan (“önemli” veya “önemsiz” ayrımı yapmadan) anlatıyor. Çok nadir durumlar dışında kahramanı dahil herhangi bir karakterin duyuguları hiç öne çıkmıyor ve sanki hayatın mekanik bir biçimde işleyişine odaklanıyor sadece roman. Üçüncü şahıs ile anlatılıyor olsa da romanın her ânı adamı ve yaptıklarını dile getirdiği için nerede ise birinci şahıs ile anlatılan bir kitap gibi görünen eser, kelimeler ve tanımladıkları nesneler, kelimeler ve iletişim ve kelimeler ve onlara yabancılaşma gibi konulara değinirken bilinçli bir monotonluğu da içinde barındırıyor. Anlatılanın arkasında bir şeyler arayan veya bir gizemin peşine düşenleri yanıltacak bir eser bu; ne söylüyorsa onu kastediyor sadece çünkü.

Kitabın (ve filmin) adı bugün başlıbaşına bir kavrama dönüşmüş durumda; kalecinin ve penaltıyı atanın birbirlerinin ne yapacağını öngörememesinden yola çıkan ve bundan da daha çok nasıl ilerleyeceği bilinmeyen bir tehlike karşısındaki endişeyi ve bu tehlikeye nasıl cevap verilmesi gerektiğini bilememenin yarattığı tedirginliği anlatmak için sık sık başvurulan kullanılan bir ifade bu. Wenders’in uyarlamasının ticarî açıdan pek ilgi görmemiş olsa da romanın ruhunun sinema karşılığını bulmaktaki başarısını ve 70’lerin Alman sinemasının ilginç örneklerinden biri olmasını da hatırlatarak, bu “zor” romanın çağdaş edebiyatın ilginç yapıtlarından biri olarak, okunması gerektiğini söyleyelim son olarak.

(“Die Angst des Tormanns Heim Elfmeter”)

Kelebeğin Rüyası – Yılmaz Erdoğan (2013)

“Bir ermiş bir gün rüyasında kelebek olduğunu görmüş. Uyanınca kafası çok karışmış. Ben mi rüyamda kelebek oldum, yoksa bir kelebek şu anda rüyasında ben olduğunu mu görüyor diye düşünmüş”

Türk edebiyatının hayatlarını çok genç yaşta kaybeden iki ismi, şairler Rüştü Onur ve Muzaffer Tayip Uslu’nun hayat hikâyeleri.

Sinemamızın yapmayı pek beceremediği türden hüzünlü bir romantizmi olan bir film. İki şairin hüzünlü hayat hikâyelerini hak ettikleri bir prodüksiyon ile perdeye taşıyan eser, bir dönem filmi olarak hemen hiç aksamaması, Gökhan Tiryaki’nin başarılı görüntü çalışması ve iki baş oyuncusunun çarpıcı performansları ile ilgiyi kesinlikle hak eden bir çalışma. Filmin eleştirilmesi gereken iki temel öğesi ise yönetmen Yılmaz Erdoğan’ın filmi gereğinden fazla parlatmaya çalışması ve yine Erdoğan’ın filme kişisel bir damga vurmaya çalışması.

Film Behçet Necatigil’i canlandıran Yılmaz Erdoğan’ın sesinden dinlediğimiz bir Necatigil şiiri ile açılıyor ve yine benzer bir sahne ile kapanıyor. Gerçek hikâyeler ile ne kadar örtüşüyor bilmiyorum Erdoğan’ın senaryosu ama karakterini hikâyenin hemen tüm dönüm noktalarında sahneye çıkarması, iki genç şairle olan diyaloglarında Necatigil’i değil de BKM’deki oyunculara akıl veren Yılmaz Erdoğan’ı oynaması, ekonomik oynamakla hiç oynamamanın birbirine karıştığı performansı, açılış jeneriğinde kendi adını “… ve Yılmaz Erdoğan” ifadesi ile yazdırarak kendi adına özel bir vurgu yapması gibi tercihler sanatçının kendisini ısrarla ön planda tutma arzusunun birkaç örneği sadece. Genç yaşta ölen iki şaire ve onlar üzerinden tüm “kayıp şairler”e adanan (ki çok dokunaklı bir ithaf ve çok doğru bir tercih bu Erdoğan adına) filmin bir diğer problemi de Erdoğan’ın filmi gereksiz bir şekilde “parlatmaya” çalışan yönetmenlik tercihleri. Örneğin açılışta, uzun süren tek bir planda bir madende ve zorla çalışmaya götürülenleri gösteriyor bize film ama adeta “prodüksiyon için çok para harcadık” diyor bize bu görüntülerle. Başka sahnelerde de var bu şıklık çabası ki filmin hüzünlü gerçekleri ile ve şairlerinin alçak gönüllülüğü ile ters düşüyor bu çaba. Kapanışta iki şairin unutulmuşluğunu vurgulayan ama bu unutulmuşluğun bu film ile sona ereceğini iddia eden yazı da filmin (Erdoğan’ın aslında) kendisini fazla önemsemesinin bir başka sonucu. Seyircinin ve zamanın vereceği bir yargıyı kendisinin vermesi şık bir sanatçı tutumu değil kesinlikle.

İkinci Dünya savaşı sırasındaki olağanüstü koşullar gerekçe gösterilerek 1940 yılında başlatılan bir uygulama ile 15 – 65 yaş arasındaki Zonguldaklı tüm erkekler için madenlerde çalışmak zorunlu hale getirilmişti. Bu acı sonuçları olan uygulama hikâyede önemli bir yer tutuyor ve Yılmaz Erdoğan’ın Tek Parti dönemine eleştirilerinin de araçlarından biri oluyor. Ne var ki bu eleştiriler de pek oturmamış görünüyor hikâyede. Zonguldak’ta -herhalde bürokrasi mensuplarının aileleri olsa gerek- resmî bayramlarda balolara katılan, tenis turnuvaları düzenleyen, vals yapan bir insan grubunu sık sık gösteriyor bize film ama nedense bunları madende çalışmak zorunda kalanlarla yan yana düşürmüyor hiç ve adeta iki ayrı filmin karakterleri gibi sergiliyor onları bize. Hatta Halkevleri’ndeki tiyatro ve dans çalışmaları üzerinden o dönemin uygulamalarını olumlu yönde gösteriyor bize düzenli olarak, belki de hiç bu niyette olmadığı halde. Kaldı ki 1940’ların Zonguldak’ında “kadınlı erkekli” gençlerin bir arada rahatça vakit geçirebilmesi (piknik sahnesi örneğin) dönem için bir eleştiriden çok övgü gibi algılanmalı ki açıkçası günümüz Türkiyesi düşünüldüğünde bu övgü pek de yersiz sayılmaz.

İkisi de veremli olan genç şairlerin şiir tutkuları, yazdıklarını bastırabilmek için inatla çalışmaları ve aşkları filmde iki oyuncunun olağanüstü performansları ile geliyor karşımıza: Biri beklenen, biri şaşırtan başarılar bunlar. Mert Fırat her zamanki gibi çok sağlam bir oyunla karakterinin (Rüştü Onur) her duygusunu bize aynen geçiriyor ve kimi zor sahnelerin üstesinden o denli rahat geliyor ki performansından etkilenmemek mümkün değil açıkçası. Bu beklenen bir başarı çünkü Fırat’ın daha önce de tanık olduğumuz pek çok çarpıcı performansı var bu şekilde. Buna karşılık Kıvanç Tatlıtuğ tam anlamı ile muhteşem kelimesini hak eden performansı ile şoka uğratıyor seyirciyi. İyi bir oyuncunun bile rahatlıkla eğreti bir duruma düşeceği bir vücut diline büründürdüğü karakterini dört dörtlük bir oyunculukla getiriyor önümüze. Vasat televizyon dizilerinde anlamsız uzun bakışlar, kötü diyaloglar ve yüzeysel duygular ile karşımıza çıkartılan bir oyuncunun bu denli ciddi bir dönüşüm geçirmesi filmin en büyük kozu ve açıkçası sadece onu seyretmek için bile mutlaka görülmesi gerekli kategorisine rahatlıkla sokulabilir bu film.

Zorla çalışmaya götürülen ve zincirlenmiş insanlar geçerken aniden yağmurun bastırması, Necatigil’i oynayan Erdoğan’ın gece yağmurda yürürken görüntülenmesi veya kahramanlarımızın tırmandığı direğin etrafında Hollywoodvari dönen kamera gibi oyunlar ya da güneş batarken deniz kenarında oyun oynayan gençler gibi anlar Erdoğan’ın şıklık fetişizminin örnekleri olarak görünürken, Gökhan Tiryaki’nin çok başarılı görüntü çalışmasına da haksızlık ediyorlar bir bakıma. Onun örneğin Nuri Bilge Ceylan filmlerinde hikâyenin her anına çok iyi oturan çarpıcı görüntü çalışması burada filmin “güzellik pornosu” diye tanımlayabileceğimiz hatasının kurbanı olmuş bu anlarda. Yine de takdiri hak ediyor filmin görüntü çalışması. Benzer bir durum filmin müzikleri için de geçerli. Rahmi Altın’ın yine Hollywoodvari diye nitelenebilecek olan ve Amerikan sinemasının “büyük” filmlerinden aşina havaları olan müziği melankolik yanı ile hayli dikkat çekici kesinlikle ama gerek müziğin fazla kullanımı gerekse melankoliyi uç noktalara taşıması rahatsız ediyor zaman zaman.

Film çekildiği tarihte otuz yaşında olan Belçim Bilgin’in liseye giden bir kızı canlandırmak gibi ciddi bir dezavantajla karşımıza geldiği ama rolünü fazla aksamadan oynamış göründüğü filmde Farah Zeynep Abdullah ve kısa bir rolde de olsa Taner Birsel işlerini hakkını vererek yapıyorlar. Prodüksiyonun başarısı (set ve kostümler özenle çalışılmış görünüyor, keşke mekanlar/binalar bu kadar pırıl pırıl ve yeni durmasaymış özellikle Zonguldak’ta geçen sahnelerde) ve trajediyi hemen hiç abartmadan aktarabilmesi filmin dikkat çeken iki olumlu noktası. Bir sahnede eşi, şair Rüştü Onur’a “sen kötü şeyleri güzel söylüyorsun” diyor ve sanırım Yılmaz Erdoğan da senaryosundaki bu cümlenin üzerine kurmuş anlatımını ve güzel anlatmaya çalışmış hikâyesini. Sık sık fazla şık olsa da, sonuçta iyi anlatılmış ve iyi oynanmış bir film bu. Kayıp şairlerin anısına gerekli saygıyı göstermeyi ihmal etmeyen, hüznün tüm duraklarına uğrayan ve şiirin gücünü hatırlatan bir çalışma olarak görülmeyi hak ediyor kesinlikle.

The Prestige – Christopher Nolan (2016)

“İnsan imkânsızı yakalayabilir sözünü bilir misiniz? Yalan! İnsan imkânsızın ötesine geçebilir”

En büyük numarayı bulmanın peşine düşen ve kişisel bir kavgaları da olan iki sihirbazın hikâyesi.

İngiliz yazar Christopher Priest’in aynı adlı, ödüllü romanından uyarlanan bir ABD – İngiltere ortak yapımı. Senaryosu Nolan kardeşler (Christopher ve Jonathan) tarafından yazılan filmin yönetmenliğini Christopher Nolan üstlenmiş. 2006 yılında sihirbazlarla ilgili çekilen üç filmden biri olan çalışma seyirciden de epey ilgi gören bir eser olmuş ve hikâyenin neden Nolan’ın ilgisini çektiğini kanıtlamak istercesine oyun içinde oyun havası ile “zekâ”ya da hitap etmiş. Sağlam oyuncu kadrosu, dönem filmi olmanın hakkını veren başarılı set ve kostüm çalışmaları ve Nolan’ın becerisini sonuna kadar gösterdiği yönetmenlik çalışması ile ilgi göstermemenin zor olduğu bir film bu. Buna karşılık, pek çok Nolan filmi gibi kendisini fazlası ile önemsemesinden de kaynaklanan fazla gösterişli oma çabası ve tekrara düşmek gibi kusurları da var.

2006 yılı sinemada adeta sihirbazların ve sihirin yılı olmuş ve üç film birden gösterme girmişti onları konu edinen: Neil Burger’ın “The Illusionist – Sihirbaz”, Woody Allen’ın “Scoop” ve Nolan’ın bu filmi. İki illüzyonist arasındaki kişisel ve meslekî rekabetin en uç noktalara taşındığı bir hikâye anlatan film, iki ana karakterinin mesleğine uygun olarak oyunlar anlatıyor bize ve Nolan’ın alamet-i farikası olduğu gibi oyun içinde oyunlarla ilerliyor. “Inception – Başlangıç” filmindeki rüya içinde rüya içinde rüya… motifinin kullanımı ile adeta seyircisini bir zekâ oyununa davet etmiş ve hikâyenin “kompleks”liğinden yılmayanların da kendisini ayrıcalıklı hissetmesini sağlamıştı Nolan nerede ise. Burada da iki rakip birbirine oyunlar oynayıp dururken veya birbirlerinin oyununu bozarken benzer bir çabanın içinde oluyor Nolan ve aynı havayı yakalıyor. Bu işe yarıyor mu sorusunun cevabı ise bir noktaya kadar evet daha çok. Evet, rekabet ve oyunlar hikâyeyi ayakta tutuyor ama bir yerden sonra da tekrara ve zorlamaya düşüyor film. Hırs ve tutkuların, belki bunlardan da çok rakibini alt etmenin hikâyesi oldukça profesyonel bir anlatımla ve sağlam bir kadro ile karşınıza çıkınca etkilenmemek pek kolay değil ve bu film de sonuçta amacına ulaşarak geniş kitleler için çekici bir seyirlik olmayı başarıyor. Hikâyenin uzadıkça uzayıp içine gizemli bilim adamı Tesla’yı ve bir çeşit klonlamayı da almasından sonra -eğer filme araya bir mesafe koyarak bakabiliyorsanız-, bu kadarı da fazla oldu demeniz oldukça muhtemel. Sonuçta bu bir Nolan filmi olarak kendisine hayran; dolayısı ile biçimsel güzelliğini ve zekâya hitap eden içeriğini uzun uzun seyrediyor ve sizden de aynısını istiyor.

İki rakibi canlandıran Christian Bale ve Hugh Jackman, sihir numaralarını hazırlayan mühendis rolündeki Michael Caine, her iki illüzyonistin de yardımcısı ve sevgilisi olan Scarlett Johansson, Tesla’yı oynayan David Bowie ve rakiplerden birinin eşini canlandıran Rebecca Hall… Evet, güçlü bir kadro bu ve varlıkları ile bile belli bir ilgiyi garantileyen isimler olarak filme katkı sağlıyorlar. Karakterlerinin hırs, rekabet, intikam, trajedi gibi öğelerle hayli yoğun olarak yaşadıkları hayatlarını gerçekçi ve takibe değer kılan bu isimler içinde Jackman’ın bir parça öne çıktığını da söyleyelim. Kadın oyuncuların karakterlerinin tıpkı gösterinin asıl kahramanlarının erkekler olması gibi bir parça geride kaldığı filmde rekabet kavramının üzerine epey oynamış hikâye ve sadece iki illüzyonistin arasındakini değil, Tesla ile Edison arasındakini de almış kapsamına. Bilim veya bir sahne sanatı fark etmiyor demek ki; rekabet her zaman ölümcül olabiliyor diyor film bize.

Açılışta Michael Caine’in karakteri filmin adına da esin kaynağı olan “prestij” kelimesinin anlamını açıklıyor bir çocuğa ve bize. Filme (ve uyarlandığı romana) göre illüzyon sanatı üç aşamadan oluşuyor: “Vaat” (seyirciye “sıradan” bir nesnenin gösterilmesi ve nesnenin sıradanlığını kendisinin kontrol etmesinin istenmesi), “Dönüştürme” (sıradan/olağan nesnenin olağanüstü bir şeye dönüştürülmesi ki bu aşama etkileyicidir ama asıl vurucu olan değildir çünkü bir şeyi kaybetmekten çok onu geri getirebilmektir marifet ve bu da son aşamada yapılandır) ve “Prestij”. Filmimiz doğrudan bu aşamaları izlemiyor belki ama yok ettiği “şeyler”i finalde karşımıza geri getirerek kendi “prestij” anını yakalıyor. Ne var ki bu prestij anının geleceğini de fazlası ile belli ediyor ilginç bir şekilde ve bu da finali olumsuz anlamda etkiliyor doğal olarak. Bu derece oyun içeren ve kronolojik bir anlatımı olmayan bir hikâyenin zaman zaman fazlası ile düz görünmesi ve daha da önemlisi, bu derece oyun içeren bir filmin nedense bir parça soğuk bir dil ile anlatılmış olması da olumsuz noktalar olarak dikkat çekiyor. Sonuçta, tüm kusurlarına rağmen Nolan’ın filmi ticarî sinemanın zanaatkârlığının usta bir örneği olarak ilgiyi hak ediyor.

(“Prestij”)

Kambur – Atıf Yılmaz (1973)

“Neyin var ötekilerden eksik? Yüzün ay parçası gibi. Kuvvetlisin, dört kadının işini görürsün tek başına. Bir, kambur mu? Herkesin kamburu içinde. Senden daha mı namuslu ötekiler, daha mı iyi yürekli? Çocuksa, sen de doğurursun. Ne eksiğin var?”

Kambur bir balıkçı kadın ve aşık olduğu kör bir kemancı adamın hikâyesi.

Senaryosunu Ayşe Şasa’nın yazdığı, Atıf Yılmaz’ın yönettiği bir klasik. Doğu masallarından esinlenen çalışmada, Kadir İnanır ve Fatma Girik başrollerini paylaştıkları eserin gerçek bir sevgi filmine dönüştürülmesine de katkıda bulunarak çarpıcı bir çift yaratıyorlar. Sinemamızın vamp kadını Suzan Avcı’nın kariyeri boyunca ne yazık ki kendisine pek tanınmayan fırsatı çok iyi değerlendirdiği film kesinlikle bir “Doğu filmi” ve bir batılının değil, doğulunun seveceği ve özdeşleşebileceği hikâyesi ile izlenmeyi kesinlikle hak ediyor. Dönemin Yeşilçam’ının kısıtlı koşulları altında Atıf Yılmaz’ın yakalamayı başardığı biçimsel başarı, Kaya Ererez’in görüntü çalışması ve yüreğe dokunan içeriği ile önemli bir film bu. İlk bir saatinde yakaladığı düzeyi, son yarım saatinde koruyamasa da ve kimi zorlamalarla klasik Yeşilçam tuzaklarına düşüyor olsa da bunu sabırla karşılayarak izlenmesi gerekiyor filmin.

Mikis Theodorakis’in Costa Gavras’ın “Z – Ölümsüz” filmi için yaptığı müziklerin hunharca ve arsızca kullanıldığı film, bu müzik çalışmasından aşırılmış bir melodinin eşlik ettiği bir rüya sahnesi ile açılıyor. Beyaz atlı şehzadesi ile karşılaşan güzel bir kız var bu rüyada ama aniden gözden kaybolur şehzade. Bu da “normal”dir çünkü rüyayı gören -ay parçası gibi bir yüzü olsa da- kambur bir kızdır ve ve elbette bir şehzadeye kavuşması mümkün değildir. Ayşe Şasa’nın ancak doğunun duyarlılığına sahip bir yüreğe hitap ettiğinde cevap alacağı senaryo sonra bu genç kadını rüyalarında gördüğü şehzadeye tıpatıp benzeyen kör bir kemancı ile karşılaştırır. Kadın için bir mutluluk fırsatıdır bu; kamburunu görmeyecek ve kendisini onun sevdiği gibi sevebilecektir bu genç adam. Evet, hayli Yeşilçam kokuyor hikâye ama hem Şasa’nın senaryosu hem de Atıf Yılmaz’ın yönetmenlik çalışması bu hikâyeyi çok çekici bir konuma taşıyor. Son yarım saatinde aksıyor hikâye ve temel temalarından biri olan fedakârlığı oldukça da zorlayarak uzatıyor epeyce ama burada bile bir farklılığı var filmin; bu zorlamaları affettiriyor size, anlattığı sevginin gücü üzerinden.

Kasabalı kadınların ucube diye çağırdığı, çocukların taşladığı ve erkeklerin taciz ettiği bir “öteki” genç kadın ve filmin aslında ötekilerin derdini kendine dert ettiğinin de göstergelerinden biri. Genç adam da kör olması nedeni ile itilip kakılmaktan şikayetçi olarak hikâyenin bir diğer dışlanmışı, onun kadar sıkıntı çekmiyor olsa da. Kambur kadının kasabadaki tek dostu olan Rum hayat kadını Tasula Abla ise eskiden hâkim oldukları topraklarda şimdi bir azınlığın üstelik de anlaşılan tek temsilcisi olarak yaşamanın zorluğunu taşıyan ve hayatta kalabilmek için yapmak zorunda kaldığı mesleğinden dolayı dışlanan bir başka öteki. İşte hikâye bu üç temel karakter üzerinden, egemen olanlara ve öteki durumunda olanlara sonuna kadar hükmetmeye çalışanlara inat sevgiyi ve fedakârlığı savunuyor bize. Atıf Yılmaz daha açılıştaki rüya sahnesinden başlayarak bize karakterlerini hayli derli toplu bir biçimde, sahneleri uzatmadan ve akıllıca kurulmuş mizansenlerle tanıtıyor. Örneğin rüya sahneleri onca kullanılmasına rağmen hemen hiç rahatsız etmiyor ve her biri hikâye için önemli ve gerekli olduğunu hissettiriyor size. Hayli kısıtlı bir bütçe ile çekildiği açık olan bu sahnelerde (masalsı bir gökyüzü yaratmak için kullanılan kırmızı jelatin kağıdının eğretiliği gibi) gökyüzünden inen merdivenden aşağı süzülen iki aşığın görüntüsü gibi parlak anlar da yakalamayı başarmış Yılmaz. Kaya Ererez’in kamerası da her bir sahne için üzerinde özenle düşünülmüş izlenimini veren açılarla getiriyor karakterleri karşımıza ve teknik oyunların peşine düşmeden sadeliğin içindeki zenginliği yakalıyor.

Toplumsal çerçeveyi bir parça ihmal ederek de olsa karakterlerini yalın çizgilerle çiziyor bize film ve işte tam da bu nedenle olsa gerek Ayvalık’taki Şeytan Tepesi’ndeki piknik sahnesi sinemamızda pek de benzeri olmayan bir “mutluluk ve aşkın resmi”ne dönüşüyor. Suzan Avcı’nın, Nikos Vasiliou’nun ünlü sirtaki ezgisi “Freatida” eşliğinde başlattığı sirtaki ve ona eşlik eden Kadir İnanır ve Fatma Girik’in sıcak ve doğal oyunları, bu sirtakiden önce öylenen Yunanca şarkı, iki aşığın mutluluğunu yansıtan sıcaklık ve Suzan Avcı’nın karakterinin kendisinin kaçırdığı mutluluğu ve aşkı yakalamış görünen iki arkadaşının sevgisinden duyduğu samimi heyecan… Tüm bunlar bu sahneyi gerçek bir klasikte görülebilecek bir âna dönüştürürken, muhtemelen Yeşilçam’ın yaratabildiği en dokunaklı ve sıcak mutluluk sahnelerinden birine tanık ediyor sizi Atıf Yılmaz. Evet masalsı bir yanı var filmin ve rüya sahneleri ile de bu masalsı yanı desteklemiş Yılmaz ve bunu o derece iyi başarmiş ki bir başka filmde sizi kolayca rahatsız edebilecek tesadüfler vs. o gerçekçi anlatılmış masal havası ile sizi yüreğinizden yakalayabiliyor.

Tasula Abla karakteri, Ayvalık’tan Midilli’ye (“bir zamanlar bizimdi” gibi bir cümle ile ifade edilmiş olsa da) gönderilen selâm ve söylenen Yunanca şarkı gibi öğelerle Ayvalık atmosferi için çok doğru bir seçim yapılmış kesinlikle. Ne var ki belki yine sadece Yunan ezgileri için seçilmiş olsa da “Z” filminin müziklerinin hikâye boyunca pek de gerekli olmayan bir yoğunlukta kullanılması doğru olmamış kesinlikle. Bir suikasti anlatan politik bir gerilim filmi için hazırlanmış müziklerin bir “imkânsız” aşka yakıştırılması -müziklerin Yeşilçam için oldukça normal kabul edilir bir şekilde izinsiz kullanılması söz konusu elbette burada- hayli zorlama olmuş. Filme yakışan ve hak ettiği bu değilmiş açıkçası. Bunun üzerine bir de bu filmde bile kaçınılamayan “mezarlık ve ney sesi” klişesini de ekleyince müzik açısından bir yandan parlak anlar yakalarken (piknik sahnesinde olduğu gibi), diğer yandan oldukça bocaladığını söyleyebiliriz filmin rahatlıkla.

Serseri bir oğlan çocuğu görünümünden güzel bir kadına dönüşen karakterini her iki halinde de aynı başarı ile oynuyor Fatma Girik. Özellikle baştaki arzu ve ürkeklikleri ve sonraki mutluluk ve kaybetme korkusunu dönemin Yeşilçam’ın ruhuna uygun bir şekilde duyguları ön plana çıkararak oynuyor ama abartıdan da uzak durmayı başarıyor. Kadir İnanır ise 60’ların yüreğinde bir yara olan Fransız jönlerini hatırlatan pardösülü sahnelerindeki yakışıklılığı ve “görmeyen” gözlerine ve sesine çok iyi oturttuğu hüznü ile hayli etkileyici oluyor Girik ile olan ikili sahnelerinde. Ve Suzan Avcı… sinemamızın vamp kadın rollerine mahkum ettiği oyuncu her sahnesinde rol çalıyor adeta ve işte o piknik sahnesindeki performansı başta olmak üzere ne derece sık bir karakter oyuncusu olabileceğini kanıtlıyor bize.

Aşkın fiziksel güzellikle ilişkisi, özürlü olmak, özrünü gizlemek ve daha da ileri giderek özürlülüğün tanımı üzerine seyircisini düşündürtmeyi başaran film son bölümlerinde düzeyini düşürüyor ne yazık ki. Yeşilçama özgü pek çok öğeyi son yarım saatine kadar dönüştürerek kullanmayı başaran film bu bölümlerde fazlası ile, alışılagelenin peşinden gidiyor nedense. İlginç bir şekilde diyaloglara da yansıyor bu düzey kaybı ve karakterlerin daha önce rahatsız etmeyen sözleri ve davranışları bu kez batmaya başlıyor. Bir parça apar topar bitirilmiş görünmesine rağmen farklı finali ile de ilgi çeken film, bu kusurlarına rağmen görülmesi gerekli bir çalışma. Özetle, iyi yazılmış, çekilmiş ve oynanmış bir sevgi filmi.