Joyland – Saim Sadiq (2022)

“Bazen bana ait hiçbir şey yokmuş gibi hissediyorum. Her şey ödünç alınmış veya başkasından çalınmış gibi geliyor”

Bir erotik dans salonunda dansçı olarak çalışmaya başlayan bir adamın, dansı ile eşlik ettiği şovun trans kadın yıldızına âşık olması üzerine gelişen olayların hikâyesi.

Senaryosunu Saim Sadiq ve Maggie Briggs’in yazdığı, yönetmenliğini Sadiq’in yaptığı bir Pakistan ve ABD ortak yapımı. Son beşe kalamasa da Oscar’da Uluslararası Film Dalı’nda kısa listeye kalan ilk Pakistan yapımı olan film Cannes’da Altın Kamera’ya aday olduğu gibi, Belirli Bir Bakış Bölümü’nde Jüri Ödülünü aldı ve LGBT temalı filmlere verilen Queer Palm ödülünün de sahibi oldu. Baş karakterlerden birinin bir trans kadın olduğu, feminist ve özgürlükçü söylem üzerine kurulu öyküsü; “gelişmekte olan ülkeler”den gelen sinemacıların sık sık düştüğü naiflik tuzağından başarı ile uzak duran Sadiq’in ilk uzun metrajında gösterdiği olgunluk ve, aşkın, özgürlüğün ve kendin olmanın samimi bir savunmasını yapması ile çok önemli bir yapıt bu. Zaman zaman hafif sarkması ve ele aldığı meselelerin fazlalığının bazılarının yeterince işlenememesine neden olması gibi ufak problemleri olsa da, bu durum filmin önemini kesinlikle azaltmıyor.

Kendi ifadesine göre, ülkesinin orta sınıfından muhafazakâr bir ailede büyüyen ve Pakistan’da antropoloji okuduktan sonra, ABD’de senaristlik ve yönetmenlik üzerine master yapan Saim Sadiq’in çeşitli ödüller kazandığı kısa filmlerle başladığı yönetmenlik kariyerindeki ilk uzun metrajlı filmi oldu “Joyland”. 2019’da çektiği ve Pakistan’daki trans dansçıların hayatını ve onlardan birine âşık olan genç bir erkeği konu alan kısa filmi “Darling” ile ülkesinin Venedik’te gösterilen ilk sinema örneğine imza atmıştı Sadiq. O filmin de başrolünde yer alan ve kendisi de trans bir kadın sanatçı olan Alina Khan ile üç yıl sonra tekrar bir araya gelen Sadiq o kısa filmdeki öyküden yola çıkarak çekmiş “Joyland”i. Kuşkusuz Pakistan için hayli cüretkâr bir öykü bu; her ne kadar birkaç öpüşmenin ve aralarında masturbasyonun da olduğu cinsellik imalı birkaç görüntünün dışına çıkmasa da bu hikâye. Nitekim sansürün izin vermesine rağmen, gelen şikâyetler üzerine filmin ülke içinde gösterimi ilgili bakanlık tarafından yasaklanmış önce. Aralarında filmin yürütücü yapımcılarından da biri olan kadın eğitimi aktivisti ve Nobel Barış Ödülü sahibi Malala Yousafzai’nin de bulunduğu farklı isimlerin yürüttüğü kampanyaların sonucunda ve birkaç kısa “erotik” sahnenin kesilmesinden sonra Pakistan’da gösterime girmiş film.

Pakistan’ın ikinci büyük şehri olan Lahor’da geçiyor film ve adını hikâyenin bir bölümünün geçtiği lunaparktan alıyor. Öykünün kahramanı olan Haider (Ali Junejo) işsiz bir genç adamdır ve kuaför olarak çalışan eşi Mumtaz (Rasti Farooq), erkek kardeşi Saleem (Sohail Sameer), onun dördüncü çocuğa hamile olan eşi Nucchi (Sarwat Gilani) ve çocukları ile birlikte aynı çatı altında yaşamaktadır. Kalabalık ailenin reisi ise onun dul babası Amanullah’dır (Salmaan Peerzada) ve kadınların çalışması üzerine olan görüşünün de gösterdiği gibi geleneksel değerlere bağlı bir yaşlı adamdır Amanullah. Haider’in bir arkadaşı aracılığı ile girdiği iş hem onun hem de ailenin yaşamlarında önemli değişikliklere ve sorgulamalara neden olacak ve temel meselesi kendin ol(a)(ma)mak olan bir öyküyü başlatacaktır. Bir işin birden fazla insanın yaşamında radikal değişikliklere giden yolu açmasının ana nedeni ise Haider’in arkasında dans ettiği trans kadın sanatçı Biba’ya (Alina Khan) âşık olmasıdır.

Saim Sadiq ve Maggie Briggs’in senaryosu üç ayrı aşk hikâyesini anlatıyor: Haider ile trans kadın dansçı Biba, Haider ile eşi Mumtaz ve yaşlı Amanullah ile komşu dul kadın Fayyaz (Sania Saeed) arasındaki sevgiyi birbirleri üzerindeki etkilerini de gözeterek ve tüm bu aşk öykülerini temelde özgür olmak, kendin olmak meselesine göndermelerle sergiliyor film. Bu öyküleri yol açtıkları ve hangi bağlamda ele alındıkları ile kısaca değerlendirmekte yarar var: Haider ile eşi Mumtaz arasında, finalde izlediğimiz etkileyici “tanışma” sahnesinin de gösterdiği gibi karşılıklı sevgi ve saygıya dayalı, ikisini de özgürleştiren bir aşk var. Mumtaz’ın “çalışma” arzusuna Haider’in tepkisi ile ailesindeki diğer erkeklerin tepkisi arasındaki fark, genç adamın eşine karşı dürüstlüğü ve aralarında sonradan ortaya çıkacak önemli bir engel olsa da, ilişkilerinin toplum için umut dolu bir gelecek vaat eden aydınlığı ile doğru bir ilişki bu. Haider’in Biba’ya olan tutkulu bağlılığı ise bastırılan duyguların ve esirgenen özgürlüklerin bireyleri hangi mutluluklardan yoksun tuttuğunu göstermesi açısından önemli olduğu gibi, toplum içindeki ayrımcı tutumlardan birinin, cinsel kimlikle ilgili olanın ne kadar derin olduğunu söyleme işlevini de üstleniyor. Bu ilişki Haider’in kendisini keşfetmesini, belki de hisseetiği ama farkında olmamayı seçtiği kimliğini idrak etmesini de sağlıyor. Diğerleri kadar üzerinde durulmasa da, ailenin reisi ile komşu kadın arasındaki “iki dul”un ilişkisi de önemli; senaryo muhafazakâr toplumların özellikle kadınları yerleştirdiği konumun eleştirisinin aracı yaparken bu yakınlaşmayı, erkeklerin korkak tutumlarına karşılık kadınların cesaretini vurguluyor. Aslında Haider’in ağabeyi ile eşi arasındaki evlilik, hikâyenin başındaki dördüncü çocuğun doğumu sahnesinin de gösterdiği gibi en uzun ve sağlam olanı gibi görünüyor diğer ilişkilerle kıyaslandığında ama senaryo bu çifti hemen hiçbir zaman bir yakınlık içinde göstermeyerek, toplumsal açıdan en uygun görünenin aslında tüm diğerlerinin yanında ne kadar soğuk ve sönük kaldığını da söylüyor.

Bireyleri geleneksel roller içinde yaşamaya mahkûm eden ve geleneklerin baskın olduğu eril bir toplumda geçen bir öykü anlattığını farklı örneklerle hep hatırlatıyor film bize; doğumu kutlamak için keçi kurban etme sahnesi, erkek çocuk beklentisi, Haider’in arkadaşının kendisi için bulduğu işe verdiği tepki (“ibnelik!”), işle ilgili olarak aileye söylenen yalan, metrodaki oturma düzeni ve erkek iş bulunca karısının ev kadınlığına dönmesinin gerekmesi (“Gerekli olduğu için değil, hoşuma gittiği için çalışıyorum”) gibi farklı unsurlarla ailenin ve toplumun doğru bir resmini çiziyor film. Mumtaz’ın işi bırakmaya zorlandığı sahnedeki görselliğin (sırttan gördüğümüz, bir bakıma kimliği yok edilen kadının net, onu zorlayan diğerlerinin ise yüzlerinin flu olması ile toplumun genelini temsil etmeleri örneğin) bir örneği olduğu gibi, Saim Sadiq hikâyesinin içerik ile biçimini uyumlu bir şekilde bir araya getirmiş genellikle. Onun Lübnanlı görüntü yönetmeni Joe Saade ile birlikte oluşturduğu görsel atmosferi de bu vesile ile anmakta yarar var. Bida’nın odasında geçen ikili sahnelerin birinde örneğin; uçuşan lazer ışıkların, şatafatlı dekorların ve sarı, kırmızı ve yeşil renklerin oluşturduğu canlı hava tanık olduğumuz sevgi ve tutkunun güçlü bir karşılığı olmuş.

Sadece ruhsal olarak değil, bedensel olarak da kadın olmayı arzulayan bir bireyden “erkek” olmasını sadece toplumun değil, sevdiği insanın da istemesi gibi etkileyici (“Seni olduğun gibi beğeniyorum”a verilen, “Ne yapıyorsam kendim için yapıyorum!” tepkisi) sahneleri olan filmde Haider’in finalde gideceği yer baştan belli olsa da, senaryonun doğru bir son seçtiğini söylemek gerekiyor. Gösteri sahnelerinde kullanılan popüler yerel şarkıların canlılığının, Abdullah Siddiqui imzalı modern ve Batılı havalı müziklerin soğuk geriliimi ile doğru bir zıtlık yarattığı filmde, senaryonun kendilerine sağladığı fırsatı çok iyi değerlendiren Ali Junejo (ilk ve şimdilik son filmi), Biba rolünde bir bakıma kendisini oynayan Alina Khan ve daha önce rol aldığı kısa filmlerle diğerlerine göre daha tecrübeli olan Rasti Farooq işlerini çok iyi yapıyorlar. Burada özellikle Junejo ve Khan’ın, rollerindeki zorluğa ve ufak bir hatanın karakterlerinin karkikatürleşmesine yol açacağı bir öyküde, bu güçlüğü çekici bir şekilde aştığını da ekleyelim. Romantizm, melankoli, dram ve hatta trajedinin ele ele ilerlediği film, Biba ve Haider’in birlikte motosiklete bindikleri sahnelerdeki konumlarının sembolizmi, Haider ile Mumtaz arasında yatakta geçen konuşmaların bir örneği olduğu başarılı diyalogları ve yardımcı karakterler dahil tüm karakterlere hak ettikleri derinliği veren öyküsünü de anmamız gereken, önemli ve cesur bir sinema eseri.

Gisaengchung – Bong Joon Ho (2019)

“Baba, bugün bir plan yaptım, hayatımızı değiştirecek bir plan. Para kazanacağım, hem de çok para. Üniversite, kariyer, evlilik; bunların hepsi tamam ama önce para kazanacağım. Param olduğunda, o evi alacağım. Taşındığımız gün annemle bahçede olacağız; çünkü gün ışığı orada gerçekten çok güzel. Yapman gereken tek şey merdivenlerden yukarı çıkmak olacak. O zamana dek kendine dikkat et. Görüşmek üzere”

Yoksul bir aile ile, oynadıkları oyunlarla evlerine yerleştikleri zengin bir aile arasındaki ilişkiler üzerinden anlatılan bir sınıf çatışması hikâyesi.

Senaryosunu Bong Joon Ho’nun orijinal hikâyesinden kendisi ve Han Jin-won’un yazdığı, yönetmenliğini Bong Joon Ho’nun yaptığı bir Güney Kore filmi. Daha önce sadece 2 kez elde edilen bir başarıyı tekrarlayarak hem Cannes’da hem Oscar’da En İyi Film seçilen yapıt son yılların hem içerik hem biçim açısından vurucu bir gücü olan sinema eserlerinden biri ve yönetmenin her biri beğeni toplamış örneklerle dolu filmografisinin parlaklığının şimdilik son kanıtı. Kapitalizmin ve liberal ekonominin en parlak örneklerinden biri olarak gösterilen Güney Kore’de yoksul sınıfın varlığının altını çizen ve farklı sınflar üzerindeki iki aile üzerinden kara komedi tarzında bir sınıf çatışması hikâyesi anlatan yapıt, yakın dönemin politik olmaktan çekinmeyen ve bu bağlamda, bu tür meseleleleri tamamen unutmuş olan sinemamız başta olmak üzere, dünya sinemasında örnek alınması gereken bir başarı.

Hem sanat filmlerinin ana yarışması kabul edilen Cannes’da hem de popüler sinemanın en önemli ödülü olan Oscar’da birincilik ödülünü kazanan iki film olmuştu daha önce: İlk Cannes Festivali’nde ödülü paylaşan on bir filmden biri olan Billy Wilder’ın 1945 tarihli “The Lost Weekend” (Yaratılan Adam) ve Delbert Mann’ın 1955 yapımı “Marty”. “The Lost Weekend”in aldığı ödülün yarışmalı bölümde yer alan kırk dört film arasından seçilen on diğer filmle paylaşıldığını düşününce, “Marty”nin Oscar ile birlikte Cannes’da da birinci olan ilk film olduğunu söylemek daha doğru olabilir aslında. Bong Joon Ho’nun altmış dört yıl sonra bu başarıyı tekrarlamasındaki tek neden filmin hem üstün bir sinema değeri taşıması hem de geniş kitlelerin ilgisini çekecek bir içerik / biçim sahibi olması değil; Oscar’ın, tamamı ile başka bir ülkenin yapımcısı olduğu ve İngilizce olmayan bir sinema eserine En İyi Film ödülünü verecek bir dönüşüm geçirmiş olması da etkendi bu sonuçta. Bong Joon Ho’nun yapıtının Yönetmen ve Orijinal Senaryo dallarındaki Oscar ödüllerinin yanında, En İyi Uluslararası Film ödülünü de kazanmış olması da filmin ABD için “yabancı film” olduğunun bir göstergesi kuşkusuz.

Filme adını veren parazit sözcüğü iki ayrı duruma işaret ediyor: TDK’de “Başkalarının sırtından geçinen” olarak açıklanan bu sözcüğün filmde ilk öne çıkan örneği elbette yoksul Kim ailesi; yalanlar ve oynadıkları oyunlarla evlerine yerleştikleri zengin Park ailesi ise bu sözcüğün ikinci karşılığı filmde. Kim ailesi Park ailesinin evine yerleşerek onların sırtından geçindikleri bir hayat inşa ederlerken kendilerine, Park ailesinin onların emeğini sömürmesi, onların emeği üzerine kurulu bir rahat yaşam sürmesi bir diğer asalaklığı gösteriyor bize. Bong Joon Ho’nun senaryosu bu iki asalaklığın resmini çizerken, başka meseleleri de gündeme getiriyor: Sınıf içi dayanışmanın yokluğu / gerekliliği ve sınıf çatışmasının / eşitsizliğin neden olabilecekleri.

Film Kim ailesini tanıtarak başlıyor bize; bir bodrum katında yaşıyor aile ve tek gelirleri de pek de başarılı olmadıkları pizza kutusu üretiminden geliyor. Baba, anne ve biri kız biri oğlan iki çocuktan oluşan ailenin yoksulluğu ile ilgili ilk göstergeler yaşadıkları evin kendisi ve ilk sahnede oğlanın üst kattaki komşunun wi-fi şifresini değiştirmiş olması yüzünden cep telefonundan internet bağlantısını yitirmiş olmakla ilgili şikâyeti. Açılış bölümlerinde film ailenin durumunu ve karakterlerini bir kısmı kara komedi havası taşıyan bölümlerle anlatıyor bize. Evdeki böceklerden para harcamadan kurtulmak için babanın başvurduğu yöntem ve evin dışarı ile tek bağlantısı olan zemine yakın pencereden sık sık tanık oldukları “idrarını yapan adam” karakteri gibi durumlara verdikleri tepkiler aileyi bize tanıtıyor eğlenceli bir şekilde. Onların bu yoksulluktan kurtulmak için başvurdukları yalanlar, manipülasyonlar, aldatmalar ve giriştikleri oyunlar ise bu karanlık komedi havasını muhafaza ederken, sonunda hayli sert bir doza ulaşacak olan dramı da yaratıyor. Önce ailenin oğlu Ki-woo (Choi Woo-sik), durumu onlara göre daha iyi olan bir arkadaşının yardımı ile ve bir yalana da başvurarak Park ailesinin genç kız çocuğuna (Da-hye rolünde Jung Ji-so var) İngilizce öğretmeni oluyor ve zengin evine adım atan ilk Kim üyesi oluyor. Ardından kız kardeşi Kim Ki-jung (Park So-dam) zengin ailenin küçük oğluna resim öğretmeni ve sanat terapisti (Park Da-song’u Jung Hyeon-jun canlandırıyor), babası Ki-taek (Song Kang-ho) zengin Park’ın (Dong-ik rolünde uyuşturucu kullandığı suçlamaları yüzünden bunalıma giren ve 2023’te intihar ederek yaşamına son veren Lee Sun-kyun var) şoförü ve annesi Chung-sook (Jang Hye-jin) de Park ailesinin hizmetçisi oluyor ve zengin bayan Choi Yeon-gyo’nun (Cho Yeo-jeong) hiç beceremediği ev yönetimini üstleniyor.

Her iki ailenin de biri kız biri erkek iki çocuğunun olması senaryonun özellikle düşünülmüş bir unsuru; bu benzerlik bir bakıma iki ailenin servet (“Burada evden çıkmadan gökyüzünü izleyebiliyorum, öyle harika ki!”) ve sınıf özellikleri üzerinden zıt uçlarda yer alsalar da birbirlerinin bir bakıma ayna görüntüsü olduğunu söylüyor bize; çünkü her ikisi de asalak yaşamlar sürmektedirler. Bu bakımdan, filmin karakterlerin hiçbirini bir “kahraman” olarak resmetmemesi ve her birinin bir diğerinin emeğini veya sahip olduklarını sömürmesi doğru bir tercih olmuş öykü açısından. Kim ailesinin, Park ailesinin eski şoförüne ve hizmetçisine işlerini ele geçirmek için yaptıkları ve daha sonra karşımıza çıkacak “bodrumdaki hayalet” sürprizinden sonraki gelişmeler emekçi sınıfın dayanışma eksikliğini ve üst sınıfa atlamak için birbirlerini aşağıya çekmekten çekinmemelerini gösteriyor ve bu bağlamda, bu sınıfın sert bir eleştirisi de oluyor. Bir başka şekilde ifade etmek gerekirse, Bong Joon Ho alt sınıfların kayıtsız şartsız bir güzellemesini yapma hatasına düşmeyerek, bir uyarı ve hatırlatma işlevi yüklüyor öyküsüne.

Öykünün temelde bir sınıf meselesi anlattığının, “her şey sınıfsaldır” söylemine dayanan bir öyküye sahip olduğunun çok farklı kanıtları var hikâye boyunca karşımıza çıkan. “Sınıf kokusu” bunlardan biri; “Metroya binen insanların farklı bir kokusu oluyor” vb. ifadeleri duyduğumuz filmde rollerini çok iyi yapan Kim ailesini ilk ele veren de kokuları oluyor. İlk kez zengin Park ailesinin küçük çocuğunun saptadığı bu durum daha sonra anne ve babasının da dikkatini çekiyor; kuşkusuz Kim ailesinin üzerine sinen bu koku ait oldukları sınıf için bir sembol ve zengin eve İngilizce öğretmeni olarak giren genç Kim’in ders verdiği zengin kıza eve doğum günü için gelen zengin ve şık konukları göstererek, “Sence ben bu ortama uyuyor muyum?” sorusunu yöneltmesi de sınıfları ayıran yüksek duvarların sonucu. Yoğun yağış şehrin yoksul kesimlerinde felaketlere yol açarken, zengin evinin bundan hiç etkilenmemesi; Park ailesinin sadece kıyafetlere ayrılan bir odasını gördüğümüz görüntünün, selde mağdur olan yoksullara toplandıkları spor salonunda ikinci el kıyafetlerin dağıtılması sahnesine bağlanması; en önemli örnek olarak da, sondaki sınıf atlama düşünün imkansızlığı gibi pek çok farklı unsurlarla destekliyor bu meseleyi yönetmen.

Bong Joon Ho’nun, öyküsünü seyircinin ilgisini hep canlı tutan bir görsel başarı ve dinamizm ile anlatması, her bir sahnenin özenle düşünülmüş olması ve senaryonun politik bir meseleyi popüler olmaktan kaçınmayarak karşımıza getirebilmesi kuşkusuz ki çok önemli başarılar. Eski hizmetçi ile Kim ailesinin birbirleri hakkındaki gerçekleri keşfettiği ve bunun müthiş eğlenceli ve hem fiziksel hem zihinsel bir mücadeleye dönüştüğü bölüm örneğin, sıkı bir aksiyonun ve hayli komik bir vodvilin havasını taşıyarak filmin zirve anlarından birini oluşturuyor. Başta sel bölümü olmak üzere, görüntü yönetmeni Hong Kyung-pyo ile birlikte oldukça zengin, güçlü ve doğru bir görsel atmosfer inşa etmiş Bong Joon Ho ve görüntülerin “güzelliği” ile değil, “doğruluğu” ile kurdukları bu atmosfer filmin en önemli kozlarından biri olmuş. Kameranın Kim ailesinin evinin klostrofobi yaratan havası ile Park ailesinin evinin ferah ve geniş atmosferini yansıtırken farklı açılara başvurması ve alt sınıfların yaşadığı bölgelerin zengin ev ile zıtlığını güçlü biçimde sergileyen görüntülerin çarpıcılığı dışında; yönetmenin bazı ikili sahnelerde karakterleri karşı karşıya değil, yan yana ve kameraya (bize) bakacak şekilde konumlandırması gibi farklı tercihler de filme özel bir hava katıyor. Genel olarak filmin tüm görselliğinin, sinemanın bir görsel sanat olduğunu ama bu görselliğin ancak öykünün içeriğine, yönetmenin sinema diline ve karakterlerin duygu ve eylemlerine uyum sağladığı zaman doğru olduğunun sağlam bir kanıtı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Güney Kore’nin kapitalizmden beslenen üst sınıfının Batı özentisini de (Jessica ve Kevin gibi takma isimler kullanmak, günlük konuşmaların içine İngilizce sözcükler ve ifadeler yerleştirmek, yabancı müzikler dinlemek (Handel’in “Rondelia” adlı operasından “Spietati, Io Vi Giurai” adlı arya ve Gianni Morandi’nin 1960’larda İtalya’da hit olan “In Ginocchio da Te” adlı şarkısı) westernlerin “Kızılderili” mitosunu tekrarlamak vs.) eleştiren yapıtın öyküsünde bazı ufak boşluklar (manipülasyon becerisi bu kadar yüksek olan bir ailenin öykünün başında gördüğümüz hâlde olmasının pek gerçekçi olmaması, zengin evi çekip çeviren tek bir hizmetçi olması vs.) olsa da, dile getirdiği mesele ve bunu dile getiriş şekli o kadar başarılı ve finalde “çılgınlık” seviyesine varan kara komedisinin baştan çıkarıcılığı, Jung Jae-il’in yalın ama gerilimi ustalıkla destekleyen müziği ve sömürünün bir gün şiddetli bir biçimde patlayacak (ya da patlaması umut edilen) bir öfke birikimine yol açtığı uyarısına sahip olan öyküsü ile o denli sağlam bir yapıt ki bu, hiçbir önemi yok bu boşlukların. Oscar alan bir yapıtın bu öfkeyi gündeme getirmesinin önemini ABD’deki muhafazakârların filme getirdiği olumsuz eleştirilerden de anlamak mümkün. Amerikan sağının 1955’den beri yayımlanan National Review dergisinde örneğin, film için “tiksindirici”, “devrime sempati duyan aptalları eğlendiren” gibi ifadeler kullanılan bir yazı bile yayımlandı. Özetlemek gerekirse; son dönemin eğlendiren ve düşündüren en önemli sinema yapıtlarından biri olan film, öyküsündeki farklı asalaklık düzeninin asıl kaynağının bireysel eylemler değil, kapitalizmin kendisi olduğunu açık bir şekilde söyleyen ve yönetmenin önceki eserlerindeki politik bakışa sahip olması ile onun filmografisindeki tutarlılığı da güçlendiren bir çalışma.

(“Parasite” – “Parazit”)

La Vie de Bohème – Aki Kaurismäki (1992)

“Ayrıca sıcakkanlıyım ve siz de çok güzelsiniz”

Paris’te hayata tutunmaya çalışan üç sanatçı arkadaşın hikâyesi.

Fransız yazar Henri Murger’in 1847-49 arasında yazdığı ve ilk basımı 1851’de yapılan “Scènes de la Vie de Bohème” adlı kitabından uyarladığı senaryosunu yazan Aki Kaurismäki’nin yönetmenliğini de yaptığı ve Fransa, Finlandiya, Almanya ve İsveç ortak yapımı olarak çekilen bir film. Sinemacının Fransızca çektiği ilk film olan yapıt, Forum bölümünde gösterildiği Berlin’de sinema yazarlarının FIPRESCI ödülünü kazanan ve yönetmenin kendine has bir şekilde mizah ve dramı bir araya getirdiği ilginç ve elbette minimalist bir çalışma. Parasızlıklarına, sanatçı olarak hedeflediklerini yakalayamamalarına ve karşılaştıkları zorluklara rağmen, bir şekilde hayata tutunan üç adamın “bohem yaşam”larını anlatan yapıt, Kaurismäki’nin insan ve yaşam sevgisini, karakterlerine olan sempatisini ve absürt olanı gerçekle keyifli ve doğal bir biçimde birleştirebilme yeteneğini gösterdiği ve Fin ruhunu Paris’in romantizmi ile evlendirdiği başarılı bir çalışma.

Aki Kaurismäki’nin senaryoyu yazarken hayli serbest bir biçimde uyarladığı Henri Murger’in kitabı, 1840’larda Paris’in bohem hayatından farklı karakterleri anlatan, yazarın kendisinin ve sanatçı arkadaşlarının yaşamlarından izler taşıyan ve farklı yapıtlara da esin kaynağı olan bir eser. Sessiz sinema döneminden başlayarak sinemada da karşılığını (Amleto Palermi’nin 1916 tarihli “La Bohéme”, King Vidor’un 1926 yapımı “La Bohéme”, Paul L. Stein’in 1935 tarihli “Mimi”, Marcel L’Herbier’in 1945 tarihli “La Vie de Bohéme” ve romandan kısmen ilham alınan Baz Luhrmann’ın 2002 tarihli “Moulin Rouge!” adlı yapıtlar) bulan kitap iki ayrı opera olarak müzikseverlerin de karşısına çıktı: Her ikisi de “La Bohéme” adını taşıyan bu eserler Puccini’nin 1896 ve Leoncavallo’nun 1897 tarihli yapıtları. Franco Zeffirelli’nin Puccini’nin operasından uyarladığı, 1965 tarihli “La Bohéme” adlı filmi de eklememiz gereken sinema uyarlamalarının -şimdilik- sonuncusu Kaurismäki’nin filmi oldu. Murger’in eserinin bu popülerliğinde “bohem hayat” gibi doğal bir çekiciliği (yoksul ve genç sanatçıların ve entelektüellerin romantik trajedisini düşünün!) olan bir konuyu ele alması, bu yaşamların Paris’in romantik imajı ile bir araya geldiğinde ortaya çıkan etkileyicilik ve aralarında Murger’in kendisinin de olduğu bazı gerçek karakterleri ele alması etkili olurken, kitap doğal olarak özellikle Fransızlar için hayli önemli olmuştu. Bu gerçek karakterleri de analım merak edenler için: Romandaki Marcel karakterine ilham kaynağı olan ressam François Tabar; filmde yer almayan, romanda heykeltraş Jacques olarak karşımıza çıkan Joseph Desbrosses; romanda kendisi için çizilen tasvirden hoşlanmayan ve Murger’i hiç affetmeyen yazar Charles Barbara ki kitapta Carolus adlı yazar olarak çıkıyor okuyucunun karşısına; romanda Gustave olarak hayat bulan, yazar ve felsefeci Jean Wallon; kitapta Colline olarak karşımıza çıkan yazar ve felsefeci Marc Trapadoux; romandaki Schaunard karakterine model olan ressam, müzisyen ve şair Alexandre Schanne. Kaurismäki’nin bu popüler eseri yola çıkış noktası olarak kullandığı filmi ise tam da kendisine has bir havası olan, bohem yaşamı üç ana karakter üzerinden anlatırken yaşamın kendisine de dram, komedi ve hatta trajedi unsurlarını aracı kılarak sevgi ile bakan bir çalışma olmuş.

Kaurismäki siyah-beyaz çekmiş filmi ve öykü boyunca kullandığı müziklerin önemli bir kısmı ile de nostalji havasını desteklemiş. “Pour Tout l’or du Monde” (Marcel Mouloudji); “De Velours et de Soie” ve “Je Bois” (Serge Reggiani; şarkıların sözleri Boris Vian’a ait olan ikincisi adeta film için yazıldığını düşündürecek bir sahnede kullanılmış); “Chantez Pour Moi, Violons” ve “Pour un Seul Amour” (Damia) isimli şarkıları filmin temposu ve ruhuna uygun sahnelerde kullanan yönetmen, yapıtlarında popüler müziklerden bolca kullanma geleneğine burada da başvurmuş ve Mozart’tan favori grubu olan ve farklı filmlerde birlikte çalıştığı Leningrad Cowboys adlı Finli grubun elemanlarına farklı sanatçıların eserlerini de öyküsünün parçası kılmış her zamanki gibi. Nostalji duygusu sadece şansonlarla ve siyah-beyaz ile sınırlı değil; zaman zaman görüntüye gelen Eyfel Kulesi, Paris’in çatıları ve iki farklı görüntüde karşımıza çıkan “sokakta öpüşen çiftler” nostalji ile birlikte Paris romantizmini de, ama bu duyguyu asla abartmadan yaratıyor keyifli bir şekilde.

Öykü üç temel karakter ve hayatlarındaki kadınlar üzerinden dönüyor: Şiir ve oyun yazan ama eserleri hep ret edilen Marcel (André Wilms); kaçak olarak Paris’te yaşayan ve Marcel kadar parasız olan Arnavut ressam Rodolfo (filmden sadece 3 yıl sonra 44 yaşında hayatını kaybeden Matti Pellonpää) ve avangart modern müzikler besteleyen ve parasızlıkta diğerlerinden geri kalmayan İrlandalı müzisyen Schaunard (Kari Väänänen). Rodolfo’nun Mimi (Évelyne Didi), Marcel’in ise Musette (Christine Murillo) adında sevgilileri vardır ama Schaunard şanssızdır bu konuda (“Tipin kızların ilgisini çekmiyorsa, bu bizim suçumuz mu?”). Senaryo Rodolfo karakterini diğerlerinden bir parça öne çıkarırken, onunla Mimi arasındaki ilişki de romantizm, tutku ve melodram boyutları ile öykünün çekiciliklerinden birini oluşturuyor. Kaurismäki bu aşkı ve öykünün diğer öğelerini karşımıza getirirken, dramı (hatta trajediyi) ve mizahı hep kendine has bir biçimde, altını çizmeden ve en absürt olanı bile sıradan bir hava içinde sunarak getiriyor önümüze ve bu seçim özellikle mizahı oldukça orijinal kılıyor. Marcel’in editör tarafından “kısaltılması gerekir” diyerek geri çevrilen 21 perdelik oyunu, Schaunard’ın bohem yaşamını ve kaderini paylaştığı iki arkadaşına ve sevgililerine piyanosunda verdiği mini konserde çaldığı avangart bestesi (gürültü ve müzik karışımı bir eserdir bu ve özellikle iki kadının yapıta verdikleri tepki “sessiz ve sıradan” komedi anlarından biri olarak oldukça eğlenceli) ve Rodolfo’nun sadık ve tek müşterisi ile olan sahneleri bu orijinalliğin örnekleri olarak gösterilebilir. Bu ilginç müşteri karakterinden bahsetmişken, bu rolü canlandıran ve göründüğü her âna damgasını vuran Jean-Pierre Léaud’yu anmakta yarar var; Léaud mükemmel bir “ciddiyet komedisi” katıyor yer aldığı sahnelere. İki ünlü sinemacı, ABD’li Samuel Fuller ve Fransız Louis Malle’in de kısa rollerde (ilki Marcel’in çalıştığı derginin yayıncısı, ikincisi ise Rodolfo’nun ödeyemediği restoran ücretini karşılayan yan masadaki adam rolü ile) konuk oyuncu olarak yer aldığını da belirtelim filmde. Tüm oyuncuların Kaurismäki’nin ruhuna uygun oyunculuklar sergileyerek çekici bir uyum yarattıkları filmde; André Wilms, Matti Pellonpää, Kari Väänänen ve onlardan geri kalmayan Évelyne Didi duygularını hep dizginleyen ve kendilerinin özenle maskeledikleri bu duyguları bizim hissetmemizi sağlayan performansları ile önemli birer katkı sağlıyorlar yapıta.

Tanışmalardan birinin “Yani sizin eşyanız var ama eviniz yok, benimse evim var ama eşyam yok” cümlesi ise başladığı film bohemlerin dayanışması olarak da okunabilir. Üç ana karakter de parasızdır ama Rimbaud veya klasik müzikteki Viyana ekolü üzerine sohbet etmekten geri durmazlar; Rodolfo’nun köpeğinin adı da Baudelarie’dir örneğin. Ellerine para geçtiğinde bunu değerlendirme becerileri yoktur pek ama birbirlerine yardım etmekten de asla çekinmezler koşullar ne olursa olsun. Esprili sözlerin sıradan konuşmalarmış gibi kullanıldığı diyaloglara da yansıyan kendine has mizah (“Gençtik ve âşıktık. Mevsimlerden de bahardı” veya Rodolfo ile tek müşterisi arasındaki, ressamın otoportresi hakkındaki “Kim bu?” / “Annem” sahneleri vb.) eylemler üzerinden de gösteriyor kendisini sık sık. Örneğin yazarın gideceği bir iş görüşmesi için ihtiyaç duyulan ceketi ve eve davet edilen kadına yapılacak çorba için gerekli et parçasını ele geçirme şekli, gece vakti hapishane hücresindeki derin sessizliği bozan gürültü ve mezarlıkta geçen bir sahnede karakterlerden birinin, senaryonun uyarlandığı Henry Murger’in mezarına çiçek koyması gibi pek çok farklı sahnede tadına varıyoruz bu mizahın.

Çok kısa ve vurgulanmadan gösterilse de Eyfel Kulesi, siyah-beyaz görüntüler, klasik şansonlar ve sokakta öpüşen çiftler ile yaratılan nostalji dışında, birkaç sahnede Aki Kaurismäki Fransız sinemasının klasiklerinin havasını da yeniden yaratıyor ve bunu yine o derece “sıradan” bir şekilde yapıyor ki gördüklerinizin doğallığı ve gerçekliği konusunda en ufak bir kuşku duymuyorsunuz. Bunlardan biri özellikle önemli; yağmurlu bir gece vaktinde, bir gece kulübünün önünde geçen bu sahnede kulüpten çıkan kadının kendisini bekleyen arabalardan hangisine bineceği 1950’lerin Fransız filmlerinde görseniz yadırgamayacağınız bir hava ile anlatıyor ve görüntüyü, gücünü doğallığından alan bir romantizm ile dolduruyor yönetmen. Bohemliğin farklı örneklerini mizahı elden bırakmayan bir şekilde sergilediği (bir kadının küreklerini çektiği bir kayıkta uzanan ve bir elinde çiçek, diğerinde kadeh olan adam; zor gelen bir paranın Balzac’ın eserlerinin ilk baskısını almak için kullanılması; üşüyen sevgiliyi yakmak için, bir gün basılması umut edilen şiirlerin yakılması vs.) ve filmografisine örnek teşkil eden bir minimal hava yarattığı yapıtını çekimlerden kısa bir süre önce, 1991’de hayatını kaybeden babasına ithaf etmiş Kaurismäki. 20 yıl sonra çektiği “Le Havre” (Umut Limanı) adlı filmde “La Vie de Bohème“deki birkaç oyuncuya; André Wilms, Évelyne Didi ve Jean-Pierre Léaud’ya tekrar rol veren yönetmen, Wilms’in canlandırdığı Marcel karakterini artık yazarlık hayallerini ve bohem hayatı geride bırakmış olarak tekrar çıkarır seyircinin karşısına.

İşçi sınıfı kökenli olan Henry Murger’in farklı tarihlerde, Paris’te 1823 – 1858 arasında yayımlanan ve yazarları arasında Baudelaire, Paul de Musset ve Jean Wallon’un da olduğu Le Corsaire-Satan adlı gazete için yazdığı öyküler derlenip bir kitapta toplandığında çekmişler asıl olarak ilgiyi. Edebiyat eleştirmenlerinin “sefaletle ihtişamı bir arada taşıyan karakterlerle” dolu olduğunu söylediği kitaptaki “bohem”lerin bir kısmı moda olan bu hayata özenenlerdi ama bir kısmı da işte Kaurismäki’nin filmindeki gibi sanata duydukları inancın kurbanı olan ve gerçek insanlardan esinlenen kişilerdi. Filmdeki üç bohemin; Marcel, Rodlfo ve Schaunard’ın bastırdıkları ya da farklı gösterdikleri duyguları Mimi karakteri üzerinden ve elbette yine dizginlenmiş bir şekilde gösteren film tipik ve çok çekici bir Aki Kaurismäki çalışması olarak ilgiyi hak ediyor.

(“The Bohemian Life” – “Bohem Hayatı”)

Neredesin Firuze – Ezel Akay (2004)

“İntihar edeceksek, yaşayarak edelim”

Çok satacak bir albüm yaparak zengin olmaya çalışan bir yapımcı ve arkadaşları ile, yıldız olmaya çalışan genç bir şarkıcının çakışan hikâyeleri.

Senaryosunu Özcan Deniz’in orijinal hikayesinden Levent Kazak’ın yazdığı, yönetmenliğini Ezel Akay’ın yaptığı bir Türk filmi. Bir dönem Unkapanı’ndaki Plakçılar Çarşısı’nın yönettiği müzik sektöründe yaşananlara odaklanan bu zengin kadrolu, bol şarkılı, bol renkli ve bol şatafatlı film sinemamızın en özgün yapıtlarından biri ve özellikle mizahı açısından amaçladığı düzeyi yakalayamasa da, ilginç ve çekici olmayı başarıyor. Azay’ın, birlikte reklam ve film şirketi IFR’yi kurduğu ve kendisinden “Hep bir “Türk filmi” çekmesini” isteyen Mehmet Budak’a ve müzik yapımcısı Hilmi Topaloğlu’na ithaf ettiği yapıtın, kusurlarına karşın, sevilmesinin sırrın tam da bu nitelemede yatıyor: “Türk Filmi”. Diyaloglarından görselliğine müziklerinden oyunculuklarına çılgın olmayı hedefleyen film bunu başarıyor ama mizahı pek güçlü olmadığı gibi, senaryosu da zaman zaman, sansüre takılmamış bir TV güldürüsü yaratmaktan öteye geçemiyor. Yine de, Unkapanı gibi ülkenin müzik sektörünün göbeğinde yer alan bir dünyayı yansıtan ve iyi gözlemlerin sonucu oluşan resimler, aralara hikâye ile pek de doğal bir uyum içerisinde yerleştirilememiş olsa da, popüler şarkıcılarının çekiciliği, özenli set ve kostüm tasarımları ve Akay’ın bilinçli yaratılan kaosun altından başarı ile kalkan sineması ile ilgiyi hak eden ve “gerçek kişi ve olaylardan ilham alan” bir çalışma bu.

İngiliz sinemacı ve yazar Jamie Russell BBC için 2004’te kaleme aldığı eleştirisinde 5 üzerinden 1 yıldız verirken, hayli sert ifadeler kullanmış film hakkında: “Firuze’nin nerede olduğu kimin umurunda, biz sadece esprilerin nerede olduğunu bilmek istiyoruz” ifadesi ile bitirdiği eleştirisinde Russell şöyle yazmış: “Önemli bir müzikal parodi olabilirmiş film ama… hiçbir zaman bulamadığı esprinin peşinde koşturuyor… yakın zamanlarda gördüğüm en komik olmayan ve bu yüzden acı veren bir yapıt”. Olumsuz cümlelerin bu derece sert birer dozu olmasının nedenlerinden biri Akay’ın hedeflediği gibi bir “Türk filmi” çekmeyi başarmış olması belki de. “Kaset yaparak” bir gecede yıldız olmak isteyenler, mafya ile iç içe geçmiş arabesk ağırlıklı bir müzik sektörü, hikâye boyunca irili ufaklı rollerde karşımıza çıkan onlarca ünlü yerli isim, bazılarını farklı versiyonları ile dinlediğimiz onlarca popüler şarkı ve bol bol yerel küfürlü konuşmalar… tüm bunların bir İngiliz eleştirmene cazip gelmesi çok zor kuşkusuz ve beğendiğini söylediği şatafatlı görsellik ve yüksek tempolu dil, ona bir anlam ifade edecek bir içerik ile desteklenmeyince; bir başka şekilde ifade edersek, hikâye ile arasında bir duygusal yakınlık kuramayınca eleştirinin bu derece olumsuz olması da normal görünüyor.

Senaryoya çıkış noktası oluşturan hikâyeyi yazan Özcan Deniz kendi hayatından ve bir dönem Unkapanı’nın en güçlü firması olan Prestij Müzik’te yaşadıklarından esinlenmiş. 2023’te Mahsun Kırmızıgül’ün kendi senaryosundan çektiği “Prestij Meselesi”, Kırmızıgül’ün kendisinin de bir dönem bağlı olduğu bu müzik şirketini doğrudan ve ismini belirterek ele aldı; Ezel Akay’ın filminde ise isimler tamamen değiştirilmiş ama yine de meraklısı pek çok karakterin hangi gerçek isimden esinlenerek yaratıldığını keşfederek eğlenebilir. Birkaçını burada anmakta yarar var karakterin ismini ve kimden ilham alındığını belirterek: Ferhat karakterinde kendisini oynadığını söyleyebileceğimiz Özcan Deniz, Hayri (Haluk Bilginer) Prestij Müzik’i Burhan Aydemir ile birlikte kuran Hilmi Topaloğlu, Orhan (Cem Özer) Burhan Aydemir, Melih (Ragıp Savaş) Mahsun Kırmızıgül, Tayyar (Bora Ayanoğlu) İbrahim Tatlıses, Sibel (Janset) Yıldız Tilbe. Levent Kazak’ın senaryosu bu gerçek dünyayı -yeterince güçlü olmayan- mizah ve bir çılgın karnaval havası içinde anlatsa da, anlattığı dünyadaki yozlaşmaları çok açık bir eleştiri ile birlikte ortaya koyuyor.

Zaman içinde Unkapanı’ndaki çarşının müzik sektörünün merkezi olmaktan uzaklaşıp kabuk değiştirmesi nedeni ile, Ezel Akay şehrin mimarlık açısından başarılı yapıtlarından biri olan ve üç başarılı mimarımız olan Doğan Tekeli, Metin Hepgüler ve Şami Sisa’nın imzasını taşıyan bu çarşı yerine, İstanbul’un mimari facilarından biri olan ve dünyadaki en büyük monoblok yapılarından biri olması ile de bilinen PERPA’da kurmuş seti. İstanbul’un nereden nereye doğru ve giderek artan bir süratle gittiğini gösteren çarpıcı bir örnek bu kuşkusuz. Bu vahim durum bir yan bırakılırsa, filmin genel olarak tüm sahnelerinde kendisini gösteren başarılı set tasarımı (Hakan Yarkın ve Naz Erayda) o denli güçlü ki İstanbul’u ve bu çarşıları iyi bilenler bile Unkapanı’nda olduklarını hissedeceklerdir öykünün ilgili bölümlerinde. Set tasarımları gibi, kostümler ve başta kapanış jeneriği olmak üzere filmin diğer pek çok görsel unsuru da kesinlikle çok çekici. Film için özel dikilen kostümler, başta hikayenin ana karakterlerininkiler olmak üzere, hep göz alıcı ve janjanlı. Düğün sahnesinde onca figüran için özel hazırlananların da gösterdiği gibi, bütçeyi sonuna kadar zorlamış yapımcılar ve Akay’ın görkemli şatafatına önemli bir katkı sağlamışlar. Karikatürist Kemal Gökhan Gürses’in kapanış jenerikleri de benzer bir şekilde, esprili havası ve rengârenk biçimselliği ile öykünün atmosferine çok uygun bir tasarım çalışmasının ürünü ve ayrı bir takdiri hak ediyor.

Görüntü yönetmeni Hayk Kirakosyan ile birlikte bizi, eserlerini Ezop imzası atmasının da gösterdiği gibi renkten renge hayalden hayale uzanan ama bu arada ilginç bir şekilde ve gördüklerimize yerelliklerinin sağladığı aşinalığımız nedeni ile gerçek de olabilen bir dünyanın içine sokuyor Ezel Akay. Bazen çılgınca hareket eden, bazen aniden duruveren kameranın hareketleri ile seyirciyi hiç rahat bırakmıyor film; sabit çekimde bile set ve kostümlerin göz alıcılığı sayesinde bir içsel hareketlilik yakalanıyor ve tempo hiç düşmüyor. Sık sık araya giren müziklerin gücü ve Mustafa Presheva’nın her bir sahne için özenle düşünülmüş kurgusu da eklenince tüm bunlara, Ezel Akay’ın seyircinin gözünü hep olan bitende tutma hedefini kesinlikle tutturulmuş görünüyor. Hikâye boyunca her türlü oyuna başvurarak patlayacak bir albüm yapma peşindeki beş ana karakterinkiler başta olmak üzere, gece kulüplerinin neon tabelaları gibi parlak ve canlı renkleri olan kıyafetler elbette dönemin gerçekleri ile pek uyuşmuyor ve önemli bir abartı içeriyor ama bu seçim pek de yanlış görünmüyor; çünkü hikâye ve Ezel Akay’ın sinema dili tam da bu vurguyu gerektiriyor.

Pek çok ünlünün bir şarkı yarışması organizasyonunun parçası olarak kendisini oynadığı filmde, adı Tanju Göksoy olarak değiştirilen ve kendisine yapılan rol teklifini ret eden Bülent Ersoy’u Ata Demirer’in taklidin ötesine geçen bir başarı ile canlandırdığı filmde kesinlikle sinemamızın kült sahnelerinden biri olmayı başaran ve “Olur mu öyle şey, çocuklar! Ben Hep evdeyim” repliği ile sona eren “Ya Evde Yoksan” sahnesi başta olmak üzere iyi kotarılmış pek çok bölüm var. Sağlam bir Amerikan müzikalinde görmeyi bekleyeceğiniz bir düzeyde olan bu bölüm müziği ve koreografisi ile dört dörtlük. Buna karşılık aksayan bölümler de var; örneğin Ferhat karakterinin televizyon programına konuk olmaya çalıştığı bölüm hayli zorlama (Özcan Deniz’in tüm filme yayılan olmamış oyunculuğunun da payı var bunda) ve filmin ortalamasının çok altında kalmış. “Yüzü son sahnesine kadar görünmeyen tetikçi” karakteri ile amaçlanan da elde edilememiş açıkçası; bu karakteri canlandıran oyuncunun kimliği üzerinden bir espri yakalanmak istenmiş olabilir ama en azından seyirci için pek de bir anlamı yok bunun. Filmin bir başka kusuru ise aralara serpiştirilen ünlüler; Müslüm Gürses’ten Işın Karaca’ya Ciguli’den Burcu Güneş’e pek çok isim çıkıyor karşımıza ve müzikal performansları ile filme önemli bir renk katıyorlar ama varlıklarını hiç de doğal kılamamış senaryo.

Toplu intihar girişimi ve sonrası, ve öykünün kaçıncı gününde olduğumuzu gösteren karelerin üzerinde özenle düşünülmüş olması gibi diğer başarılı öğelerini de anmamız gereken filmde Ender Akay ve Sunay Özgür’ün gerek orijinal müzikleri gerekse eski şarkılara yaptıkları yeni düzenlemeler oldukça başarılı ve filmin soundtrack’ini her zaman ve filmden bağımsız olarak da dinlenebilir kılmış. Düğündeki kaos sahnesine “Maskeli Balo” şarkısının seçilmesinin tuhaflığı bir yana, müzikler öykünün ve filmin vazgeçilmez bir unsuru olmuş kesinlikle ve çok iyi değerlendirilmişler. Bir otelin ve bir hastanenin adının örneği olduğu gibi, ürün yerleştirmenin seyircinin bu adları kaçırmamasını garanti edecek şekilde vurgulu bir şekilde kullanılmasının rahatsız edici olduğu yapıtta, Demet Akbağ’ın Firuze karakteri iyi bir buluş ve filme kendisini baştan belli etse de, çekici bir sürpriz katıyor ama onun ve arkadaşlarının dahil olduğu plan pek de gerçekçi değil. Neyse ki Akbağ’ın güçlü performansı bu sorunu gideriyor çoğunlukla. 9 günlük bir öykü anlatan eser, renklerin karakterlerin ait olduğu gruba göre seçilmesinin bir örneği olduğu gibi özenle düşünülmüş ve “sınırsız” bir hayal gücü ile çekilmiş bir “Türk filmi” ve görülmesi gerekli bir modern klasik.