Animal Kingdom – David Michôd (2010)

“Herkes güçlü olduğu için ayakta kalmaz. Bazıları zayıftır ama yine de hayatta kalırlar çünkü güçlüler tarafından korunurlar.”

Annesinin ölümü sonucu yanlarına yerleştiği büyük annesinin ve dayılarının suçla örülü hayatlarına karışan bir gencin hikâyesi.

Avustralyalı yönetmen David Michôd bu ilk uzun metrajlı filminde hayli başarılı bir polisiye gerilime imza atmış. Çarpıcı bir açılış sahnesi ile başlayan film gerçekçi bir biçimde çizdiği karakterleri aracılığı ile hikâyesi boyunca oldukça heyecanlı ve çekici bir atmosferi yaratmayı ve sürdürmeyi başarıyor.

Filmin tüm kadrosunun çarpıcı oyun gücü dikkat çekiyor öncelikle. Her bir oyuncunun karakterinin ta kendisi olduğuna yemin edebilirsiniz adeta. Büyük anne rolündeki Jacki Weaver ve “Pope” rolündeki Ben Mendelsohn ise bu başarılı kadrodan bir adım öne çıkan isimler. Weaver ailenin “ana kraliçesi” rolünde hem sert hem sevecen olmayı becerirken, aileyi bir arada tutmak için her şeyi göz önüne alan karakterini gerçekçiliğin tüm tanımlarına cevap verebilen ve zaman zaman bu gerçekçilik ile hiç de ters düşmeyen üslupçu bir tarzda canlandırmayı başarıyor. Mendelsohn ise sinemanın son yıllardaki en kötücül karakterlerinden birini özellikle de sessiz olduğu zamanlarda tüyler ürpertecek bir yalınlık içinde oyunuyor.

David Michôd kendi yazdığı senaryodan çektiği filmini adeta bir gerçek hayat hikayesini gerçekten hiç sapmadan ve süslemeden sunmayı başarıyor seyredene. Diyaloglar, mekanlar ve kameranın hareketleri bu gerçekçilik dozunu sonuna kadar hissetmenizi sağlıyor seyrederken. Karakterler tüm güçlü ve zayıf yönleri ile birlikte karşımıza getiriliyor ve klasik “güçlü” karakter anlayışından uzak durularak seyrettiğimizin “gerçek insanları” anlatan bir hikaye olduğunu düşünmemiz sağlanıyor. Oyuncuların hiçbirinin sinemada alıştı(rıldı)ğımız yıldız kategorisinde olmaması da filmin bu sahiciliğine epeyce katkıda bulunuyor. Hikâyenin özeti filmin bir “suç ailesine” karışmış bir genci anlattığının sanılmasına neden oluyor ama senaryo aslında iki farklı temaya odaklanıyor; bir ailenin çöküşü ve bir bireyin hangi tarafta olacağını seçebilme yetkinliğini kazanıp kazanmayacağı. Guy Pearce tarafından oldukça sade bir biçimde oynanan ve gerçek hayatın içinden çekilip alınmış gibi yalın duran polis karakterinin genç adam ile yaptığı konuşmada da vurgulandığı gibi, film bu iki farklı temayı bir araya getirerek güçlü ve zayıf olmayı, bu iki zıt uç arasında nerede duracağımızı ne ölçüde bizim belirleyebildiğimizi ve görünürdeki gücün/zayıflığın arkasındaki gerçeğin başka olabileceğini anlatmaya soyunuyor.

Filmin orijinal müziği tam da bir film müziğinin olması gerektiği gibi. Kendisini asla öne çıkarmıyor ve ne hissetmemiz gerektiğini söylemiyor bize. Aksine oldukça basit görünen yapısı ile eşlik ettiği karelere dönüşüyor film boyunca. Kapanış jeneriği sırasında ise film boyunca dinlediğimiz “basit” notalar zenginleşiyor ve hikayenin etkisinin sürmesini sağlıyor. Müziklerin başarısının yanına görüntüleri de koymak gerek. Kamera çarpıcı karelerin veya güzel görüntülerin değil, işte yine o gerçekçiliğin peşinde olduğundan, bir gerçek hikayeyi aktaran bir aracın olması gerektiği yerde duruyor ve bir tanığın bakış açısı ile gösteriyor olan biteni.

Film boyunca tüm gelişmelere büyük annenin göster(me)diği tepkilerin “gerçekçiliği” eleştiri konusu yapılabilir ve buna bağlı olarak da filmin taşıdığı duygusal etki gücünü yeterince kullanmadığı söylenebilir belki ama bu potansiyel eleştirilerin ilkini Weaver’ın oyunu ve yönetmenin becerisi yok ediyor rahatlıkla. İkincisi ise bence eleştiri değil aksine takdir gerektiren bir yaklaşım. Bu hikâyenin bir Amerikalı yönetmenin eline geçtiğinde dönüşeceği film düşünülürse yönetmene ayrıca teşekkür etmek gerekiyor. Çarpıcı, sarsıcı ve dokunaklı bir film.

(“Hayvan Krallığı”)

Giant – George Stevens (1956)

“İnsan bu kadar toprağa ancak başkalarının elinden alarak sahip olabilir”

Uzun yıllara yayılan ve büyük çiftlik sahipleri ve onların petrol ile başlayan dönüşümlerini Teksaslı bir aile üzerinden anlatan bir hikâye.

Amerikalı yazar Edna Ferber’in bir romanından uyarlanan bu epik havalı film Rock Hudson, Elizabeth Taylor ve James Dean önderliğindeki zengin bir kadro, iki yüz dakikayı aşan süresi, hikâyesinin yirmi yılı aşan bir süreye yayılması ve görkemli görüntüleri ile adı gibi “dev” bir eser. Yönetmen George Stevens’ın filmine büyük bir özen ve sevgi ile yaklaştığı filmin her karesinde kendini belli ediyor ve yönetmen aldığı Oscar ödülünü hak edecek bir şekilde filmini çoğunlukla geleneksel sinema kalıpları içinde ama hayli özenilmiş ve titiz bir mizansenle ve arada az da olsa başvurduğu küçük ama etkili yenilikçi denemeler ile anlatıyor.

Evet, dev bir film bu. Dev çiftlikler, malikâneler, uçsuz bucaksız topraklar, sonsuz bir gökyüzü, petrol kuyuları, binlerce sığır ve dev oyuncular aracılığı ile filmin adının altı tam anlamı ile dolduruluyor film boyunca. Fazlası ile uzun süresi ve bu süreye sığdırılan hikâye düşündüldüğünde filmi örneğin Dallas gibi bir dizinin sinema versiyonu olarak görmek mümkün; sanki yıllarca süren bir dizinin özetini seyrediyor gibi hissediyorsunuz. Böyle olunca da bir süre sonra film yormaya başlıyor seyredeni ve bir gelişmeyi tam anlamı ile sindiremeden bir başkası getirilince önünüze siz de “düşünmeden seyretmeye” başlıyorsunuz. Çiftlik sahiplerinin keşfedilen petrol ile zenginleşmesine, kadın hakları, ırkçılık gibi pek çok yan tema da eklenmiş ama film pek çok aşk hikâyesi içermesine rağmen aşkın “büyüklüğünü” aktarmakta yetersiz kalıyor. Hudson-Taylor ilişkisinde bir büyülü yan getiremiyor bize film veya benzer bir şekilde Dean’ın Taylor’a duyduğu hislerin ne olduğunu anlamamanız için film elinden geleni yapmış sanki. Her unsurunu devasa boyutlarda ele alan film aşkın boyutlarını neden bu kadar belirsiz bırakmış, anlamak pek mümkün değil. Hudson-Taylor-Dean gibi bir üçlüyü karşımıza getiren bir Hollywood filminden –bizi alıştırdıkları üzere- dev aşklar bekliyoruz doğal olarak.

Rock Hudson ve James Dean’ın tuhaf aksanlarla –Teksas aksanı olsa gerek- konuştukları filmde Hudson aksamıyor ama filmdeki karakter için doğru isim o muydu tartışılır. Daha sert bir profil sergileyecek bir oyuncuya daha uygun bu rolünde Hudson’ın işte tam da bu nedenle en başarılı olduğu sahneler adeta bir Hudson-Doris Day filminden alınmışa benzeyen ve Taylor ile arasında yatak odasında geçen konuşma bölümü ve kavga ettiği ve filmin de kimi komik anlarına kaynaklık eden bölümler. Elizabeth Taylor’ın performansında özel bir yan yok ve özellikle ikinci yarıda epeyce arka planda kalıyor. Filmin yıldızı ise James Dean kesinlikle. Sanatçı filmin yaklaşık son üçte birlik bölümündeki yaşlı halinin başarısız bir makyajın da hayli yadırgatması ile olmamışlığı bir yana bırakılırsa göründüğü her karede parlıyor. Gizemli, yakışıklı, serseri, kırılgan ve çocuksu kelimeleri ile özetlenebilecek oyunculuğu ile sinema hayatının bu son filminde külte dönüşmüş o ünlü pozunu da veriyor; arabasının arka koltuğunda otururken bacaklarını ön koltuğa uzatmış ve başında kovboy şapkasının olduğu kare sinemanın en unutulmaz karelerinden biri olsa gerek. Buna karşılık Dean’in yaşlı halinin alkolik bir mafya babası görüntüsü var ki hiç yakışmamış filme. Onun su kulesinin tepesine çıktığı ve çatlamış topraklardan oluşan “krallığına” baktığı sahne yönetmenin filmde yarattığı kimi etkileyici sahnelerden biri.

Meksika kökenlilere karşı gösterilen ırkçılığı sık sık ve doğrudan eleştiri konusu yaparak takdiri hak eden film zenginlerin fırtınada kaçışmasını gösteren sahnesi ile –bilinçli veya bilinçsiz olarak- açık bir zenginlik/gösteriş eleştirisi de yapıyor. Yine de bu eleştirisinin dozunu düşüren bir yaklaşımı var filmin. Örneğin yeni zenginin yeni tesislerinin açılış sahnesi nerede ise girişimciliğin/kapitalizmin kutsanması olarak algılanmaya açık. Bir başka örnek olarak da lokantadaki kavga sahnesi gösterilebilir. Burada kavganın tek nedeni bir ırkçı yaklaşım olsa da film bu sahneyi karikatürize ederek kendi yaklaşımına zarar veriyor.

Özetle bu dev film, klasik Holywood çerçevesi içinde kalsa da kimi farklılıkları ile dikkat çeken, üç büyük yıldızının çekiciliğine sahip ve belki biraz fazla uzun ve zaman zaman onca olayı anlatmaya kalktığı için senaryosu sinopsis havası taşıyan ama ne olursa olsun görülmesi gerekli bir çalışma. Genç bir James Dean’ın “güzelliği” ve yönetmeninin kimi ilginç tercihleri için. Ne olursa olsun, bir cenaze töreninde töreni uzaktan seyreden Meksikalı küçük çocuğun esnemesi gibi İtalyan Yeni Gerçekçiliğinden izler taşıyan bir karakteri o dönem Amerikan filmlerinde bulmak imkânsız çünkü.

(“Devlerin Aşkı”)

At Close Range – James Foley (1986)

“Buradan geçenler, evler, çiftlikler ve tarlalar görür. Bense sadece para görürüm ve yürütebileceğim şeyleri”

Aileyi yıllar önce terk etmiş babası ile karşılaşan ve onun hırsızlık çetesine katılmaya çalışan bir gencin hikâyesi.

Gerçek bir hikâyeden uyarlanan ve 1978 yılında geçen film babanın olmadığı bir evde evin erkeği rolünü üstlenmek durumunda kalan bir gencin babasının keşfettiği gerçek yüzünün neden oldukları ile mücadelesini anlatıyor temel olarak. Bu çabasının sonucunu da kalın çizgiler ile ikiye ayırmak gerekiyor; son yarım saatine kadar genellikle vasat bir tonda ilerleyen film pek de özgün olmayan konuları etrafında çekici olmayı başaramadan dolaşırken son yarım saatte ortaya bambaşka bir film çıkıyor.

Sean Penn’in hikâyenin asıl kahramanı olan genci, kardeşi Chris Penn’in ise küçük kardeşini canlandırdığı filmde baba rolündeki isim ise Christopher Walken. Kahramanımızın sevgilisi rolünde ise Mary Stuart Masterson var. Walken aksamıyor ama güçlü bir potansiyeli olan rolünde öne de çıkamıyor açıkçası. Sean Penn ise her zaman olduğu gibi yine iyi, yine parlak bir oyun veriyor. Özellikle filmin son bölümünde tam bir gövde gösterisi yapıyor denebilir. Bu son bölüm filmin hemen tüm geri kalanından bambaşka ve çok parlak bir hava taşıyan ve sinemasal olarak da çok başarılı anları barındırıyor. Öyle ki sanki iki ayrı film izlediğinizi düşünebilirsiniz. Çok vasat bir düzeyde seyreden filmin bu son bölümde ulaştığı etkileyicilik inanılmaz gerçekten. Adeta filmin yaratıcıları tüm enerjilerini ve becerilerini bu bölüme saklamış gibi görünüyor. Filmin temposu, mizansenler, oyunculuklar, kısacası bir filmi oluşturan her ne varsa tümü birkaç sınıf birden yukarıya çıkıyor ve film sanki bir dönüşüm geçiriyor bu anlarda. Böyle olunca da keşke ile başlayan pek çok cümle geçiyor içinizden bu finali seyrederken.

Madonna’nın “Live To Tell” adlı şarkısının kapanış jeneriğinde kullanıldığı, şarkının ana temasının enstrümantal yorumunun ise film boyunca nerede ise aralıksız ve yoran bir biçimde hikâyeye eşlik ettiği film bir bakıma “geri dönen” bir baba ve onun iki erkek çocuğunun ilişkileri olarak da izlenebilir belki ama o alanda pek parlak veya aslında elle tutulur herhangi bir analiz yok kesinlikle. Filmin üzerine gidebileceği bir baba-oğul ilişkisi, baba özlemi gibi temalara hemen hiç dokunulmamış film boyunca. Buna karşılık filmin hikâyedeki trajik boyutu özellikle son yarım saatte etkileyici bir şekilde ele aldığı, kötülüğün yüzünü ve insanların kötülükte nerelere kadar gidebileceğini yine bu anlarında çarpıcı bir sinematografi ile karşımıza getirdiği söylenebilir. Sondaki Sean Penn’in donan yüzünü içeren çarpıcı bir görüntü ile sona eren film özellikle ve aslında sadece son yarım saati için izlenmeli.

(“Kapan”)

Crazy – Hans-Christian Schmid (2000)

“Tanrı bana yardım etmiyor. Uzakta oturuyor, şişko ve kendini beğenmiş”

Yatılı okula gelen on altı yaşında bir gencin büyüme hikâyesi.

Alman sinemasından ergenlik çağındaki gençler ve özellikle yarı-spastik bir genç üzerine orta karar bir hikâye. Benjamin Lebert adlı Alman yazarın on altı yaşında yazdığı yarı otobiyografik romanından uyarlanan film farklı temalar arasında bir parça dağılmış görünen yapısı ile hedeflediği çekiciliğin de uzağına düşüyor.

Filmin adeta beş farklı teması var; ergenlik sancısı, yatılı okul hayatının hüznü, sol kolu ve bacağı sakat olan bir yarı-spastik gencin sorunları, ilk cinsel uyanışlar, sorunlu bir aile hayatı. Her biri kendi başına ayrı bir hikâyenin konusu olabilecek bu temalar aynı filmde ve birbirine yeterince yedirelememiş bir biçimde bir araya getirilince filmin derdinin ne olduğu pek anlaşılmıyor. Örneğin gencin aile hayatındaki sorunların hikâyenin geri kalanı ile hemen hiçbir ilgisi yok ve bu bölümler filmden tamamen atılmış olsa ne hikâyenin akışında ne de filmin atmosferinde bir değişiklik olur gibi görünüyor. Filmin diğer temalarını da elle tutulur bir şekilde ele alamadığı dikkat çekiyor. Örneğin sık sık ergen muhabbetine dalan film bu sahneleri ne tam içeriden ne de dışarıdan ve gözlemci bir tavırla ele alınca ortaya ergen (yeterince olgunlaşmamış anlamında) bir anlayışla ele alınmış cinselliğin eşiğindeki bunalımlı gençlerle ilgili sıradan sahneler çıkıyor sadece.

Filme kaynaklık eden roman hayli ilgi toplamış ama ortaya çıkan film bu ilgiyi hak edecek düzeyde değil açıkçası. Yine de film zaman zaman hayli etkileyici olabiliyor. Örneğin finaldeki okul arkadaşlarına veda ve sahnenin sonundaki donan kare bir daha geri dönülemeyeceği bilinen günlere ve o günleri anlamlı kılan arkadaşlara veda etmiş herkesi derinden etkileyecek bir yalınlık ve güç ile çekilmiş. Filmin genel havasından hayli uzak dursa da fotoroman bölümü çocuksuluğu ve zıpır tavrı ile dikkat çeken bir başka sahne. Başroldeki genci canlandıran Robert Stadlober ve canlandırdığı karakter zaman zaman ayrı bir hikâyeyi hak ediyor gibi görünen en iyi arkadaşı rolündeki Tom Schilling’in başarılı oyunları ile öne çıktığı film melankolik bakışlar atan veya amaçsız bir şekilde yürüyen gençlere eşilik eden güzel rock baladları gibi klişeler içerse de iyi paketleyemediği temaları ile ilgi çekebilir yine de . Özetle, anlatımı gençlerin filmdeki rock grubunun şarkıları gibi henüz olgunlaşmamış bir film.

(“Çılgın”)