The Naked Street – Maxwell Shane (1955)

“O anda Nicky hayatının çok daha iyi olabileceğini anlamıştı. Eğer isteseydi…”

Bir mafya lideri, hamile kızkardeşi ve onun evlenebilmesi için yasadışı yollardan idamdan kurtarılan katil sevgilisi ve olayları araştıran bir gazetecinin hikâyesi.

Tüm yönetmenlik kariyeri boyunca hepsi düşük bütçeli toplam beş sinema filmi çeken ve ağırlıklı olarak senaristliği ile tanınan ABD’li Maxwell Shane’den bir kara film denemesi. Ahlâkçı yanı ile de dikkat çeken film alçak gönüllü tavrı içinde bir polisiye hikâyeyi sinemasal yanını bir parça eksik bırakarak da olsa anlatmayı başarıyor.

Anthony Quinn, Farley Granger, Anne Bancroft ve sinema kariyerinden çok televizyon için çekilen “Mission Impossible” dizisindeki rolü ile tanınan Peter Graves’in başlıca rollerini üstlendiği film özellikle henüz kariyerinin başındaki Bancroft ve Quinn’in oyunculuklarının öne çıktığı bir çalışma. Benim için her zaman iki ayrı Hitchcock filmindeki (“The Rope” ve “Strangers on a Train”) rolü ile unutulmaz bir isim olan Granger kendisine pek uymayan bir rolde de olsa elinden geleni yapıp başarılı oluyor ama Graves tıpkı Granger gibi karakterinin senaryodan kaynaklanan nedenlerle bir parça yüzeysel kalması sonucunda oldukça donuk bir oyun veriyor.

Kötülerin cezasını bulduğu, iyilerin ödüllendirildiği bu tür ahlâkçı filmlerin geçici ve yanıltıcı da olsa rahatlatıcı bir etkisi var. Sonuçta ne olacağını bilmenin, yanılmayacak olmanın ve her şeyden önce kötülüklerin cezasız kalmayacağına emin olmanın sağladığı bir huzur bu. Bu film de tüm bunları yerine getiriyor ve örneğin sahtekârlıkla ve yasadışı yollarla idamdan kurtulan adamın çok geç de olsa hatasını anlaması yeterli olmuyor ve bu kez kendisine karşı yapılan bir sahtekârlık sonucunda kaçınılmaz sonuna ilerliyor. Yine de filmi çok da fazla eleştirmemek gerek bu ahlâkçı tavrı için. Sonuçta evlilik yolu ile temizleniyor olsa da bekâr bir genç kız hamileliğine rağmen filmin olumlu ve sonu mutlu olan karakterlerinden biri oluyor.

Filmi aksatan kimi unsurlar arasında en başta geleni de hikâyeyi kimi zaman araya giren Peter Graves’in karakterinin dış ses ile anlatması ve bu ses de çoğunlukla filmin ahlâkçı yanını öne çıkaran söylemlerde bulunuyor; “anlamıştı ama artık çok geçti” gibi ifadeler dökülüyor sık sık dış sesin sahibi karakterin ağzından. Bu dış sesin gerekliliği ve hikâyeye ne kattığı bir yana zaman zaman adeta karşımızdaki görüntüye değil kendisine dikkat etmemizi isteyen tarzı da filmin görselliğine zarar veriyor elbette. Kadrosunun hakkını tam anlamı ile veremese de yüksek beklentiler taşımadan seyredilebilecek bir film. Keşke ders veren bir havaya hiç bürünmeseymiş ama yine de küçük bir film olarak ilgiye değer.

(“The Brass Ring” – “Boş Sokaklar”)

Battle of Britain – Guy Hamilton (1969)

“Tarihin hiçbir döneminde bu kadar çok insan bu kadar çok şeyi bu kadar az insana borçlu olmadı”

1940 yılında Almanların yoğun hava saldırısına maruz kalan Britanya’da Kraliyet Hava Kuvvetleri subaylarının mücadelesinin hikayesi.

İngiliz sinemasından “kahraman” pilotlarına adanmış bir İkinci Dünya Savaşı filmi. Savaşın tümüne değil Almanların İngilizleri savaştan caydırmak üzere planladığı ve birkaç ay süren yoğun hava saldırısına odaklanan film oyuncuları, yapımcıları ve tarzı ile tam bir İngiliz ulusal filmi. Tarihin bu ikinci büyük savaşını (veya kıyımını) anlatan bir filmde arada geçen birkaç kelime dışında ABD kuvvetlerinin kahramanlığını ve kurtarıcılığını duymamak ne hoş!

“Diamonds are Forever” ve “Goldfinger” gibi iki parlak örneğin de aralarında bulunduğu dört James Bond filminin de yönetmeni olan Guy Hamilton’ın bu filmi yapımının üzerinden kırk iki yıl geçmiş olmasına rağmen özellikle uçakların savaşını gösteren ve dönemine göre hayli başarılı bölümlerdeki teknik becerisi ile ilgi çeken bir çalışma. Filmin nerede ise yarısı havada geçiyor ve kamera pilotların gözünden veya genel açılarla havadaki çarpışmaları görüntülüyor sürekli. Filme büyüklük katma çabasının uzantılarından biri gibi görünen uzun süresinin de etkisi nedeni ie bu sahneler bir süre sonra yormaya başlıyor da seyredeni öte yandan. Öyle ki farklı zamanlarda geçen tüm o hava savaşı sahnelerini bir süre sonra birbirine karıştırmanız mümkün seyrederken. Filmin havada geçen sahnelere ağırlık vermesi kalabalık kadrodaki karakterlerden hemen hiçbirinin gerçek bir karaktere dönüşememesine de neden oluyor. İngiliz sinemasının hemen tüm ünlü erkek oyuncuları irili ufaklı rollerde karşımıza geliyor ve tüm bu oyunculardan herhangi birinin karakterini gerçek anlamda tanımamıza fırsat vermiyor film ve böyle bir derdi de yok görünüyor. Filmin ana karakterlerinden sadece birisi kadın ve dönemin ünlü yıldızlarından Susannah York’un canlandırdığı bu karakter ile Christopher Plummer’ın canlandırdığı kocası arasında geçen sahneler ise filmin genel havasından çok uzak ve adeta filme katılmaya çalışılan anlamsız bir romantizm çabasının sonucu gibi duruyor.

Churchill’in ünlü sözü ile Fransa savaşının bittiği ve Britanya savaşının başladığı zamanı anlatan filmin açılışındaki Britanya bayrağı renklerini taşıyan jeneriğinden tüm o İngiliz oyuncuların adeta resmi geçit yaptığı kadrosuna film, evet tam bir “geçmiş şanlı zaferimiz” filmi. Yine de burada kaba bir propagandanın veya açıkçası herhangi bir propagandanın kesinlikle söz konusu olmadığını ve filmin bu işi incelikle hallettiğini teslim etmek gerek. Kalabalık figüran kadrosunun ve film için harcanmış görünen tüm o çabanın gösterdiği gibi film İngilizler için bir onur kaynağının sinemaya aktarılmış hali daha çok ve bu açıdan sinemasal değerinden bağımsız ele almak gerekli belki de. Bu açıdan bakınca da Almanların Britanya topraklarına düzenlediği ilk hava saldırısı başta olmak üzere kimi etkileyici sahneleri ile seyre değer bir film karşımızdaki. Karşı cephedeki Almanların karakterlerinin ilginç bir şekilde İngilizlerden daha detaylı karşımıza getirildiği film eski tarz savaş filmlerinden hoşlananların da ilgisini toplayabilecek ve Michael Caine’den Laurence Olivier’e, Michael Redgrave’den Ralph Richardson’a uzanan zengin kadrosu ile hayli nostalji yaratabilecek bir çalışma.

(“Göklerde Vuruşanlar”)

Maria llena Eres de Gracia – Joshua Marston (2004)

“Amerika nasıl bir yer mi? Orada… her şey mükemmel, olması gerektiği gibi”

Para karşılığında ABD’ye uyuşturucu sokulmasına aracılık eden Kolombiya’lı hamile bir genç kızın hikâyesi.

İlk filminde çarpıcı bir performans sunan Catalina Sandino Moreno’nun sürüklediği film öncelikle konusunun çarpıcılığı ile ilgi toplayan bir çalışma. Yalın anlatımı ile dikkat çeken film söyleyeceklerini dar bir çerçeve içinde tutarak belki hikâyenin kişisel dramını artırmayı deniyor ve bunu başarıyor ama öte yandan bu dar çervesi nedeni ile pek çok şeyi de ıskalıyor gibi.

İngilizce ismi “Maria Full of Grace” olan filmin seçtiği bu ad genç kızın finaldeki davranışını açıklamak için tercih edilmiş olmanın yanısıra pek çok dini öğeye de gönderme yapıyor gibi. Kahramanımızın ismi Maria ki bu isim Mary isminin İspanyolcadaki karşılığı ve genç kızın hamileliği ve midesinde taşıdığı uyuşturucu kapsüllerinin Meryem’e referans verdiği de söylenebilir ama tüm bu göndermelerin aksine film Kolombiya’da hayli güçlü olan kiliseye, onun toplumdaki yerine ve genç kız gibilerinin içinde bulundukları yoksullukla ilgili tavrına hiç değinmiyor. Benzer şekilde filmin Güney Amerika’da müttefiki epey azalmış ABD’nin yakın dostu Kolombiya’daki sosyal ve ekonomik koşulların oluşmasındaki payını veya tüm bu uyuşturucu ticaretini teşvik neden tüketici özelliğini gündeme getirme gibi bir düşüncesi de yok. Aksine örneğin Kolombiya’ya yerleşmiş kadının bu ülkedeki mutluluğu üzerinden bir övgü peşinde olduğu da söylenebilir. Bu yaklaşım da “duyarlı” ABD filmlerinin tipik hastalıklarından birini taşıdığını gösteriyor bu filmin de; sonuçları o sonuçları doğuran ve sorgulanmaları düzenin sorgulanmasına götürecek olan koşullardan bağımsız ele almak. Bu yaklaşım da nerede ise kaynağı da çözümü de kişisel olan sorunlardan söz edildiğini düşündürtüyor seyirciye, gerçek hiç de öyle olmasa da. Hikâyenin değinir gibi yaptığı ama süratle unutmayı tercih ettiği ülkedeki işçi sınıfının çalışma koşulları gibi konular da arada kaybolup gidiyor bu nedenle. Uyuşturucu mafyasının üyelerinin ABD’deki beklenenden yumuşak davranışları da senaryonun garip bir noktası olarak kendisini çerçeveyi sınırlayan öğelerin arasına katmasına neden oluyor.

Filmin başlarında “çatıya çıkıp uzaklara bakan” Maria’nın çıkışsızlığı içinde tercih etmek durumunda kaldığı seçeneğin yarattığı gergin anları ve özellikle ABD’ye uçak yolculuğunu çok iyi anlatıyor film. Uçakta geçen tüm o anlar boyunca Maria’nın uçaktaki benzerlerini fark etmesi çok başarılı bir oyunculuk ve kurgu ile getiriliyor karşımıza. Bu sahnelerde Catalina Sandino Moreno’nun dört dörtlük oyunu da tüm o gerilimi bizim de sonuna kadar hissetmemizi sağlıyor. Uçaktaki bu sahne ve sonrasında gümrükteki sorgulama sahnesi filmin en başarılı bölümleri ve senaryonun hikâyeyi nerede ise kişisel boyutta tutmasının da doğrulandığı anlar bunlar. Belki filmin sadece bu tür anlara odaklanması onu çok daha üst seviyelere taşırmış diye de düşünmemek elde değil. Yine de yalınlığı, teknik çarpıcılık kazandıran ama hikâyenin gerçek ve insani yanının üzerini örten stilize anlatımdan uzak durması bu dramatik yanı güçlü filmi kesinlikle seyre değer kılıyor.

(“Maria Full of Grace” – “Zarafet Dolu Maria”)

The Scalphunters – Sydney Pollack (1968)

“Köleliği Tanrı yaratmadı, Mısırlılar yarattı”

Avladığı hayvanların kürk ve derilerini kendisinden çalan kızılderililerin ve bu değerli malları onlardan çalan çetenin peşine düşen bir adamın hikâyesi.

Sydney Pollack’tan komedi yanını da eksik bırakmayan bir western. Becerikli bir dil ile anlatılmış, keyifli ve eğlendirmeyi ihmal etmeyen bu çalışma sağlam oyuncu kadrosundan da aldığı destekle belki klasik western tutkunlarını tam anlamı ile tatmin etmeyecek ama kesinlikle kendisini seyrettiren bir film olmuş yönetmen Pollack’ın filmografisinde.

Bir zamanlar özellikle Amerikan sinemasında açılış jeneriklerine ayrı bir özen gösterilir ve bu açılış yazılarının seyirciyi filme hazırlamasına ve genel olarak filmin atmosferini yansıtan bir içeriğe sahip olmasına dikkat edilirdi. Uzmanlığı bu olan isimler de vardı ve örneğin bir Saul Bass Hitchcock’un “North by Northwest” veya Otto Preminger’in “The Man with the Golden Arm” filmlerinin de aralarında olduğu pek çok yapımın çarpıcı açılış jenerikleri ile hayli ilgi toplamış ve çalıştığı filmlere ciddi bir katkıda bulunmuştu. Bu filmin bu dalın usta isimlerinden biri olan Phill Norman’a ait olan açılış jenerikleri belki çok çarpıcı değil ama kesinlikle keyifli ve bizi birazdan ne göreceğimize hazırlayan bir çalışma ve Elmer Bernstein imzalı müzik ile birlikte filme keyifli bir giriş yapmamızı sağlıyorlar.

Burt Lancaster’in canlandırdığı kahramanımız, onun yoluna çıkan ve kızılderililerin aldıkları kürkler karşılığında kendisine verdiği zenci köle (hayli eğlenceli ve parlak oyunu ile Ossie Davis), yanındaki kız arkadaşı (eğlenceli, çenebaz ve sevimli bir Shelley Winters) ve çetesi ile birlikte Telly Savalas ve kızılderililer arasında geçen mücadelenin hikâyesi içerdiği çeşitli göndermelerle de dikkat çeken senaryosundan destek alıyor öncelikle. William W. Norton’un çalışması hınzır ve esprili diyaloglar aracılığı ile karakterlerin sık sık kelimeler/cümleler üzerinden de savaşmasına aracılık ediyor. Özellikle Ossie Davis’in iyi eğitim almış ve diğer tüm cahil (Lancaster’in canlandırdığı karakterin okuma yazması yok örneğin) karakterler arasında derin bir entelektüel olarak görünmesini sağlayan karakteri, iş bitiriciliği ve kurnazlığı ile ve beyazların dünyasında hayatta kalmak için ne gerekiyorsa yapması ile pek çok eğlenceli anın da yaratıcısı oluyor. Davis’in bu zenci karakteri üzerinden filmin hem siyahlara hem kızılderililere oldukça dürüst bir yaklaşım gösterdiğini ve pek çok western klasiğinin iyi kovboylar-kötü kızılderililer şablonuna uzak düştüğünü de söylemek gerek. Elbette sonuçta kahramanın beyaz adam olduğunu görmezden gelmek mümkün değil ama film başlangıçta kendisi at üzerinde giderken “kölesini” yürüten adamın finalde onunla birlikte ata bindiğini göstermesi veya her ikisinin “eşitlendiği” yüzlerin çamura bulandığı sahnesi ile farklı bir yerde duruyor şüphesiz.

Burt Lancaster’ın deyim yerinde ise dağı çetenin tepesine indirdiği veya atların içtikleri sudan zehirlenip çıldırması gibi sahneleri ile teknik becerisini de üst seviyede tutan filme yöneltilebilecek kimi eleştiriler de var kuşkusuz. Öncelikle filmin adı; kafatası avcıları gibi bir isim hem filmin havasına göre çok sert kaçması hem de ondan daha da fazlası ile çetenin bu yanının ve vahşiliğinin filmde bir görünüp sonra kaybolması ile filme hiç uymayan bir isim olmuş. İkinci olarak ise bu görünüp kaybolma durumunun filmin genel bir sıkıntısına örnek olduğunu belirtmek gerek. Kızılderilileri katledip kafatası derilerini yüzen çetenin filmin geri kalanında içen, dans eden ve Savallas-Winters didişmesine gülen adamlar olarak gösterilmesi filmin komedi ile western’i yeterince iyi kaynaştıramadığını ve bunun da sonuçta bir dağınıklığa yol açtığını gösteriyor.

Özetle eğlendiren, iyi oynanmış ve keyifli diyalogları ile dikkat çeken film sonuçta beyaz tarafından bahşedilmiş görünse de zencilere ve kızılderililere de söz hakkı tanıması ile takdiri hak ediyor. Bu bahşetme işi o dönem düşünüldüğünde anlaşılabilir bir durum ama günümüzde hâlâ zayıfın güçlünün bahşettikleri ile yetinmek durumunda kalması veya bir başka deyiş ile iktidar sahibinin doğal bir hak olanı kendi istediği zaman ve yerde ve istediği boyutta bahşediyor olması asıl anlaşılmaz ve kabul edilemez olan.

(“Kafatası Avcıları”)