Ehi Amico… c’è Sabata, Hai Chiuso! – Gianfranco Parolini (1969)

“Yakında burası Meksika’dan da sıcak olacak”

Arsa spekülasyonunda kullanmak için orduya ait parayı çalanlara karşı mücadele eden bir silahşörün hikâyesi.

İtalyan spagetti westernlerinin en çok bilinenlerinden biri. Gianfranco Parolini’nin (pek çok spagetti western filminde olduğu gibi bir Amerikalı takma adını, Frank Kramer’i kullanarak) çektiği film türün pek çok özelliğine nerede ise harfiyen uyan ve bu anlamda kalıpların dışına pek çıkmayan ve özellikle türün meraklılarınca keyifle seyredilebilecek bir çalışma. Aynı kahramanı anlatan ikinci ve üçüncüsü de çekilen film bugün bir üçlemenin ilk filmi olarak bilinse de aslında başta yapımcıların böyle bir düşüncesi yokmuş. Öyle ki bu filmde ve üçüncüsünde Lee Van Cleef’in üstlendiği rolü ikincisinde Yul Brynner canlandırırken ikinci filmdeki kahramanın adının ilk filmin gördüğü ilgi üzerine Sabata olarak değiştirildiğini düşünürsek, ilk filmin oluşturduğu ilgiyi gişeye yansıtmak isteyen yapımcıların yaklaşımı çok daha iyi anlaşılabilir. Bu ilk Sabata filminin sonraki iki filmden hem seyirci ilgisi açısından hem de sinemasal özellikleri bakımından daha fazla öne çıktığını da söyleyelim.

Tek kişilik ordu ifadesini rahatça hak eden Sabata film boyunca aralıksız savaşıyor ve elbette yüzlerce de ölü bırakıyor ardında. Çizgi roman estetiğine sık sık yaslanan filmde Sabata zaman zaman James Bond’u hatırlatırcasına her alet ile ve vücudunun her yerinden ateş ediyor dersek abartmış olmayız sanırım. Film boyunca banjo ile ateş etmekten fırlatılan bozuk para ile mekanizması çalıştırılan silahlara kadar gösterişli pek çok sahne geliyor karşımıza. Ritme eşlik eden yürüyen ayaklar, Sabata’nın çerçeve ve ayna ile yaptığı numaralar gibi türün olmazsa olmazları hikâye boyunca birbiri ardına sıralanıyor. Senaryo Sabata da dahil olmak üzere tüm karakterlerine karakterden çok tip olarak yaklaşıyor ve bundan da hiç gocunmuyor açıkçası ama ama örneğin Sabata’nın peşine düşürülen kiralık katillerden birinin “cadı” annesi gibi senaryoya hiçbir katkısı olmayan tiplemelerin filmde ne aradığını sorgulamamak da mümkün değil. Tüm bunlar bir yana hikâye hemen tüm spagetti westernlerde olduğu gibi elbette sosyal ve hatta ideolojik bir duruş da taşıyor.

Türün yaratıcılarının çoğu gibi bu filmin senaristleri de bu ideolojik duruşu hikâyeye taşımışlar ve üstelik bunu da hayli açık şekilde yapmışlar. Filmin kötü adamlarından biri köleliğin savunucusu Amerikalı Thomas Dew’ün eşitsizliğin toplumun temeli ve doğal olduğunu savunan kitabını okurken görüntüye geliyor örneğin. Zengin ve güçlü olanlarının istisnasız tümünün kötü karakterleri oluşturduğu filmde senaryo sermayenin, adaletin ve (sahte bir din adamı üzerinden de olsa) dinin kötülerin elinde olduğunu vurguluyor sürekli olarak. Hikâyenin odak noktası olan paranın yakında tren yolunun geçeceği bir arazinin satın alınması için kullanılacak olması tüm bu iktidar sahiplerinin ortak çıkarları için nasıl da halkın karşısında birleşebileceğini gösteriyor ve gerçek dünyamızda elbette ve maalesef olanaksız olanı, Sabata gibi bir bireyin kurtarıcılığını sergiliyor. Bu sessiz, yalnız ve becerikli silahşörün sıkça kullanılan zumlar ve bir spagetti westernin olmazsa olmazı gösterişli bir müzik eşliğinde anlatılan hikâyesi şüphesiz tam bir erkek filmi ve senaryodaki nerede ise tek kadın karakter ikinci bile değil üçüncü planda nerede ise ve zaten o da filmin kötü adamı tarafından ihanete uğruyor. Sabata’nın gerek bu filmde gerekse ikinci filmdeki yalnızlığına ve etrafındaki “sırnaşan” kadınlara rağmen tüm romantizmden uzak duruşuna da dikkat etmek gerek.

Filmin orijinal adı Türkçede kabaca “Hey dostum… işte bu Sabata ve senin işin bitti” anlamına geliyor ve hikâye tam da bunu anlatıyor. Sabata ile tanışan bir kötünün bırakın kötülüklerine devam etmesi hayatta kalması bile pek mümkün değil. İşte tam da bu nedenle ve filmin “politik” duruşunu da düşününce günümüz için de bir Sabata dilemekten başka çıkar yol görünmüyor bu zavallı hayatlarımızdan kurtuluş için.

(“Sabata” – “Sabata Vadiler Hâkimi”)

Ljubav i Drugi Zločini – Stefan Arsenijevic (2008)

“Bu da geçecek ve hayat devam edecek sandım. Hayat devam ediyor ama hiçbir şey değişmiyor”

Bir küçük gansgter liderinin sevgilisi olan bir kadının Belgrad’ı terk ederek başka bir ülkede yeni bir hayat kurmaya çalışmasının hikâyesi.

Sırp yönetmen Stefan Arsenijevic’in yönettiği ilk film olan çalışma dağılan Doğu blokunun ve özellikle Yugoslavya’nın parçalanmasından sonra oluşan Sırbistan’da ve iç karartıcı bir görümü olan bir şehirde yaşanan bir terk etme hikâyesini anlatıyor. Bu terk etme eylemi hem bir hayatı hem de o hayatın içindeki insanları kapsayan ve tam da bu boyutu nedeni ile hayli zor bir eylem. Film hikâyesini komediyi de ihmal etmeyen ama bu komedinin arkasındaki dramı ve hüznü de dile getiren biçimde aktarmayı deniyor ve tam bir başarı ile olmasa da kendisini seyrettirmeyi başarıyor.

Her yönü ile temel parametreleri değişen bir toplumda yaşanan bir hikâye karşımızdaki. Tüm sosyal, politik ve ekonomik düzenin değiştiği toplumda hikâye boyunca sık sık dile getirilen ve filmin “küçük insanlarının” hayatını epey etkileyecek görünen alışveriş merkezinin sembolü olarak kullanıldığı yeni düzende, bireylerin savrulup gitmeleri ve ayakta kalmak için didinmeleri filmin temel odak noktası gibi görünüyor. Vuk Kostic tarafından sakin bir sevimlilikle canlandırılan Stanislav’ın hâlâ Paris’te şarkı söylediği eski görkemli günlerinin nostaljisi ve kafa karışıklığı içinde yaşayan annesinin kabul etmekte direnmesinin aksine diğer bireyler yeni düzene uyum gösterme çabasının içindeler ve bu amaçla, yitirdikleri değerlerin yerine yenisi koy(a)madan bir çıkar yol bulmanın telâşı içindeler. Yaşlı şarkıcı anne ise tüm farklı etnik grupların bir bütün halinde yaşadığı eski Yugoslavya’yı özleyen ve bugün bile sayıları hiç de az olmayan insanları temsil ediyor filmde. Değişen düzende Rusçanın değil İngilizcenin geçer akçe olması veya sürekli arızalanan solaryum cihazının değişen ve yeni bir düzene de geçemeyen toplumun sembolleri olduğunu da söylemek mümkün.

İlk bölümlerinde biraz sıradan bir havada başlayan film, daha sonra sanki ayrı ayrı çekilmiş gibi duran veya birbirine yeterince iyi bağlanmamış görünen sahnelere sahip olmak gibi kimi kusurlar taşısa da hikâye ilerledikçe sıcaklık ve samimiyetin ağır bastığı ve Stanislav ile Anica Dobra tarafından güçlü bir oyunculuk ile canlandırılan Anica karakterinin hemen tüm ikili sahnelerinde bu samimiyetin ve doğallığın özellikle öne çıktığı sahneleri ile kendisini affettiriyor. Tek bir gün içinde geçen hikâye bize kahramanlarını ihtiyacımız olduğu kadar tanıtıyor ve bu küçük insanların sıcaklığı ve bir şekilde direnmeleri eğer bir gün dünya daha iyiye doğru değişecekse bunun ancak işte bu küçük insanların bu değişimi istemesi durumunda gerçekleşebileceğini söylüyor.

Blelgrad’ın eski dönemlerinden kalan ve kocaman kütleler halinde görünen apartman bloklarının görüntüsünün atmosferini kararttığı bir şehirde Stanislav ile Anica arasındaki Stanislav’ın itirafı ile başlayan “aşk” hikâyesi, içinde yaşanan ortam ne olursa olsun sevginin değiştirme gücünü gösteriyor bize ve başta iki karakterin birbirlerine hayatlarını gösterdiği ve belki bir parça mekanik düzenlenmiş ama kesinlikle yürek titreten sahnesi olmak üzere pek çok anında film, karakterlerinin her birinin hayatındaki küçük trajedileri yavaş yavaş açarken seyircisini yanında tutmayı başarıyor. Karakterlerinin korkularını, tereddütlerini ve hatta trajedilerini gösterirken seyircisine dozunda tuttuğu hafif bir komedi de sergilemeyi başaran film gitmek ve kalmak ikilemini de alçak gönüllü bir tonda anlatırken, hikâyesi anlatılan bir karakter üzerinden kişinin gittiği yerde ne kadar mutlu olursa olsun “evini” hep özleyeceğini söyleyerek bu ikilemin kompleksliğini vurgulamayı ihmal etmiyor.

Kimi yan hikâyelerin çıkarılması durumunda filmin daha temiz bir senaryoya kavuşacağını da belirtmek gerek. Bir noktadan sonra zaman zaman senaryo bu küçük film için fazla karakter içerdiği algısını yaratıyor çünkü. Ayrıca senaryonun yeterli düzeyde bir olgunluğa sahip olmadığını da belirtmek gerek. Bir parça daha fazla dinamizm ile ve özellikle ikili sahnelerde erişilen gücün filmin bütününe yayılmış olması durumunda etkileyiciliği artacak olan film yola çıktığı andaki tüm hedeflerine erişememiş olsa da tutturdukları ile yine de kendisini seyrettirmeyi başarıyor özet olarak.

(“Love and Other Crimes” – “Aşk ve Diğer Suçlar”)

American Translation – Pascal Arnold / Jean-Marc Barr (2011)

“Masumken ölmek: Onlara verdiğim işte bu. Onları özgür kılıyorum”

Bir seri katil ile ona aşık olan bir zengin kızın tuhaf ilişkisinin hikâyesi.

İki Fransız sinemacı, senarist ve yönetmen Pascal Arnold ve oyuncu ve yönetmen Jean-Marc Barr’ın birlikte yönettikleri bir film. İki sinemacı bugüne kadar tüm filmlerini birlikte yönetmişler ve bu beşinci yönetmenliklerinde tuhaf, seksi ve gizemli bir drama imza atmışlar. Ortaya çıkan sonuç ise kimi yanları ile çekici olsa da hedefini tutturamamış ve özel bir hedefin peşinde olduğunu fazlası ile belli eden bir film olmuş.

İlk 15 dakikasının nerede ise üçte ikisi biraz öpüşme ve biraz seks ile geçen film iki genç oyuncusunun fiziksel özelliklerini bol bol kullanması ve örneğin adamın aracının içinde ikilinin adeta poz verir gibi düzenlenmiş çıplak görüntülerinde olduğu gibi zaman zaman zorlama sahneleri ile hikâyesinin rahatsız edici olmasını başarırken, bu rahatsızlığın doğal değil yapay bir biçimini geçiriyor seyirciye ve bu seçim de filmin lehine olmuyor elbette. Finalde seri katiller ile ilgili görüntüye gelen kısa birkaç bilimsel not ise filme bir gerçeklik havası katmaktan çok sadece bahsettiğim zorlama yaklaşımın bir diğer örneğini oluşturuyor. Genç adamda Pierre Perrier gücünü daha çok karakterinin tedirginlik ediciliğinden alan oyunu ile dikkat çekerken genç kadında Lizzie Brocheré senaryonun karakterinin “pasifliğine” yeterli ve inandırıcı bir açıklama getirmemesine rağmen elinden geleni yapıyor film boyunca. Finalde kadının polisten kulaklarını kapatmasını istemesi, bu “her şeyin olunca neye isyan edeceğini bilemiyorsun” diyen kadının gerçeklere duyularını kapatmayı seçtiğinin ve dolayısı ile hikaye boyunca yaptığı göz yumma ve sessiz kalma tercihlerinin açıklaması olarak yer alıyor filmde ama bu açıklamanın yeterliliği tartışmaya çok açık maalesef.

Pascal Arnold ve jean-Marc Barr ikilisinin film boyunca yaptıkları tercihlerin de seyirciye yardımcı olmadığı açık. Sık sık görüntüye gelen ve kahramanlarımızı araçları ile yolculuk yaparken gösteren sahneler ve bu sahnelere eşlik eden şarkılar bir süre monoton bir hal alıyor örneğin veya kadının babasının habersiz eve geldiği sahnede iki kahramanımızın yer yatağında çıplak ve mizanseni için özellikle çalışılmış şekilde uzandıkları görüntünün varlığı hikâyeye bir şey katmadığı gibi yapaylığı ile fazlası ile göze batıyor. Tüm bunlara rağmen filmin kapanıştaki anlamsız bilimsel açıklamalar bir yana bırakılırsa erkek karakterinin üzerinden bir tuhaf gizeme sahip olduğunu belirtmek gerek ve üstelik hikâyenin bu karakter için yeterince ipucu vermemesine rağmen sağlanan bir çekicilik bu. Ayrıca senaryonun aksayan yönleri bir yana bırakılırsa hikâyenin şu ya da bu şekilde seyirci üzerinde tedirgin edici olmak gibi bir başarısı var ki bu da az şey değil.

(“Amerikan Çevirisi”)

Somewhere – Sofia Coppola (2010)

“Bebeğim, oyuncak ayın olayım senin. Tak boynuma zinciri ve götür istediğin yere”

Hayatı alkol, partiler ve seks ile geçen bir Hollywood yıldızının on bir yaşındaki kızının kendisini ziyaret etmesi ile hayatını sorgulamasının hikayesi.

Sofia Coppola’dan bir erkek yıldız üzerinden şov dünyasına bir bakış. Film karakterinin üzerinden aile, büyümek, ünlü olmak ve asıl olarak da hayatın varoluşçuluk bakış açısından anlamı üzerine bir hikâye anlatıyor. Bu hikâyeyi anlatırken sinemasal açıdan yeterince doyurucu olamayan film yine de kimi özellikleri ile ilgiyi halk ediyor.

2010 Venedik film festivalinde çok da güçlü olmayan rakiplerinin arasından sıyrılıp Altın Aslan ödülünü alan film zenginlik, lüks ve sefahat içinde yaşayan bir adamın içinde bulunduğu ve alttan alta hissettiği boşluğun farkına varması ile değişmeye başlayan dünyasını anlatıyor. Stephen Dorff’un filmografisinde yer alan diğer eserlerdeki rollerinden oldukça farklı bir rolde kimilerine göre kendi hayatından da izler taşıyan bir karakteri canlandırırken, senaryo bu sevmesi çok da kolay olmayan kişiliği tarafsız bir gözle ve olduğu gibi getirmeye çalışıyor karşımıza. Filmin giriş sahnesinde lüks spor arabası ile daireler çizerek görüntüye bir girip bir çıkan adamın bir derdi olduğunu anlıyoruz ama otel odasında kendisi için özel direk dansı yapan kızları seyrederken veya birkaç dakika önce tanıştığı bir kızala sevişirken uyuyakalan yıldızın yaşadığı “zevk ve alem” dünyasından eğer sıyrılmak istiyorsa kendisine engel olanın ne olduğunu seyirciye geçiremiyor senaryo. Öyle ki bir süre sonra karakterimizin bunalımını bir şımarıklık olarak görmeye ve mutsuz bir anında aradığı eski bir sevgilisinin telefonda kendisine söylediği gibi “gidip bir hayır işinde çalışsın” diye düşünmeye başlıyorsunuz. Yıldızın yaşadığı hayatın ve genel olarak şov dünyasının boşluğunu anlatmak için filmde yer almış görünen saçma sorular ile geçen basın toplantısı veya İtalya’daki ödül töreni biraz fazlası ile kolaya kaçmış görünen sahneler ve kahramanımızı daha iyi anlamaya da yardımı olmuyor. Aslında filmin buna yönelik çok da derdi yok gibi; film daha çok sakin bir sinema dili ile ebeveyn olmak, anlamsızlık ve ünlü olmak gibi kavramları gündeme getirmeye çalışıyor sadece.

Her Coppola filminde olduğu gibi yine alternatif rock müziğe yer vermiş filminde Coppola ve Fransız grup Phonenix’in şarkıları filme doğrudan hikâye ile ilgileri olmasa da çekici bir yan katıyor. Görüntülerinin temizliği ile de dikkat çeken film özellikle bir olay örgüsüne sahip olmamasının bir başyapıtın aksine pek de yararını görmüyor. Uzun çekimler veya hikâye boyunca alışılagelen anlamda bir şeyler olmaması bir filme mutlaka bir sanatsal hava katmıyor elbette ve film işte tam da bu noktada zayıf düşüyor. Kahramanımızın varoluşsal krize kapılmasının nedenini anlamayınca ve karaktere de yeterince yakınlık hissetmeyince filmin seyirci üzerinde bıraktığı soğuk hava da bir türlü tam anlamı ile dağılamıyor film boyunca.

Kimi önemli kusurlarına karşın ve hatta bu kusurları ile doğrudan ilişkili kimi başarıları da var filmin. Evet, film karakterine yeterince yaklaştırmıyor bizi ama kahramanın içinde bulunduğu durumu mutlaka bir olumsuzluk göstergesi olarak da sergilemiyor ve hatta çekici olmadığını da iddia etmiyor; sadece sergilemeyi tercih ediyor. Film baba ile kızı arasındaki ilişkiyi yine altını çizmeden adeta doğumundan itibaren elle tutulur hale gelinceye kadar yavaş yavaş büyütüyor gözümüzün önünde ve bunu tipik bir ticari filmin aksine süslemeden yapmayı başarıyor. Keşke film kahramanımızın varlığını sorgulamasını daha iyi anlatabilseydi ama anlaşılan filmin kendisi de onun yaşadığı hayatın boşluğundan fazlası ile etkilenmiş.

(“Başka Bir Yerde”)