Wszystko, co Kocham – Jacek Borcuch (2009)

“Denizden esen rüzgâr / Bütün ülkeyi sarsar”

Dayanışma grevlerinin ülkeyi sarsmakta olduğu 1981 yılında, Polonya’da punk grubu kuran dört gencin hikâyesi.

Eski Doğu Bloku ülkelerinin sinemaları komünizm günleri ile hesaplaşmaya devam ediyor. Bu hesaplaşmadan kimi zaman sinemasal gücü hayli yüksek filmler çıkarken kimi zaman da haşinlikleri ve yargıları sinemasal yanlarının önüne geçen eserler üretilebiliyor. Bu film ikisinin ortasında bir yerlerde duran ve kimi başarılı yanlarına karşılık bazı klişelerden de kurtulamayan bir çalışma olarak görünüyor. Polonyalı yönetmen Jacek Borcuch’un filmi ülkesinde epey ödül kazanmış ve yakın tarihten aldığı konusu ile de ilgi toplamış bir çalışma ve politik dokunuşlar taşıyan romantizmi ile kendisini seyrettiriyor.

Borcuch’un kendi anılarından yola çıkarak yazdığı senaryosu hikâyenin yaşandığı yıllardaki atmosferi punk grubunun dört üyesi olan genç karakterleri ve özellikle grubun vokalisti olan Janek üzerinden anlatmayı deniyor ve bunu başarıyor da. Punk bir tür olarak düzen karşıtı bir müzik ve hikâyenin geçtiği yıllara ve ülkede yaşayan gençlerin o yıllarda hissettiği ruh haline çok uygun elbette. Kahramanımız Janek bir yandan punk ruhuna uygun yaşıyor ve kişisel isyanını da gösteriyor ama bir yandan da kendi sözleri ile punk asla romantik olmasa da oldukça romantik bir profil çiziyor. Filmin yeterince güçlü olmadığı yanlarından biri de tam burada. Punk havasının ve politik yanının romantizm altında zaman zaman gölgede kaldığı filmde hikâyenin yönetmenin kişisel anılarından kaynaklanmasından dolayı olsa gerek yeterince denge kurulamamış görünüyor senaryonun sert ile yumuşak yanları arasında. Senaryonun bir büyüme hikâyesi olmakla politik karmaşa içinde bir hayatı ve yaşanan çelişkileri anlatmak arasında kalmış havası daha güçlü bir görüntü sergilemesine de engel oluyor.
Mateusz Kosciukiewicz’in başarılı oyunu ile öne çıktığı ve özellikle şarkı söylediği veya ölmekte olan anneannesi ile olan dramatik sahnelerdeki performansı ile dikkat çektiği filmde hikâye örgüsünün yeterince tutarlı ve derinlikli olmaması da dikkat çekiyor. Cinsel içgüdülerinin peşine düşen gençlerin sahneleri bir ölçüde anlaşılabilir belki ama hikâyenin dramatik sonunu belirleyen temel faktörün zorlama bir olgun kadınla seks ve onun kocasının tepkisi olması oldukça yüzeysel duruyor. Dayanışma sendikasının komünizme karşı yürüttüğü grevlerin ve aynı yönetime karşı punk müzik aracılığı ile dile getirilen isyanın tam bir kapitalizm/liberalizm örneğine dönüşmüş bir ülkede bugün ne ifade ettiğini de düşünmek gerek. Eski Doğu Bloku ülkelerinin sinemacılarının çoğunun problemi veya daha doğru bir deyiş ile eksiği de tam burada. Eskiye yönelik eleştirilerden başlarını kaldırıp yeniye bakmaya henüz yeterince fırsat bulamamış görünüyorlar.

Finalde kameradan gittikçe uzaklaşarak koşan genç Janek’in havaya zıplaması ve görüntünün donması filmin kimi klişelerinin en iyi örneklerinden birini oluşturuyor ve daha farklı, daha yaratıcı bir anlayışın eksikliğini hissettiriyor. Bu “beklenen” yaklaşımlar bir yana bırakılırsa, filmin taşıdığı genç havası, yeterince iyi dengelenmiş olmasa da punk ve romantik atmosferi ve özellikle “başkalarının bedelini ödeyeceği bir özgürlük” kavramını tartışmaya açması ile ilgiyi hak ediyor. İdeallerinin peşinde koşan bir bireyin bu mücadelesinde onu sevenlerin bedel ödemesine neden olması, üzerine epey fikir yürütülebilecek bir tartışma alanı ve film açtığı bu tartışmanın çok üzerine gitmese de gündeme getirmesi ile bile ilgiyi hak ediyor.

(“All That I Love” – “Sevdiğim Her Şey”)

Funny Lady – Herbert Ross (1975)

“Arka cebine tırmanıp hep orada kalmak stiyorum”

Amerikalı şarkıcı Fanny Brice’ın hâlâ sevdiği eşinden ayrılmasının ve fırtınalı yeni ilişkisinin hikâyesi.

Barbra Streisand’ı üne kavuşturan ve sahne müzikallerinin yıldızı Fanny Brice’ın şöhrete giden yoldaki hikâyesini anlatan 1968 tarihli “Funny Girl” filminin devamı olan bu eser pek çok devam filminin kaçınamadığı akıbete sahip ve ilkinin gerisinde kalan bir çalışma olmuş ortaya çıkan. Dramatik bir hikâyesi olmasına rağmen Streisand’ınperformansı ile de etkisini artıran ama çok da çarpıcı olamayan komedi havası ve müzikleri filmi “Funny Girl” seviyesine taşıyamamış görünüyor.

Filmin tam bir başarı olamamasının temel nedenleri olarak senaryosu ve şarkıların hikâyeye yedirilme şekli görünüyor. Senaryodan Streisand ile James Caan’ın karakterleri arasındaki aşkın ortaya çıkışını ve gelişimini anlamak pek mümkün olmadığı gibi ikilinin evlilik sonrasındaki ilişkilerinin seyrini keşfetmek de pek mümkün değil. Streisand’ın ilk eşi rolündeki ve “Funny Girl” filminde de oynayan Ömer Şerif’in karakteri de hikâyede bir görünüp sonra kayboluyor ve senaryonun bir parça kopuk olan yapısının örneklerinden birini oluşturuyor. Senaryo adeta birbiri ile yeterince ilişkilendirilmemiş bağımsız sahnelerden oluşuyor gibi ve bu durum da hikâye boyunca süreklilik alanında hissedilen eksiklik duygusunun açıklaması oluyor. Bu eksikliğe paralel olarak veya aslında onun uzantısı olarak müzikal sahnelerde de bir problem var. Kostümler ve dekorların başarısı ile dikkat çeken ve Fanny Brice’ın rol aldığı müzikallerdeki şarkılarının yanında hikâyenin parçası olan şarkılar garip duruyor çünkü ilk gruptaki şarkılar bir sahne müzikali seyrettiğiniz hissini yaratırken, diğer şarkılar hikayenin parçası olduğu için konsantrasyon sorunu yaratıyor seyredende.

Streisand belki çok çarpıcı değil bu filmde ama gerek şarkıları gerek komedisi ile çizginin üzerine çıkmayı başarıyor. Zayıf bir Ömer Şerif’e karşılık, James Caan filmin asıl yıldızı olarak görünüyor. Karakterinin kaba, doğal ve ukala yanını herhangi bir abartıya ve üstelik senaryo bunu mümkün kılacak bir yapıda olmasına rağmen başvurmadan tam bir doğallık içinde canlandırıyor. Yönetmen Herbert Ross’un ilk filmin yönetmeni olan William Wyler ayarında olmadığını gösteren bir mizansen anlayışı var filmin. Örneğin bir müzikalin ilk gecesinde peş peşe yaşanan aksiliklerin sergilendiği sahne Streisand’ın ve Caan’ın tüm çabalarına rağmen bir türlü seyredeni kahkahalara boğacak bir çarpıcılığa ulaşamıyor. Benzer şekilde havuzda sergilenen müzikal sahnesi de tıpkı bir önceki örnek gibi kaçırılmış bir fırsat olarak görünüyor. Müzikal sahnelerden söz etmişken “Isn’t It Better” ve “Great Day” şarkılarının hem Streisand’ın güçlü yorumu hem de sahnelenişleri ile öne çıktığını ve kaliteli müzikal yapıları ile dikkat çektiğini belirtmek gerek.

Tüm bu eksikliklerine rağmen film yine de seyre değer kesinlikle. Senaryodaki bütünlük eksikliğini, kimi zayıf diyalogları, Herbert Ross’un zayıf yönetimini ve elbette “Funny Girl” ile kıyaslamayı bir kenara bırakırsanız, kimi güçlü şarkıları, en formunda halinde olmasa da Streisand’ın yorumculuğu, Caan’ın oyunculuğu ve o eski günlerin renklerini ve görkemlerini hatırlatan sahneleri ile müzikal sevenlerin keyif alabileceği bir film karşımızdaki. Bu keyif zaman zaman acı bir tat alsa ve hep bir eksiklik duygusu hissettirse de.

(“Komik Kadın”)

Caos Calmo – Antonello Grimaldi (2008)

“Burası kızımın okulu ve ben ona hep yakın olmak istiyorum”

Karısının ölümünden sonra küçük kızına iyice bağlanan ve yanından hiç ayrılmayan bir adamın hikâyesi.

İtalyan yazar ve gazeteci Sandro Veronesi’nin ödüllü romanından uyarlanan film bir adamın karısını kaybetmesinden sonra hayatını ve özellikle insanlarla ilişkilerini gözden geçirmesini ve bu sırada kızına karşı gösterdiği ölçüsüz düşkünlüğünü anlatmaya soyunuyor. Yönetmen Antonello Grimaldi kariyerinde parlak başarıları olmayan ve son yıllarda da sadece televizyon için çalışmalar yapan bir isim ve Veronesi’nin İtalyan edebiyatının en prestijli ödüllerinden birini kazanan romanından ortaya çıkan çalışma da orta karar bir film olmuş.

Bir ölüm ile başlayan bir değişimi anlatan bir hikâyenin bu ölümü adeta sadece anlatmak istediklerini başlatan bir araç olarak görmesi ve bu ölümün neden bu denli sakinlik ile karşılandığı (her ne kadar Valeria Golino’ya göğüslerini göstermesi için fırsat vermek amacı ile yaratılmış bir sahnede yetersiz bir şekilde açıklanmaya çalışılmış olsa da) üzerine hiçbir fikir üretmeye soyunmaması filmin en büyük handikaplarından biri olarak görünüyor. Bir başka filmde bu önemli bir eksiklik olmayabilirdi ama burada oldukça düz bir anlatımla ve klasik kalıplar içinde ele alınan bir hikâye söz konusu ve filmin havası da bunun neden eksik bırakıldığını sorgulamamızı gerektirecek kadar geleneksel. Böyle olunca da karşınızdaki hikâye bir yandan özdeşlemeye çağıran diğer yandan bunu imkânsız kılan bir içerik ile çekici olmakta zorlanıyor açıkçası. Öyle ki adamın ağladığı sahnede kendinizi onun yanında hissetmeniz mümkün değil ve soğuk ve rahatsız bir tavırla seyrediyorsunuz bu anları.

Aralarında Rufus Wainwright’in “Cigarettes & Chocolate Milk” şarkısının da bulunduğu sıkı bir soundtrack’in eşlik ettiği hikâye adamın neden okulun kapısının önünden ayrılmaz hale geldiğini değil bu süreçte yaşadıklarını anlatıyor çoğunlukla ve bu süreçte iş arkadaşlarından akrabalarına ilişki içinde bulunduğu insanlarla yaşadıkları karşımıza getiriliyor. Burada özellikle de bohem bir hayat süren kardeşinin hayatı ile adamın hayatını karşılaştırmamızı bekliyor film ama bu beklentinin arkasında ne olduğunu anlamak pek mümkün olmuyor. Özetle senaryo önemli bir şeyler anlatıyor havası yaratıyor ama hissettiğiniz daha çok bir boşluk ve bunun sonucunda da aldatılmışlık duygusu oluyor. Kahramanımızın hayalinde yaşandığı anlaşılan seks sahnesi ise yüzeysel ve kabalığı ile sadece rahatsız ediyor seyredeni. Film bir erkeğe odaklandığına göre erkeklik etrafında dönen bir hikâye seyretmemiz doğal ama bu seks sahnesi herhangi bir erkeğin gözünden olmaktan çok ergenliğe yeni girmiş bir erkeğin gözünden canlandırılınca gördüklerimizin rahatsız etmemesi de mümkün değil.

Romandan mı kaynaklanıyor yoksa filmin baş rolünü üstlenen Nanni Moretti’nin de yazılmasına katkıda bulunduğu senaryodan mı bilmiyorum ama film kahramanımızın “önceki” hayatı ile yeni keşfettiği hayatını karşılaştırırken önceki hayatından verdiği ipuçları nerede ise sadece komik ve keyifli karakterler olunca bu karşılaştırma da yetersiz kalıyor. Zaman zaman görüntüye gelen ve kimi Türk mahalle dizilerindeki sıcak, dürüst ve gönlü zengin karakterleri çağrıştıran tiplemeler de filme yeterince zenginlik katmıyor gibi görünüyor. Filmdeki rolü ile çeşitli ödüller kazanan Alessandro Gassman’ın Nanni Moretti’yi gölgede bıraktığı film tüm bu eksikliklerine karşın yine de kendisini seyrettirecek kimi özelliklere sahip. Zaman zaman takınmayı başardığı şiirsel tavrı, Gassman’ın oyunculuğu, “home office” kavramının yerine geçen “park office” kavramının çekiciliği ve bir kaybın sonrasındaki boşluğu yeterince olmasa da anlatabilmesi ile ilgi çekebilir.

(“Quiet Chaos” – “Sessiz Kaos”)