Monkey Business – Howard Hawks (1952)

“Genç olduğunu unuttuğunda, yaşlısındır”

Gençlik iksiri üzerinde çalışan bir bilim adamının, ilacı kendi üzerinde denemeye karar vermesi ile gelişen olayların hikâyesi.

Yönetmen başta “Bringing Up Baby” gibi filmlerin de arasında olduğu kimi parlak komedilerin ismi Howard Hawks, oyuncular Cary Grant, Ginger Rogers ve Marilyn Monroe, ve senaristlerin içinde de I.A.L. Diamond olunca ortaya çıkacak filmin belli bir çizginin üzerinde olacağı kesin. Bu film de tüm bu isimlerin yarattığı beklentiye uygun şekilde eğlendiriyor ve günümüzün değme sit-com’larına taş çıkartacak esprileri ve özellikle bu esprilerin zamanlamaları ile zaman zaman hayli başarılı bir çizgi çiziyor. Ne var ki film tüm esprisinin üzerine kurulduğu “ilacı içenlerin neden olduğu komedi” temasını fazlası ile tekrarlamaya ve bu nedenle sürprizini de kaybetmeye başladığında ilgiyi de yitiriyor bir parça.

Komedinin “slapstick” türünün kayda değer örneklerinden biri olan çalışmanın temel ve aslında tek sıkıntısı iksiri içenlerin yarattığı komik durumun çekiciliğine fazlası ile kapılması ve başlarda kesinlikle çok eğlendirici olan bu durumu tekrarlayarak monotonlaşmaya başlaması. Üstelik bu monotonlaşmaya rollerini canlandırırken halden hale giren Cary Grant ve Ginger Rogers’a, ve komedisi yeterince değerlendirilmemiş görünen ama kesinlikle eğlenceli bir Marilyn Monroe’ya rağmen engel olamamış filmimiz. Senaryodaki kimi espriler özellikle İngilizce’ye hâkim olanlar için içerdiği kelime oyunları ile hayli komik ve televizyonları işgal eden sit-com’ların yüzünü kızartacak kalitede. Açılıştaki “şimdi değil Cary” sahnesi ile de herhalde komedinin sinemadaki en çarpıcı giriş anlarından birini yaratıyor Howard Hawks. Ben Hecht, Charles Lederer ve I.A.L. Diamond gibi üç güçlü senaristin nefesinin de konunun basitliğini temposu hiç düşmeyen bir uzun metrajlı filme çevirmeye yetmediği söylenebilir özet olarak senaryo için.

Gençliğe dönüş ile birlikte otelde geçen ikinci balayı sahnesi veya başta Monroe’nun göründüğü hemen tüm sahneler olmak üzere kimi eğlenceli anları ile film çok daha çarpıcı bir çalışma olabilecekken senaryosunun nefesinin tıkanması ile yarım kalmış bir başarı olmuş. Günümüz sit-com’larının Amerikan sinemasının bu ve benzeri klasik örneklerine neler borçlu olduğunu hatırlamak için de iyi bir fırsat oluşturuyor film. Oyunculuklardan esprilerdeki zamanlamaya, kamera kullanımından burada uzun metraja yayılmaya zorlandığı için etkisi azalmış olsa da basit bir temadan neler çıkartılabileceğine kadar sit-comların bugün üzerine dayandığı hemen her unsurun çarpıcı örnekleri karşımıza geliyor hikâye boyunca. Kahramanımızın çalıştığı firmanın sahibini canlandıran Charles Coburn’u da ekleyerek söylersek tüm başarılı oyunculukları, keyifli esprileri ve ne olursa olsun Hollywood’un Altın Çağ’ından getirdikleri ile görülmesi gerekli bir film.

(“Tehlikeli Oyun”)

Route Irish – Ken Loach (2010)

“Sana ne yaptılar dostum, sana ne yaptılar? Elin nerede?”

Irak’ta paralı asker olarak görev yapmış eski bir özel güvenlik görevlisinin, bir arkadaşının Bağdat’ta ölümünün ardındaki gerçekleri bulmaya çabalamasının hikâyesi.

Sosyal ve politik sinemanın başarılı çağdaş isimlerinden Ken Loach’tan yine Paul Laverty’in senaryosunu yazdığı ve bu kez, günümüz dünyasındaki egemen güçlerin artık kendi orduları kadar önem verdiği ve bir çeşit taşeron ordu olarak kullandığı güvenlik şirketleri üzerine bir film. Adını Bağdat havaalanı ile şehrin güvenli bölgesi kabul edilen “Green Zone” arasındaki tehlikeli yola verilen isimden alan film Loach’ın karakteristiklerini taşımakla birlikte onun sinemasında görülmeyen ölçüde bir gerilim ve hatta aksiyon da içermesi ile dikkat çekiyor. Ek olarak, filmin konsantrasyonunu koymayı tercih ettiği alanlarda da sorunlar var gibi görünüyor.

Gençliklerinde Avustralya, Brezilya ve Hindistan gibi uzak ülkelere gezmeye gitmeyi planlayan iki adamın gittikleri yerin Bağdat olması ve oraya gezmeye değil gerekirse savaşmaya gitmiş olmasının çarpıcılığı ile başlıyor film ve arkadaşının ölümünün arkasındaki sırrı çözmeye çalışan Fergus rolündeki Mark Womack’ın güçlü oyununun büyük desteği ile kesinlikle etkileyici bir çalışmaya dönüşüyor. Laverty’nin senaryosu tartışmalı kimi noktaların dışında oldukça güçlü ve kimi (tahmin edilebilir) sürprizleri ile de çekiciliğini artırıyor. Filmi tam bir başarı olmaktan alıkoyan da bu zayıf noktaları ve pek de önemsiz değil bu noktalar. Ölen arkadaşın eşi ile romantizm filmde hayli garip duran bir yan hikâye örneğin ama senaryonun asıl eleştiriye açık yanı genel hikâyenin odaklanılan parçalarının yanlış seçilmiş olması. Bir milyona yakın insanın öldüğü Irak’ta yaşananlara odaklanan hikâyenin bir noktadan sonra nerede ise Fergus’un arkadaşının kişisel intikamının peşinde koştuğu bir içerik alması çok anlaşılabilir bir durum değil. Özel güvenlik şirketinin “şeytanlığı” kesinlikle filmin altını çizdiği bir husus değil ve ölen bir milyon insanın ülkesinde yaşayanların değil oraya giden Batılı bireylerin öne çıkması da rahatsız edici. Senaryo tek bir anında bile kendisi çirkin olan savaşı daha da çirkinleştiren özel güvenlik şirketlerini güçlü biçimde sorgulamıyor. Baş karakterimiz Fergus orada savaşmış olmayı veya orada ne aradıklarını hemen hiç sorgulamadığı gibi daha fazla para kazanabilmek için bir ara kendi güvenlik şirketini de kurmuş birisi. Orada savaşan İngilizlerin travması alttan alta hissettiriliyor ama ölen binlerce insanın yanında bu travma biraz önemsizleşiyor açıkçası. Belki son olarak filmin devletlerin artık savaşı da özelleştirebildiğini, ve ölme ve öldürme işini taşeronlara bırakabildiğini hemen hiç vurgulamamasındaki problemi de söylemek gerek.

Loach’ın filmdeki aksiyon sahneleri elbette Hollywood’un klasik tarzından çok farklı ve karakterlerin ihmal edilmediği bir biçime sahipler; seyircinin gözünü boyamak için değil hikâyeyi anlatmaya katkısı olduğu için ve karakterlerin yaşadıklarının onları nereye sürükleyebildiğini göstermek için oradalar. Filmin Fergus’u bir olumlu karakter olarak gösterme çabasında olmaması, filmin zaman zaman kişisel bir hikâyeye dönüştüğü için azalan sertliğini ve eleştirel gücünü artırarak bu durumun dengelenmesine de yardımı oluyor. Loach burada da karakterlerini Liverpool’dan seçerek ve işsizlik nedeni ile paralı asker olan karakterleri karşımıza getirerek işçi sınıfına bir selam gönderiyor ama “My Name is Joe” veya “Riff-Raff” filmlerindeki kadar güçlü bir selam değil bu. Yine de her Loach filmi sanatçının yüksek sorumluluk duygusunun ve sosyal duyarlılığının sonucu olarak kesinlikle ilgiyi hak eder ve bu da onlardan biri.

(“Tehlikeli Yol”)

Shattered Glass – Billy Ray (2003)

“Bize ardı ardına yalan hikâyeler teslim etti ve biz de tümünü gerçekmiş gibi bastık. Tek nedeni de onu eğlenceli bulmamızdı”

Ünlü “The New Republic” dergisi için çalışırken yazdığı makalelerdeki bilgilerin çoğunu kendisinin uydurduğu anlaşılan gazeteci Stephen Glass’ın hikâyesi.

Daha çok senaristliği ile tanınan Billy Ray’in ilk uzun metrajlı filmi, ”Vanity Fair” dergisinde yayınlanan bir makaleden yola çıkarak 1998 yılında yaşanan gerçek bir olayı anlatıyor. Ray kendisinin yazdığı senaryosu ile tıkır tıkır işleyen, iyi oynanmış ve anlatılmış, ve gazetecilik mesleği üzerine seyredeni düşünmeye zorlayan bir filme imza atmış. Film bunları başarırken öte yandan gazetecinin herkesin beğendiği eğlenceli üslubu üzerinden gazeteciliğin hangi yanının artık öne çıktığını da gündeme getiriyor ve dolaylı da olsa bunun neden olabileceği olumsuz sonuçları sergiliyor. Günümüz beğeni ölçülerinin yarattığı bir kahraman karşımızdaki ve hem bu kahramanın “The New Republic” gibi ciddi bir dergide yazıyor olması hem de anlaşılan onu kahraman yapan beğeni ölçülerinin bile kaldırabileceği sınırları geçmesi nedeni ile yalanının ortaya çıkması gazeteciliğin geleceği konusunda da sorular uyandırıyor seyredende.

Olayın yaşandığı tarihlerde 81 bin civarında tirajı olan, günümüzde ise yaklaşık 50 bin satan derginin tarihindeki bu kara anın hikâyesini yönetmen Billy Ray oldukça akıcı bir tempoda ve gittikçe yükselttiği bir tedirginlik ve gerilim atmosferi oluşturarak anlatıyor. Yalanları, bunları birbirinin peşi sıra dizebilmesi ve söyledikleri sorgulandığında ürettiği yeni hikayeleri ile bana Patricia Highsmith’in sinemaya da taşınan ölümsüz karakteri Ripley’i çağrıştıran gazeteci Stephen Glass kendi sözleri ile “kimin için yazdığını ve kendisinin hangi konuda yetenekli olduğunu iyi bilen” bir gazeteci ve dergide çalıştığı üç yıllık süre içinde tüm çalışma arkadaşlarını cezbeden kişiliği, kendisini herkese sevdirmesi ve elbette eğlenceli üslubu ile yalanları ortaya çıkana kadar başarısının tadını çıkarıyor. Bir hacker hakkında yazdığı ve yalanlarının ortaya çıkmasına neden olan makalesini anlattığı yazı kurulu toplantısında, film başarılı bir şekilde kahramanının cazibesinin sırlarını ortaya koyuyor. Ciddi konuları eğlenceli bir üslup ile anlatan, eğlenceli ve çekici bir insan o ve son ana kadar tüm çalışma arkadaşları tarafından da destekleniyor.

Hikâyenin baş kahramanını canlandıran Hayden Christensen belki kuşağının en iyi oyuncularından biri değil ama bu filmde hem kahramanının çocuksu çekiciliğini hem de yalanlarını sergilediği anlardaki kötücüllüğünü ikna edici biçimde seyirciye geçirmeyi başarıyor. Filmin öne çıkan ismi ise kesinlikle Peter Sarsgaard. Oyuncu canlandırdığı editörün ilk kuşkuları hissetmeye başladığı andan artık emin olduğu ana kadar olan değişimini ustalıkla canlandırıyor ve bu bağlamda Christensen’i de geride bırakıyor performansı ile. Filmde nispeten kısa bir rolde görünen Hank Azaria’nın da etkileyici olduğunu, ve Chloë Sevigny ve Melanie Lynskey’nin de filmin oyunculuk düzeyinin yukarılarda seyretmesine katkıda bulunduklarını söyleyelim. Amerikan sinemasının hikâye anlatmayı iyi bildiğini gösteren örneklerden biri olan film seyircinin önünde bir resmi yavaş yavaş netleştirirken ilgiyi hep ayakta tutmayı başarıyor ve bunu da temel olarak resmin parçalarını doğru sırada açarak yapıyor.

Okuduğumuzun kesinlikle doğru olduğuna inandığımız yıllar belki tüm dünyada artık çok geride kaldı ve örneğin bugün okuduklarımızın tam tersini düşünmemizin daha doğru olacağı bir ülkede yaşıyoruz ama yine de ve belki de tam da bu nedenle gerçekler üzerine olan film etkisini göstermeyi başarıyor ve bir yandan da rahatsız ediyor. Rahatsız ediyor çünkü insanı insan yapan çabalardan biri de gerçeğin arayışı ve bu arayışta güvenmek zorunda olduğu kanallardan birinin güvenilirliğinin nasıl kolaylıkla kaybolabileceğini görmek pek hoş bir duygu olmasa gerek. Film tüm bu parlak yanlarına karşın, Glass’ın yaptıklarının arkasındaki dürtüleri bir parça belirsiz bıraktığı için eleştirilebilir ama önemli olanın “yıldız” olmak olduğu ve nasıl anlatıldığının ne anlatıldığının çokça önüne geçtiği bir dünyada aslında pek de belirsiz değil bu dürtüler diye düşünüyorum. Filmin adındaki akıllı kelime oyununa da dikkat!

(“Asılsız Haber”)

The Social Network – David Fincher (2010)

“Hayatın boyunca kızların senden bir inek olduğun için hoşlanmadığını düşüneceksin. İnan bana yanlış bu; senden pisliğin teki olduğun için hoşlanmayacaklar”

Facebook, kurucusu Mark Zuckerberg ve Facebook’un popülerlik kazanmasından sonra gelişen olayların hikâyesi.

Daha önce “Zodiac” ile de yakın dönemin gerçek hikâyelerinden birine el atan David Fincher’dan gelen ve bu kez geçmiş denemeyecek kadar yakın tarihli olayların hikâyesini anlatan bu film muhtemelen sinema tarihinin takip ederken baş döndürecek kadar en fazla konuşmalı eserlerinden biri. Muhteşem kurgu çalışmaları ile filmde nerede ise yönetmen kadar iz bırakan Kirk Baxter ve Angus Wall’ın katkıları ile David Fincher, bu “yoğun ama akıcı” diyalog trafiğini ustalıkla filmin karakterlerine ve konu aldığı sosyal medyaya yakışır bir atmosferde yönetiyor ve ortaya ticari sinemanın kalıpları içinde kalan ama bir şekilde yine de yeni bir soluk taşıyan bir film koyuyor. Son yılların fenomeni sosyal medyayı konu alan bir film herhalde ancak böyle anlatılabilirdi.

Açılış sahnesi filmin ana karakterinden o karakterin ait olduğu nesile, sosyal medya denen olgudan bu olgunun parçası (kölesi?) olan çağdaş insana, pek çok şeyi başarı ile özetleyen bir bölüm. Bu sahnedeki Zuckerberg’in kız arkadaşı ile olan diyaloğu karşımıza zeki, şüpheci, alaycı, ukala ve konudan konuya bir anda geçiveren konuşma tarzı ile günümüzün “başarılı” girişimcilerinin tipik bir örneğini getiriyor karşımıza. Başarıya, üne, güce ve yaratmaya (ama o bildiğimiz klasik anlamdaki toplumun refahı için üretime yönelik bir yaratıcılık ile ilgisi olmayan bir yaratıcılıktan kaynaklanan bir eylem bu) adanmış beyinlerin sembolü olan bir örnek bu sahne. Bu sahneyi seyrederken, eğer bu örneklere hep kuşku, eleştiri ve korku ile yaklaşanlardan biri iseniz, kendinizi Zuckerberg’in kız arkadaşının yerine koyup karşınızdakine sıkı bir tokat atma isteği duyacağınız hislere kapılmanız mümkün. Bu sahne ve aslında sonrasında tüm bir film pek çok karakteri karşımıza getirir ve temel olarak Facebook’un ticari hakları üzerinden yürüyen bir kavganın hikâyesini anlatırken tam da konusuna uygun bir anlatım tarzı ile ilerliyor; hızlı bir kurgu, tıpkı sosyal medyada insanların kendilerini sergilediği gibi gösterişçi bir tavır, kısa ama aşırı doz bir diyalog kullanımı. Bu yeni neslin yüksek özgüveni ve hedonizme varan yaşam şeklini başarı ile sergileyen film tüm bir insanlığın geleceğini şekillendirenlerin bu insanlar olduğunu düşününce ürkütmüyor da değil açıkçası.

Ben Mezrich’in kitabından Aaron Sorkin tarafından uyarlanan senaryo başta Zuckerberg’inki olmak üzere karakterlere odaklandığı halde alışılan anlamda bir karakter incelemesine, örneğin karakterleri şekillendiren geçmişlerini deşmeye girişmiyor. Bunun da sanırım temel nedeni, her ne kadar yaşayan ve çok tanınan kişileri anlatıyor olsa da konu edinilenin bu karakterlerin kendisi değil onların sadece birer örneği olduğu yeni Internet kuşağı olması. Zuckerberg’den Napster’ın kurucusu Sean Parker’a kadar tüm karakterler bu kuşağın sadece birer örneği aslında. Film bu kuşağı kendilerinden önceki kuşağın yarattığı ve onların istedikleri ve denetleyebildikleri ölçüde girmelerine izin verdikleri “kurumları” ele geçirmek yerine kendi kurumlarını (medyalarını) yaratırken gösteriyor ve bu anlamda da ciddi bir gazetecilik örneği sergiliyor; anlatmıyor ve gösteriyor aslında. Kendi kurumlarını yaratma olgusu, bir yandan hayli devrimci ve dünyamızı değiştirme potansiyeline sahip bir olgu ve herkesin şu ya da bu şekilde sesini duyurabileceği bir medyanın yaratılmış olması etkileyici ama öte yandan bu medyanın aldığı biçim, örneğin facebook’un nerede ise “bakın ben ne mutluyum” şovuna dönüşmesi ( ki filme göre de aslında hedef bu: “istediğin kadar teşhir etme ve başkalarının teşhir ettiğini görebilme”), gittiği yer hakkında da şüpheler yaratıyor.

Filmin adına ve yukarıda belirttiğim tüm çağrıştırdıklarına rağmen sosyal medyanın kendisini değil bu medyayı yaratan karakterleri önemseyen senaryosu bu çalışmanın zayıflıklarından biri aslında. Bu, evet bir başka filmin konusu olabilir belki ama karakterlerimiz de tüm gerçekliklerine rağmen birer karakter olarak değil sadece ait oldukları kuşağın bir sembolü olarak çizildiği için bu zayıflık iyice belirgin olarak çıkıyor ortaya. Ek olarak özellikle filmin çekildiği tarihteki güncelliği nedeni ile Facebook üzerindeki sahiplik için açılan davanın hikâyenin nerede ise çekirdeğini oluşturması da kesinlikle doğru olmamış. Herhalde bu yeni dünyada, sinema sanatı açısından en öncelikli konu fikri mülkiyet hakları olmasa gerek. Yine de film son sahnesinde arkadaşlık teklifinin kabul edilip edilmeyeceğini görmek için web sayfasını sürekli olarak ve umutsuzca yeniden yükleyen Zuckerberg’in görüntüsü ile hangi kuşaktan olursak olalım ve ister başkasının yarattığı kurumlar içinde yaşayalım ister o kurumların yaratıcısı ve sahibi olalım, bir şeyin değişmediğini gösterek çarpıcı bir kapanış ile seyirciye son darbesini vuruyor: Sevilmek ve kabul görmek, tek arzumuz.

(“Sosyal Ağ”)