The Comedy of Terrors – Jacques Tourneur (1963)

“Tabuta girmemek için bu kadar direnen bir müşteri görmemiştim”

Kirasını ödemekte zorlanan bir cenaze evi sahibinin müşterilerini kendisinin “bulmaya” karar vermesi ile gelişen olayların hikâyesi.

Daha çok korku türünde yaptığı filmler ile tanınan Fransız/Amerikan yönetmen Jacques Tourneur’dan düşük bütçeli filmleri ile tanınan American International Pictures (AIP) şirketi için çektiği bir korku komedisi. Türün iki ünlü ismi Vincent Price ve Boris Karloff’un oynadığı ve Peter Lorre ve Basil Rathbone gibi iki ünlü karakter oyuncusunun da yer aldığı film korkusu oldukça az, komedisi ise birkaç sahne dışında yeterince parlak olmayan bir çalışma.

Kimi korku (komedi yanı olmayanlarından) filmlerindeki abartılı oyunu bu filmin komik yanı ile hayli uyuşan Price ve senaryo kendisini biraz ikinci plana atmış olsa da ölümsüz Karloff gibi iki ismin de yeterince canlılık katamadığı bir film karşımızdaki. Bu sonucun da özellikle senaryodan kaynaklanan kimi nedenleri var. Öncelikle korkusu hayli eksik bu filmin; şöyle yürekleri (sadece seyircinin değil hikâyedeki karakterlerin de) ağızlara getirecek nerede ise tek bir sahnesi yok. Senaryo ağırlığı komediye vermeye çalışmış görünüyor ama başka filmlerdeki parlak başarıların sahibi Richard Matheson burada süreklilik gösteremeyen ve tekrarlara düşmüş bir mizah yakalayabilmiş ancak. Filmin komedi açısından en parlak anları büstlerin domino taşı gibi devrildiği veya bir türlü ölmeyen adamın Macbeth’ten satırlar okuması gibi kendi içinde başlayıp biten ve anlık olarak nitelendirebileceğimiz komiklikler. Bahsettiğim bu ikinci sahnenin beş yıl sonra Blake Edwards’ın Peter Sellers ile “The Party” filminde yaratacağı mükemmel bir ölmeyen figüran sahnesine ilham vermiş göründüğünü söylemek mümkün ama Edwards/Sellers ikilisinin bir komedi başyapıtına dönüştürdüğü sahne burada Tourneur’ün yorgun yönetimi ve Rathbone’nun cansız oyunu ile o denli etkileyici değil.

Hikâyenin bir başka sıkıntısı da sadece 85 dakika sürüyor olmasına rağmen sarkmış görünüyor olması. Bunda da hikâyenin bu süreyi dolduracak kadar bile içeriğe sahip olmaması asıl etken olarak kendini gösteriyor. Başka AIP filmlerinde de çalışmış olan Les Baxter’ın müziği filmin diğer öğelerinden daha üst düzeyde bir katkıyı filme sağlarken, kariyerinin sonlarında olan ve o sıralarda artık daha çok televizyon için çalışan Jacques Tourneur’un filmi seyirciyi kendine çekecek cazibeyi yaratamamış görünüyor. Yine de kimi “slapstick” öğeleri, Price’ın karısını veya yardımcısını aşağıladığı bölümleri ve yine Price’ın filme yakışan şeytani ve sinsi gülüşünü yüzüne yerleştirdiği anları ile çekici yanları da olan bir film. Kaldı ki yukarıda sıraladığım isimlerin varlığı bile bir sinemasever için yeterli olmalı. Bunun üzerine kimi parlak anlarını da koyarsanız film görülmeyi hak ediyor denebilir yine de.

(“Dehşet Güldürüsü”)

Choking Man – Steve Barron (2006)

“Anlamsız ve yalnız bir hayatın, hastalıklı bir utangaçlığın var. Yalnızsın. Boğuluyorsun”

New York Queens bölgesinde yaşayan ve sosyal fobisi olan Ekvatorlu bir bulaşıkçının hikâyesi.

İrlandalı yönetmen Steve Barron’dan bağımsız bir film. Aralarında Michael Jackson (“Billie Jean), David Bowie (“Underground”) ve Culture Club (“It’s a Miracle”) gibi isimlerin de olduğu pek çok sanatçı için çektiği klipler ile tanınan, sinemada ise popüler sularda gezinen filmleri (“Coneheads”, “Teenage Mutant Ninja Turtles” vb.) ile bilinen yönetmenden hayli ayrıksı bir film. Barron’ın Norveçli grup A-ha’nın “Take on Me” şarkısı için çektiği videoyu hatırlatan bir şekilde çizgi filme de başvurduğu ve hikâyesinde bir restorana ve orada çalışan kadın(lar)a da yer verdiği filmi oldukça karanlık atmosferi ile her ruha uygun değil. Baş karakterin sosyal fobisini filmin havasına nerede ise birebir yansıtan Barron bu açıdan seyri zor ama ilginç bir eser çıkarmış ortaya.

Hikâye boyunca en uzunu iki üç kelime içeren birkaç cümle dışında hiç konuşmayan baş karakterimiz yalnızlık kelimesinin somutlaşmış hali adeta. Hayali gibi görünen bir oda arkadaşı biçimini almış iç sesi ile sohbet ettiği evinde ve kimse ile göz göze gelmemeye çalıştığı restoranda ne kadar zor bir hayat yaşadığını ve iletişim korkusunun ve mutsuzluğun nasıl da hayatının ayrılmaz bir parçası olduğunu sık sık karşımıza getiren hikaye, restoranın mutfağında belediye kararları doğrultusunda asılması zorunlu olan ve yemek sırasında boğulan bir adamın nasıl kurtarılması gerektiğini anlatan afiş üzerinden ilerliyor aslında. Barron kendi yazdığı orijinal senaryoda kahramanımızı başta ağırlıklı olarak afişteki boğulan adam figürü üzerinden anlatırken, finalde onu boğulmakta olanı kurtarana dönüştürerek hayli karanlık filminde bir aydınlık alan açarak tamamlıyor filmini. Restorandaki diğer çalışanlar ne kadar dışa dönük ise, özellikle kahramanımızın aşık olduğu Çinli kız ve kendisini fobisi nedeni ile sürekli aşağılayan genç adam sürekli konuşuyor film boyunca, baş karakterimiz o kadar içine kapalı. Barron hikâye boyunca adamın ruh halini etkileyici ama zaman zaman tekrara kaçması ile de yoran sahneler ile anlatıyor. Bu sahnelerin çoğunda kamera hayli yakın plan çalışıyor ve gözlerini yerden kaldıramayan karakterin hissini aynen geçiriyor seyredene.

Nico Muhly imzalı müziğin atmosferine hayli katkıda bulunduğu filmde baş roldeki Octavio Gómez Berríos karakterinin ruhuna bürünmüş adeta ve film bittikten sonra bile yüzündeki korku ve yalnızlığı unutmamanızı sağlayacak bir performans sergiliyor. Diğer oyuncular da filmin bağımsız havasına uygun bir şekilde doğal ve sade oyuncukları ile filme katkı sağlıyorlar. Hikâyenin alışılan anlamda bir akışının olmaması filmi zayıflatıyor ama hissetmeye başladığı aşk ile bir değişim zorunluluğunun eşinde olduğunu anlayan adamın dramını başarı ile anlattığını söylemek gerek. Daha önceki filmlerinde çoğunlukla “insan” olmayan kahramanları (bir PC, Ninja Kaplumbağalar, Pinokyo veya fareye dönüşen bir adam) olan hikâyeleri anlatan yönetmen bu kez insanı koymuş odağına ama ele aldığı karakterler de hayattaki savrulmuşlukları, yalnızlıkları ve korkuları ile pek de sıradan karakterler değil doğrusu. Yoksa tam tersi tam da bu nedenle sıradanlar mı acaba?

Evet hikâye zayıf ama Barron çalışan alt kesimlerin yaşadığı mekanlardan ve bu mekanların orada yaşayan insanların ruhunda yarattığı tedirginlik ve yalnızlıklardan karşımıza getirdiği görüntüler ile ilgiyi hak ediyor. Kahramanımızın evindeki korku ve öfke halleri ile finaldeki boğulan müşteriye yardım etme gibi sahneler bu hak etme durumunu desteklerken, film bu varoşlar hikâyesini keşke daha güçlü bir senaryo ile anlatsaymış diye de düşünüyorsunuz.

(“Boğulan Adam”)

Cartouches Gauloises – Mehdi Charef (2007)

“Öğretmenleriniz Paris’e geri döndü. Nedenini biliyor musunuz? Geceleri dağlardan inen isyancılardan korkuyorlardı ve bombalardan”

Bir çocuğun gözünden Cezayir’in 1962 Temmuz ayında bağımsızlığına kavuşmasından hemen önce yaşananların hikâyesi.

1985’de çektiği ilk filmi “Le Thé au Harem d’Archimède – Arşimet’in Hareminde Çay” ile beğeni toplayan Cezayirli yönetmen Mehdi Charef’in kendi çocukluk anılarına dayanarak yazdığı orijinal senaryosundan çektiği film bir ulusun bağımsızlığına kavuşmasından hemen öncesinde yaşananları asıl olarak bir Cezayirli çocuğun gözünden aktarırken filmdeki diğer Cezayirli ve Fransız çocukları da katarak olan bitene karakterlerinin yaşını hatırlatırcasına biraz naif ve “masum” bir göz ile bakıyor. Film sinemasal bir bütünlük gösteremese de yönetmeni ve ülkesi için bu kadar kişisel olan bir konuya tarafsız bir gözle bakabilmesi ile dikkat çekiyor.

Cezayir’in 1954-1962 arasında süren ve yüz binlerce insanın ölümü ile sonuçlanan bağımsızlık mücadelesinin zaferle sonuçlanmasının hemen öncesindeki günleri anlatan filmin belki de en ilginç yanı tam bir tarafsızlık içinde “evleri” için mücadele eden her iki taraftan insanları karşımıza getirmesi. Cezayirliler evlerini geri isterken, sömürge dönemi boyunca ülkeye yerleşmiş ve Cezayir’i evi olarak benimsemiş Fransızlar burayı terk etmek zorunda kalmalarının mutsuzluğunu yaşıyorlar. Bu mutsuzluk elbette sadece ülkeden ayrılmak zorunda kalmalarından değil aynı zamanda gidecekleri Fransa’yı kendi asıl vatanları olarak görmüyor olmalarından kaynaklanıyor. Filmin tümüne hâkim olan ve temel olarak yeterince güçlü bir sinemasal ses çıkaramamasına neden olan naif yaklaşımın bir örneği olarak Fransız çocuklardan birinin dediği gibi: “Orada hiç arkadaşım yok”. Senaryo yaşanan yeri vatan ile özdeşleştiren yaklaşımı ile bağımsızlık mücadelesinin savaşçılarına hangi duygular ile yaklaşıyorsa, örneğin ülkeyi terk etmek zorunda olan Fransız istasyon şefinin hüznüne veya yaşlı Fransız yahudi kadının direncine de aynı duygular ile yaklaşıyor; ülkelerin politikaları altında hayatları savrulan küçük insanlara duyulan sempati temel olarak bu duygu.

İsyana katılan babanın uyurken veda ettiği çocuğun finalde tüm enerjisi ve coşkusu ile, geri dönen babasına doğru koşmasını ülkesinin de ayağa kalkmasının bir sembolü olarak kullanan filmin senaryosundan kaynaklanan bir problemi var. Charef hikâyesini anlatırken daha çok hatırladığı kimi küçük anları peş peşe sıralıyor gibi. Böyle olunca da film duygusal açıdan veya gerilim yaratmak bağlamında bir süreklilik hissi yaratamıyor seyredende. Çocuklar, hem Fransız hem Cezayirli olanlar, arasında bir sevimli ve masum çekişme veya kimi zaman da espri konusu olan savaşın hikâyesini Charef aralarındaki futbol maçları veya diğer oyunlar, sinemada seyredilen bir film, geri planda duyulan ve aralarında Salvatore Adamo’nun da bulunduğu Fransız şarkıcıların seslendirdiği 60’ların şarkıları ve Arap motifleri taşıyan sıkı bir orijinal müzik eşliğinde anlatırken, bu küçük anılar derlemesi diye özetlenebilecek tercihi ile kendi filmine zarar vermiş açıkçası. Karşılıklı işlenen cinayetler, yavaş yavaş ülkeyi terk eden Fransızların hüznü, çocukların tanık oldukları katliamlar karşısında sessiz bir kabullenmişlik ile hayatlarındaki masumiyeti korumaya çalışmaları bu “anı bazlı” yaklaşımda kaybolup gidiyorlar açıkçası. Adeta Charef aldığı küçük notların her birini tek tek filme çekmiş gibi görünüyor bu hali ile.

Tümü amatör olan oyunculardan başroldeki Cezayirli çocuğu canlandıran Mohamed Faouzi Ali Cherif filmin tüm yükünü sırtlanan isim olmuş. Doğal ve basit oyunu ile de çoğunlukla bu yükün ardından rahatlıkla kalkmış görünüyor. Anlamayan ama kanıksamış gözleri ile olan biteni izlerken, bize çocukluğun masumiyetinin her koşul altında sürebileceğini de kanıtlıyor sanki. Direnenler, hainler, kazananlar, kaybedenler filmde peş peşe karşımıza gelirken Charef hikâyesine dramatik açıdan yüksek noktalar sağlayamamasının da sıkıntısını yaşıyor ve yaşatıyor. Fransızca orijinal adının hem ünlü Fransız sigarasına hem de Fransız silahlarından çıkan kurşunlara referans verdiğini ve bu sigara markasının bir dönemler Fransız vatanseverliğinin sembollerinden biri olmasının filmin “ev/vatan” kavramına değinmeleri ile uyumlu olduğunu da söyleyelim. Bugünün pek çok yönetmeni çocukluklarına döndükleri hikayelerde “sinema günlerine de” yer verirler. Burada da Charef, Luis Buñuel’in “Los Olvidados – Unutulmuşlar” filmini çocuk kahramanının en sevdiği film yaparak bu büyük ustaya da bir selam gönderiyor.

(“Summer of ’62” – “62 Yazı”)

F.I.S.T. – Norman Jewison (1978)

“Cevabımız hayır Bay Kovak. İşçilere sigorta yapmayacağız, fazla mesailerini ödemeyeceğiz, maaşlarına zam yapmayacağız”

1930’lu yılların ABD’sinde katıldığı sendika faaliyetleri ile örgüt içinde hızla yükselen ve güç odağına dönüşen bir işçinin hikâyesi.

Norman Jewison’dan ”epik” bir hikâye. Konu sendikal faaliyetler ve bu hareketteki yozlaşmalar olunca ama baş rolde Sylvester Stallone yer alınca ne kadar epik olunabilirse o kadar olabilmiş bir film. Başta “Basic Instinct” olmak üzere popüler filmlerin senaristliği ile tanınan Joe Eszterhas’ın hikâyesinden Eszterhas ve Stallone tarafından yazılan senaryo büyük bir ticari başarı kazanan “Rocky” filminden sonra Stallone’nin çevirdiği ilk film. Nispeten ilginç bir hikâye olarak başlayan film ikinci yarısında hız ve cazibe kaybına uğruyor ve Jewison adına da pek parlak bir sonuç üretemiyor.

Amerikan sendika hareketinin suça bulaşmış ünlü liderlerinden Jimmy Hoffa’nın karakterinden esinlenerek yaratılan ve Stallone’nin canlandırdığı Kovak karakterinin sıradan bir işçi olarak başlayan ve ülkenin en güçlü sendikalarından birinin liderliğine uzanan hayatına odaklanan film bir adamın yükselişi ve çöküşünün hikâyesi olarak özetlenebilir kısaca. Filmimiz yükseliş döneminde kimi tespitleri ve yaratmayı başardığı çekiciliği ile sinemasal açıdan heyecan veriyor zaman zaman ama hikâyenin otuz yıl sonrasını anlattığı çöküş bölümü en hafif kelime ile hayli sıradanlaşıyor ve nerede ise filmi iki ayrı yönetmen çekmiş dedirtecek bir farklılık gösteriyor. İşverenlerin sonuna kadar sömürdüğü ve acımasız çalışma koşullarını dayattığı kamyoncuların şirketler karşısında inanılmaz bir güç kazanmasını sağlayan ama bunu başarırken filme göre kaçınılmaz bir şekilde mafya ile de bağlantılara girişen Kovak karakteri Stallone’nin elinde sinemanın bugün hala unutulmayan o epik karakterlerinden birine dönüşemiyor ne yazık ki. Ağladığı ama pek de beceremediği sahne gibi kimi hiç olmamış sahneler bir yana Stallone özellikle topluluklara hitap ettiği sahnelerde de aksıyor ve bir epik karakter yaratmaya yeterli olmadığının ve olamayacağının altını çiziyor sürekli olarak. Bu da filme zarar veriyor ve örneğin çöküş bölümünün yetersiz görünmesinin nedenlerinden biri de o oluyor.

F.I.S.T (Federation of Interstate Truckers) adı kelime olarak sendikanın faaliyetleri ile uyumlu bir anlama sahip olması (“Yumruk”) ile tam Bir Amerikalı tercih elbette. Gerekirse zorlayarak kısaltmaların da bir kelime olarak anlamlı olmasını sağlar Amerikan yaklaşımı. Stallone ve arkadaşlarının önce yasal bir çerçevede başladıkları ve yumruklarını da kullanmak zorunda kaldıkları mücadelelerinde yasanın onlardan yana olmadığını görünce destek için başvurdukları mafyavari örgüt onların hem başarısının hem sonunun hazırlayıcısı oluyor. Başarının hazırlayıcısı çünkü filmde bir ara görüntüye gelen gökdelende faaliyet gösteren ve üç milyon üyesi olan koca bir imparatorluğa dönüşüyor sendika bu destekten aldığı güçle ve sonun hazırlayıcısı çünkü suç örgütleri ile bir kez temas kurulup ilk taviz verildikten sonra gerisi gelecektir elbette. Baştaki ideal sendikacının sonradan dönüştüğü hal de işte bu sonun tipik bir örneği olarak yer alıyor filmde. Şiddet uygulanan taraftan şiddet uygulayan tarafa dönüşmek, grev kırıcılarına karşı mücadele etmekten grev kırıcılığına geçiş yapmak veya sendika üyelerine daha cazip geleceği için yüksek zam oranı karşılığında grev hakkından vazgeçmek bu sürecin doğal sonuçları oluyor filmde.

Gerek senato soruşturması gerekse düğün sahnesi ile film “Baba” türü bir epiğe dönüşmeye çalışsa da Stallone ne bir Brando ne de Pacino. Böyle olunca da bu sahneler hedeflendiği güce sahip olamıyorlar. Filmin ikinci yarısında Jewison’ın yorgun görünen sıradan anlatımı da buna ekleiyor ve film zaman zaman sıkıcı bir hal bile alıyor açıkçası. 1960’lı yıllarda geçen bu bölümde karakterlerin 30 yaş sonrasını göstermeyi hedefleyen makyaj çok fazla sırıtmasa da ilginç bir şekilde Stallone şakaklara atılan bir parça beyaz dışında hiç değişmemiş gibi görünüyor ve bu da inandırıclığı azaltıyor. 145 dakika gibi hayli uzun süresi boyunca karakterleri ve aralarındaki ilişkileri detaylandıramaması ile de dikkat çeken filmin tüm kadın karakterleri ikinci planda tutan erkek egemen anlayışını da atlamamak gerek. İlk yarısında yoksul işçileri öne çıkaran ama bunda da yetersiz kalan film, değinir gibi yaptığı karakterlerinin etnik kökenlerini de unutup gidiyor sonrasında ve bir süs, üstelik popüler bağlamda bile doğru kullanılamamış bir süs olarak kalıyor hikâyenin bu yanı. Senaryonun ellerle de bir derdi olsa gerek; sendikanın adı yumruk, mafya liderinin manikürleri bir diyaloğun konusu oluyor, sıkılan bir elden sonra iğrenme ile el temizleniyor ve Stallone her konuşmasında koca ellerini topluluğa sallayıp duruyor vs. Olmamış bu epik deneme belki ilk yarısı için izlenebilir ama fazla bir beklenti taşımamalı bu izleme.

(“Kamyoncu”)