Compliance – Craig Zobel (2012)

“Bunun bir an önce bitmesini istiyorsan, yanındakinin seni çıplak aramasına izin vereceksin. Tekrarlıyorum, ya hapse gireceksin ya da yanındaki adamın seni çıplak aramasına izin vereceksin”

Bir fast food restoranının yöneticisini telefonla arayan bir adamın çalışanlardan birinin hırsızlık yaptığını söylemesi ile gelişen olayların hikâyesi.

Amerikalı sinemacı Craig Zobel bu ikinci sinema filminin hem senaryosunu yazmış hem de yönetmenliğini üstlenmiş. ABD’de yaşanan gerçek olaylara dayanan film “rahatsız edici” bir çalışma ve tanık olduğunuz trajik olayların gerçekliği ve insanların herhangi bir otorite karşısındaki koşulsuz teslimiyetlerinin nelere neden olabileceğini göstermesi ile sadece seyrederken değil bittikten sonra da bu rahatsız ediciliğini koruyor.

ABD’de 2004 yılında yaşanan ama benzerlerinin yetmişten fazla kez tekrarlandığı bilinen hikâyemiz polis olduğunu söyleyen bir kişinin restoran yöneticisini arayarak çalışanlarından birinin bir müşterinin parasını çaldığını, kendileri gelene kadar onu tutmalarını ve bu arada parayı bulmak için onu soyarak aramalarını söylemesi ile başlıyor. Gerek yönetici kadının gerekse olaya karışan diğer çalışanların akıl tutulması ile gelişen olaylarda yaşananlar seyrederken ağzınızın açık kalacağı boyutta. Arayan kişinin kimliğini filmin ilk yarısında açıkça söylüyor senaryo ki bunu hem bir zayıflık hem de doğru bir tercih olarak algılamak mümkün. Zayıflık çünkü kendinizi “aptal” restoran çalışanlarından soyutlayarak olayın dehşetinden çok başta yönetici olmak üzere hemen tüm personelin saflığına yoğunlaşma riskiniz var. Öte yandan doğru bir tercih çünkü yumruğu sonda atmak yerine tüm ikinci yarısı boyunca sürekli dokunuşlarla seyirciyi sarsıyor bu durum. Sıradan insanların herhangi bir otorite karşısından koşulsuz bir şekilde boyun eğmelerini ve korkudan/saygıdan/güce tapmaktan kendilerinden istenileni yapmalarını hayli sarsıcı bir hikâye eşliğinde anlatan filmin çok büyük bir kısmı tek bir mekanda ve nerede ise gerçek zamanlı yaşanıyor ve yönetmenin kurgusal değil belgesel bir yaklaşım göstermesi bu sarsıcılığın boyutunu artırıyor açıkçası.

ABD dışında herhangi bir yerde bu ve benzeri olaylar bu kadar sık yaşanabilir mi bilmiyorum ama burada aklıma 1986 yılında Ferhan Şensoy ve oyuncu arkadaşlarının İstanbul’daki İstiklal Caddesi’nde o sırada sahneledikleri oyunun kostümleri olan Nazi üniformaları ile insanları yoldan çevirip kimlik sormalarını ve büyük bir çoğunluğun tereddütsüz kimliklerini gösterip sorulan sorulara cevap verme telaşına kapılmalarını hatırlattı. Toplumları kolayca yönetmenin en sonuç verici aracı olan otoriterlik işte bu filmde de hayli işe yarıyor ve sadece iki kişi kapıldıkları kuşkular sonucunda (veya belki bundan da çok, kendilerinden yapmaları istenen şeylerden duydukları rahatsızlığın ağır basması nedeni ile) bu trajik hikâyenin parçası olmuyorlar. Zobel’in senaryosu ve özellikle diyalogları hayli ekonomik ve en ufak bir fazlalık barındırmaması ile dikkat çekiyor. Çoğunlukla el kamerası ile çekilen filmin gerçekçiliğine ve dolayısı ile rahatsız ediciliğine katkıda bulunuyor bu tercihler elbette. Senaryonun karakterlerinin davranışlarının arkasında, yeterince vurgulamadan da olsa, işsizlik korkusu, eğitimsizlik gibi unsurların varlığının da önemli olduğunu söylemesi de yine Zobel’in hanesine yazılması gereken bir artı puan.

Gelişmelerin cinsel istismara kadar uzanmasını ve suçlanan kadın çalışanın hikâye boyunca çoğunlukla çıplak vücudu üzerine giydiği bir önlük ile görünmek durumunda kalmasını bir başka film rahatça cinsel sömürüye dönüştürebilirmiş beyaz perdede ama Zobel bundan da ustalıkla sakınmayı başarıyor. Özellikle 11 Eylül olaylarından sonra güvenlik paranoyaları zirvesine çıkan bir toplumun kodlarına gayet uygun bir hikâye karşımıza getirilen ve anlatılan olay 2004’te yaşanmış olsa da Amerikan toplumunun kendi yarattığı düşmanlar nedeni ile ezeli ve ebedi olan bu paranoyasının da bir başka tema içinde anlatılan karşılığı bu hikâye diye düşünüyorum. Müziği, geniş açıdan yakın çekimlere kadar farklı teknikleri doğru anlarda kullanan görüntüleri, restoran yöneticisi rolündeki Ann Dowd’un oyunculuğu ve zaman zaman restorandan detayları (patatesler için hazırlanan kızarmakta olan yağ gibi) sahnelerin arasına ustalıkla yediren kurgusu ile de önemli bir film özet olarak.

(“İtaat”)

Présumé Coupable – Vincent Garenq (2011)

“Sorun imajınızın kirlenmiş olması. Buradan aklanarak çıksanız bile, işinize dönmeniz mümkün değil. Bence başka bir ülkeye yerleşmelisiniz”

Eşi ile birlikte küçük çocuklara tecavüz etmekle suçlanan bir adamın masumiyetini ispatlamaya çalışmasının hikâyesi.

Sinemaya geçmeden önce daha çok televizyon için çektiği belgeseller ile tanınan Fransız yönetmen Vincent Garenq’in bu ikinci sinema filmi yakın tarihli gerçek bir olayı anlatan bir kitaptan senaryolaştırılarak çekilen bir hikâye. Olayın gerçek kahramanının tuttuğu günlüklere dayanan film, en büyük suçlardan birini işlemekle itham edilmiş bir insanın hissettikleri ve belki ondan da fazla adalet mekanizmalarının insanları nasıl kolayca harcayabileceği üzerine ve sık sık hayli etkleyici anlara sahip olan ama bir bütün olarak gerçek bir sinema eseri olmayı tam anlamı ile başaramayan bir çalışma.

Bir gece yarısı evi basılan ve ailesi bile birlikte polis terörüne maruz kalan adamın toplumun kendisine yönelttiği suçlayıcı ve aşağılayıcı bakışların sonucu olarak yavaş yavaş hayatının tüm kontrolünü nasıl kaybettiğini kimi hayli etkileyici olan sahneler eşliğinde anlatıyor filmimiz. Baş roldeki Philippe Torreton’un çarpıcı bir performans sunduğu ve karakterinin şaşkınlık, öfke ve umutsuzluk duyguları arasında gidip gelen ruh halini etkisi üzerinize sinecek bir şekilde seyirciye yansıtmayı başardığı film günümüz Türkiye’si için de hayli özdeşleşmeye imkân verecek bir hikâyeye sahip aslında. Yargısız suçlamalardan yalan tanıklıklara, karşısındakine bir insan olarak değil sadece bir mekanizmanın herhangi bir unsuru olarak ve duygusallığı hiç katmadan ama analitik olmayı da hiç berecemeden bakan yargıçlardan evinizde bulunabilecek sıradan ve size özel bir nesnenin güvenlik güçleri tarafından nasıl kolaylıkla bir delile dönüştürülebileceğine kadar, hikâye adına adalet denen mekanizmanın tüm yozlaşmış parçalarını birer birer karşımıza getiriyor. Filmin temel sorunlarından biri de tam da burada aslında. Senaryonun dayandığı günlüklerdekileri kronolojik ve gerçekten birer birer karşımıza getiren bir yapısı var filmin ve bu da hikâyenin akıcılığına zarar veriyor bir parça. Üç yıl boyunca masum olduğunu haykıran adamın defalarca tekrarladığı intihar girişimleri örneğin, bu havada karşımıza getirilince hayatın gerçekliklerinin sinemasal gerçeklikler ile her zaman örtüşmediğini ve sinemanın bu gerçekçiliği yeniden “yaratması” gerektiğini düşünüyorsunuz.

Filmin bir başka problemi de –doğal olarak- baş karaktere odaklanması ve aynı haksız suçlama ile karşı karşıya kalan aralarında eşinin de olduğu diğer ondan fazla masum insanın hikâyesinin arada kaybolup gitmesi. Böyle olunca özellikle de sondaki gerçeklerin ortaya döküldüğü mahkeme sahnesinde, bu diğer karakterler için bir şey hissedemediğiniz gibi onlara ayrılan kısacık anlar da oldukça sakil duruyor açıkçası. Evet hikâye gerçek ve kahramanımız gibi diğer karakterler de büyük bir haksızlığın pençesinde uzun bir süre acı çekmişler ama yukarıda yazdığım gibi sinemasal gerçeklik başka bir şey ve bu gerçeklik kahramanımız dışındakiler için oluşturulamayınca bir yetersizlik duygusuna kapılıyorsunuz ister istemez. Bu kusurları bir yana film seyirciye geçirmeyi başardığı çaresizlik duygusu ile bile kesinlikle ilgiyi hak ediyor. Buna olayın gerçek olmasını, Philippe Torreton’un çarpıcı performansını ve belki de hepsinden önemlisi adına adalet denen mekanizmanın sıradan insanları nasıl kolayca öğütüp bir kenara atabileceğini göstermesini de ekleyince bu ilginin boşa gitmeyeceğine emin olabilirsiniz.

(“Guilty” – “Yargısız”)

Marty – Delbert Mann (1955)

“Sen sevmedin onu, annem de sevmedi. O çirkin, ben şişmanım. Tek bildiğim dün gece onunla çok iyi vakit geçirdiğim ve bu gece de öyle olacak. Eğer yeterince iyi vakit geçirirsek, ona diz çöküp evlenme teklif edeceğim”

İki yalnız insanın yıllardır aradıkları aşkı bulmalarının hikâyesi.

1950’li yıllarda televizyonun toplumun hayatına iyice girmeye başlaması ile sinemanın etkilenmeye başladığı bu yeni medyadan esinlendiği ilk örneklerden biri. Üstelik burada esinlenmenin ötesine geçilmiş ve televizyon kökenli yönetmen Delbert Mann 1953’te çekilen aynı adlı televizyon filmini sinemaya uyarlamış. Senarist Paddy Chayefsky televizyon için yazdığı metni sinema için yeniden uyarlarken Hollywood’un o güne kadar pek uğramadığı bir alanı, sıradan insanların gerçekçi bir bakışla seyircinin karşısına getirilmesini, beyazperdeye taşıyor. 1955’te hem Oscar’larda hem de Cannes’da en iyi film seçilen bu hikâyeyi karakterlerinin gerçekçiliği yanında, başroldeki Ernest Borgine taşıyor ağırlıklı olarak ve belki bugün o yıllardaki kadar etkileyici görünmeyip bir parça eskimiş gibi dursa da yine de ilgiyi hak eden sıcak bir sinema eseri olmayı başarıyor.

Tipik bir anaerkil İtalyan ailesinin sayıları çok ve tümü evli kardeşlere sahip ve kasap olarak çalışan bir adamla, etrafına göre evlenme yaşı çoktan geçmiş öğretmen kadının bu hikâyesi bugünün seyircisine gereğinden fazla yalın ve hatta sıradan bile görünebilir açıkçası. Filmin 1955’de bu denli beğenilmesinin temel nedeni girişte de belirttiğim gibi özellikle Amerikan sineması için çok çarpıcı bir yeniliğe sahip olmasıydı. Zengin insanlar, kahramanlar veya büyük hikâyeler yoktu filmde; tam tersine sinema seyircisinin kendisini rahatlıkla özdeşleştirebileceği iki sıradan karakterin hem kendilerinin içlerinde derinden hisssettikleri yalnızlıklarını hem de etraflarının sürekli kurduğu baskı nedeni ile unutamadıkları bekârlıklarından dolayı hissettiklerini aktaran hikâye, Chayefsky’nin benzersiz bir yalınlık ve doğallık içeren olay kurgusu ve diyalogları ile ilgi çekiyor öncelikle. Açılış sahnesindeki kasaptaki müşterilerin adama ne zaman evleneceği hakkındaki soruları veya annesinin ve teyzesinin onun evlenmesi durumunda annenin yalnız kalacağı konusundaki konuşmaları örneğin, bugün belki Amerikan toplumu için değil ama bizimki gibi toplumlar için hayli yakın gelecektir seyredene. Adamın kendisi gibi bekâr arkadaşları ile bir Cumartesi gecesi ne yapacaklarını tartıştıkları sahne ise bu açıdan tam bir başarı örneği. Bir yandan erkek erkeğe takılmanın “özgürlüğü” bir yandan da bir şeylerin eksik kaldığı duygusunu içlerinden atamadan ve hep aynı şeyleri yapıp aynı şeyleri konuştuklarını fark etmeden kapıldıkları sıkılmışlık duygusu ile bu erkek grubunun ruh halini çok etkileyici bir şekilde sergiliyor burada yönetmen Mann. Filmin hayli etkileyici bir başka sahnesi ise tüm bekar erkek ve kadınların birileri ile tanışmak için geldikleri dans salonunda geçen bölüm. Tüm yalnız karakterlerin umutl, beğeni veya hayal kırıklığı ile etraflarına bakındıkları salon iki karakterimizin de karşılaştıkları yer oluyor. Beğenmenin ama ret edilmenin yıpratıcı duygusunu küçük yan hikâyeleri ile seyirciye geçiren bu bölüm karakterlerimizin “yalnızlıklarının” en azından onlar için ne kadar önemli olduğunu da gösteriyor ve bu küçük hikâyede onların yanında yer almamızı sağlıyor.

Hollywood’un alıştırdığının aksine, aşkın taraflarını çekici fiziksel özellikleri olmayan iki karakter olarak seçmesi ile önemli olan hikayede yönetmen Mann pek çok sahneyi yine klasik yaklaşımın tersine tek planlık çekimlerle oluşturmuş ve böylece örneğin balo sahnesindeki ilk dans ve beraber yenen ilk yemekte etkileyici bir sonuç elde etmiş. Bu başarıda Ernest Borgnine elbette en büyük paylardan birine sahip. Bu iyi yürekli ama eşini yıllarca aramasına rağmen bir türlü bulamamış adamı keyif verici bir biçimde oynuyor ve annesi ile tartıştıkları bir sahnede veya ilk randevudaki bir türlü hakim olamadığı enerjisi ile sürekli konuşup dururken bize seyir zevki açısından hayli keyifli anlar sunuyor. Kadını oynayan Betsy Blair de karakterinin özellikle tedirginliğini ve yeni bir kötü sonuca kendini hazır tutmaya çalışmasını hayli ikna edici kılarak Borgnine’a uyumlu bir şekilde eşlik ediyor. Tüm yan karakterlerin de, başta anne rolündeki Esther Minciotti ve adamın arkadaşı Angie rolündeki Joe Mantell olmak üzere, başarılı bir takım oyunu sergilediğini belirtelim.

Roy Webb’in hikâyeye yakışan müziği ve Oscar ödüllü Joseph LaShelle’in yalın ve oyunların peşinde koşmayan siyah beyaz görüntüleri de filme katkıda bulunmuşlar. Finalinin içeriği ile değil ama sanki yarım kalmış havası ile biraz yadırgattığı film yarım asırdan uzun bir zaman sonra bugün, evet kesinlikle bir parça eskimiş dursa da kendisini ilgi ile seyrettiren bir klasik film özet olarak.

Five Easy Pieces – Bob Rafelson (1970)

“Sık sık yer değiştiriyorum; bir şey aradığımdan değil, kalırsam kötüye gidecek şeylerden uzak duruyorum sadece”

Tüm ailesi müzisyen ve kendisi de piyanist olan bir adamın bu üst sınıf hayatı geride bırakarak yaşadıklarının hikâyesi.

Hem yönetmeni Bob Rafelson hem de baş oyuncusu Jack Nicholson için sinema kariyerlerinde ilk ciddi çıkışı sağlayan klasik. 1970’lerin liberal ve özgürlükçü hareketlerin hızla yaygınlaştığı ABD’sinden bir ret ve amaçsız bir arayış daha doğrusu amaçsız bir hayat hikâyesi olan film Amerikan sinemasının kalıcı etkisi olan eserlerinden biri ve Nicholson ve Karen Black’in oyunları ile bugün önemini korumayı başarıyor. Filmin, içinde bulunduğu hayatı/düzeni ret eden ama yerine daha anlamı bir seçenek de koyamayan öfkeli gençleri (günümüzün ekonomik krizindeki “öfkeliler” gruplarına ne çok benziyor) beyaz perdeye taşımak gibi bir önemi de var üstelik.

Filmin kaçış içindeki karakterini canlandıran Nicholson’ın oyununa değinmek gerekiyor öncelikle. Özellikle ilk sahnelerde sanatçının nerede ise abartılı denecek bir oyunu var gibi görünüyor ama hikâye ilerledikçe ve kahramanımızın evine geçici olarak döndüğü sahnelerde çok daha sakin ve nerede ise öfke ile hüznün karışımı olan oyununu görünce başlardaki bu gösterişli yaklaşımın nedenini de anlıyorsunuz. Nicholson ilk bölümlerde aslında karakterinin üzerine yapay olarak geçirdiği ve kaçışının doğal bir sonucu olarak farklı bir kişiliğe ait olan hayatı oynuyor ve kendisine ait olmayan bir hayatı süren ama kendisine ait olanını da bilmeyen karakterini tam da bu nedenle elle tutulur kılıyor. Oyunculuğun bu tartışmasız usta ismi dünya ile iletişimi kalmamış görünen babasına hissettiklerini anlattığı ve bir kısmını kendisinin yazdığı sözleri sarfettiği sahne ve diğer pek çok başka sahnede tam anlamı ile döktürüyor; arabasının içindeki öfke nöbeti örneğin tam bir oyunculuk gösterisi kesinlikle. Kendisine eşlik eden ve aptal sarışın rolünün içine tam anlamı ile girmiş olan Karen Black de saf ve seksi karakterini oynarken sıkı bir takdiri hal eden bir performans sergiliyor. Nicholson ve Black’in karakterlerinin arasında geçen ilk sahne adamın ikilemini de seyirciye geçiren, hayli ustaca yazılmış bir senaryonun en parlak anlarından biri aynı zamanda. Tüm ailesi klasik müzikçi olan, kardeşlerin de müzikle bağlantılı isimlerinin (Beethoven’in Eroica, Partita, Fidelio adlı eserlerinden alınmış bu isimler) olduğu ailenin çok yetenekli ama kariyerini silip atmış karakteri olan Nicholson, üst sınıfın veya bu filmde olduğu gibi burjuva sınıfının bu müzikle olan bağını alay konusu yaparken, sevgilisi olan kadının Country sevgisini de bu müziği çöp olarak niteleyip aşağılıyor. Sonuçta ne orada ne burada yapabilen ve kendisini hiçbir yere ait hissetmeyen kahramanımızın müthiş çekilmiş finalde verdiği karar da bu ikileme uygun ve çıkmazı, sıkışmışlığı ve çözümsüzlüğü ustaca sergileyerek filmimize çok yakşıyor açıkçası.

Senaryo sadece üst sınıfları değil, aslında her kesimi eleştirisinin odağına alıyor ve böyle yaparak da filmin atmosferinde bir umut havasının barınmasına da izin vermiyor. Film hem içi boş entelektüelliklerini de katarak üst sınıfın bireylerinin hem dönemin hippilerinin hem de kendisinin geçici (!) olarak içine girdiği alt sınıfların hayatlarına sert yumruklar savuruyor. Burada senaryonun kadın karakterlerin tümüne nedense tuhaf bir alaycılık veya soğukluk ile yaklaştığını da eklemek gerekiyor. Kadınlar ya yapay ya aptal ya da tuhaf karakterler olarak sergileniyor film boyunca ki buna kahramanımızın bir parça olumlu bir kişiliği var gibi görünen kız kardeşi de dahil. Aslında erkekler de dahil tüm karakterler için söylenebilir bu tespit ama kadınlara ayrı bir özen gösterildiği açık bu aşağılamada. Nicholson’ın karakteri için, belki babası ile konuştuğu veya abisinin sevgilisi ile yakınlaştığı sahnelerde senaryonun hem umut yaratmak hem de olumlu bir hava sergilemek gayretinde olduğu söylenebilir ama filmin geneli içinde kesinlikle baskın değil bu durumlar; kahramanımız da senaryonun karakterlerinden uzak durma kararının etkisini taşıyor üzerinde kısacası. Sevgilisine “ağzını hiç açmasan ne güzel olurdu diyen” ve ona sadece acıma ve şehvet duyguları ile yaklaşan bir karakter olarak gösteriyor filmimiz onu da. Nicholson’ın karakterinin ağzından duyurduğu gibi, senaryo herkesin koca bir yalandan ibaret olduğunu öne sürüyor, bir alternatifin umudunu da hiç hissettirmeden.

László Kovács’ın başarılı görüntüleri, keyifli klasik müzik parçaları ve elbette tüm filme yayılan ve kahamanımızın o günler için seçtiği hayatın sembolü gibi görünen ve dönemin ünlü Country şarkıcısı Tammy Wynette’in seslendirdiği şarkıları ile de ilgi toplayacak bir film “Five Easy Pieces”. Baştaki nerede ise emekçilere bir kutsallık havası katan sahneler bir kenara bırakılırsa bu “yol filmi” toplum için çizdiği karanlık resim ile bunca yıl sonra hemen hiç eskimemiş görünüyor ki kesinlikle yabana atılmayacak bir başarı bu. Entelektüel tiplemelerindeki gereksiz görünen karikatürleştirme gibi küçük kusurları görmemezlikten gelinmesi gereken gerçek bir klasik film özet olarak.

(“Beş Kolay Parça”)