Adak – Atıf Yılmaz (1979)

“Allah verir, Allah alır”

Uğradığı iftira sonucu cezaevine düşen bir adamın buradan kurtulursa bir oğlunu Allah’a kurban etme sözünü vermesi ile gelişen olayların hikâyesi.

1960’lı yıllarda Erzincan’da yaşanan gerçek bir olayı anlatan ve Faruk Erem’in “Bir Ceza Avukatının Anıları” adlı kitabında yer alan bir hikâyeye dayanarak Başar Sabuncu’nun yazdığı senaryodan Atıf Yılmaz’ın çektiği bir film. Tarık Akan’ın oyunculuğu ile parladığı film, çekim tarihinin üzerinden geçen otuz beş yıldan sonra bugün belki de en çok dönemine göre hayli cesur olan anlatım tercihleri ile ilgi görmeyi hak ediyor. Hikâyenin sonunun seyirciye baştan söylenmesinin yanısıra, hikâyenin “gerçek” kahramanları ile yapılan röportajlar, hukukçu ve psikiyatristlerle yapılan görüşmeler gibi unsurlar Türk sineması için ciddi bir yenilik oluşturmuş o tarihte. Elbette Türkiye sinemasının klasik hastalıklarının kimi rahatsız edici izlerini taşıyan bir film bu ama özellikle ikinci yarısındaki sinemasal tatları ile sinemamızın kalburüstü filmlerinden biri olmayı başarıyor.

Ülkenin yüzakı hukukçusu Faruk Erem’in kitabından televizyon filmleri çekilmiş olsa da sinemamızdaki tek uyarlama bu film. “Karşınızdaki suçlunun gözlerinin içine bakın, dostça. Orada derdini dökmek isteyen “insan”ı göreceksiniz” der Faruk Erem. Filmimiz de korkunç bir suç işleyen bir babayı bu eylemine götüren olguları, bir başka deyişle suçlunun arkasındaki insanı ve eylemin sonrasında yaşananları anlatmaya soyunmuş. Bunu yaparken bulunduğu kimi tercihler ise filmin takdiri en çok hak eden yanlarının başında geliyor. Sabuncu’nun senaryosu bir yandan hikâyeyi klasik akış ile anlatırken bazen zamanda atlamalara gidiyor ve eylemden çok sonra kimi karakterlerin eylemle ilgili yorumlarını alıyor röportaj tekniği ile. Klasik akışın dışına çıkan ve seyirci üzerinde özellikle tasarlanmış bir yabancılaşma hissini yaratmayı başaran bu tercih filmin yaratıcılarının cesur duruşlarının bir örneği olarak alkışı hak ediyor. Bu tercih, evet her zaman doğru işlemiyor ve örneğin “beyaz Türk” havalı memurların kaba bir karikatür tiplemesine büründürülerek hikâyenin içine sokulması epey rahatsız ediyor örneğin. Yine de hikâyenin sonunu baştan seyircisi ile paylaşma cesaretini gösteren filmin bu kusurunu çok da dikkate almamak gerekiyor belki de.

Hz. İbrahim’in ve onun Allah’a adadığı ama Cebrail’in son anda gökten indirdiği bir koçla kendisine bağışlanan oğlunun hikayesi hemen tüm kutsal metinlerde yer alır ve kurban kesme ritüelinin de kaynağını oluşturur doğulu toplumlarda. Bu denli eski bir hikayenin yüzlerce yıl sonra 1960’ların Türkiye’sinde gerçekten yaşanabilmesi ve ortada gökten inen bir Cebrail olmadığı için de trajik bir şekilde sonuçlanması insan aklına sığacak bir durum değil elbette ve tam da bu durum filmin trajik gücünü artırıyor doğal olarak. Adnan Menderes’in sağ kurtulduğu uçak kazasından sonra gittiği Tarsus’ta bir babanın oğlunu adak olarak kesmeye yeltendiğini (Menderes’in kazadan kurtulmasının adağı olarak) ve son anda Menderes’in müdahalesi ile durdurulduğunu hatırlayınca, hikâye o kadar da inanılmaz görünmüyor belki bu topraklarda, bilmiyorum. Cahil ama iyi yürekli, dürüst, sevecen ve ailesine düşkün bir adamın nasıl olup da bu cinayeti işlediğinin cevabını film seyirciye verdiği ipuçları ile kendisi vermeye çalışırken bir yandan da bu cevabı basın, tıp ve hukuk dünyasının insanlarının ağzından almaya çalışıyor. Bu ikincisini yaparken de bu dünyanın insanlarının kendi toplumlarının içinde böyle bir cehaletin çıkabilmesini izah etmekte ne kadar aciz kaldıklarını, dolayısı ile belki de topluma ne kadar yabancı olduklarını göstermeyi başarıyor. Ne var ki bu sahneler hikâyeye çok daha başarı ile yerleştirilebilirmiş gibi görünüyor ve daha da önemlisi filmin kendisi baş karakterinin korkunç eylemine giden yolu yeterince aydınlatamıyor. Öyle ki gelişmeler gereğinden hızlı oluyor ve bazen sadece bir cümle ile ifade ediliyor ve bu nedenle kahramanın o noktaya nasıl geldiği seyircinin yüreğine gerektiği kadar dokunacak şekilde aktarılamıyor her zaman. Ne var ki hikâyenin özündeki trajedi bu eksikliği gideriyor çoğunlukla.

Yalçın Tura’nın Anadolu esintili klasik bestelerinden yararlanan film bunun yanısıra dinsel motifli müziklere de -bir parça fazla olmak üzere- yer vermiş ses bandında ve sahnelerin gereksiz bir şekilde altını çizmiş. Bu arada dönemin sinemasının tipik özelliği olarak filmin sesli çekilmemiş olmanın klasik kusurlarını (ortam seslerinin eksikliği, özellikle açılışta şarkı söyleyen çocuk sahnesinde olduğu gibi ağız hareketleri ile sesin uyuşmaması vs.) taşıdığını da belirtelim. Bu kusur bir yana, Atıf Yılmaz filmin özellikle ikinci yarısında akla çakılıp kalan sahneler yaratmayı başarmış. Adamın hapishanede su olmadan abdest alması veya ardından başını secdeye her koyduğunda görüntüye Hz. İbrahim’İn hikâyesinden bir karenin girmesi kesinlikle çok etkileyici. Bu görselliklere Yılmaz’ın adeta bir belgesel havasında çektiği sahneleri de ekleyelim ama bir itirazı da unutmadan. Yağmur duası ve imam nikâhı sahneleri adeta gerçek görüntülerle geliyor karşımıza ve rahatsız edici bir “folklorik” gösteriye dönüştürmemeyi başarıyor bu anları Yılmaz. Ne var ki özellikle nikâh sahnesinde olduğu gibi yönetmenin bu belgesel güzelliğin şehvetine belki bir parça fazla kapıldığını ve sahneleri biraz uzun tuttuğunu da eklemek gerek. Buna karşılık özellikle köylülerin yoksul hayatlarını perdeye yansıtırken belgesel ile kurguyu çok ideal bir şekilde kaynaştırdğını da söyleyelim yönetmenin.

Karakterinin sessiz gücünü, cahillikle üzeri örtülen sevecenliğini ve kafa karışıklığını insanın yüreğine işleyen bakışlarla anlatmayı başaran Tarık Akan filmin yukarıda belirttiğim aksaklıklarını hemen hep örtecek şekilde hikâyeyi sürüklüyor. Buna karşılık eşini canlandıran ve hikâyedeki yerinin iyi belirlenememesi ve karakterinin beklenenden hiç farklı çizilmemesi nedeni ile Necla Nazır yeterince etkili olamıyor. Yaman Okay ise kısa rolünde her zamanki gibi benzersiz karakter oyunculuğunu konuşturmayı başarıyor.

Halk ile aydının kopukluğu, bilim ile inançların çatışması ve toplum içindeki farklı kültürlerin uyumsuzluğu üzerine de dikkate değer sözleri ve gözlemleri var filmin. Belki sinemasal olarak daha etkileyici olma şansı kaçırılmış ama içerik olarak üzerinde her seyredenin düşünmesi gereken “karakter testi” sahnesi bu gözlemlerin çarpıcı bir örneği olarak dikkat çekiyor. Toplumun aydınlarının halktan “uzak” olduğu, dünya üzerine adalet, eşitlik ve sevgi için gönderilen dinlerin yozlaştığında nasıl da kötülüklerin kaynağı olabileceği ve daha da net bir şekilde cahilliğin toplumun değerlerini bozan nasıl güçlü bir etken olabileceğini hatırlatan film, suç ve ceza üzerine de Faruk Erem’in izlerini taşıyan fikirler atıyor ortaya ve “amacı kötülüğü ıslah etmek olan cezanın eylem sahibinin yaptığının -hikâyemizde olduğu gibi- iyi ve doğru olduğunu düşünmesi durumunda işlevselliğinin ne olabileceğini de sorguluyor. Hikâye tüm bunları kaldıramıyor her zaman ve zaman zaman dağılıyor bu nedenle ama yine de filmin tadını kaçırmamalı bu durum.

Land of Plenty – Wim Wenders (2004)

“Ülkemizi yıkmaya çalışıyorlar. Bizi zehirlemeye çalışıyorlar. Buna göz yumamam. Buna izin vermeyeceğim”

ABD’deki 11 Eylül saldırılarının farklı yönlerde etkilediği iki insan, genç bir kadın ve dayısı üzerinden Amerikan rüyasını sorgulayan bir hikâye.

1970’li yıllarda çektiği “Der Amerikanische Freund – Amerikalı Arkadaş” ve “Hammett” gibi filmlerle başlayarak ABD ile hep ilgilenen bir yönetmendi Wim Wenders ve Cannes’daki Altın Palmiye dahil pek çok ödülün sahibi olan 1984 tarihli “Paris-Texas” ile de Amerikan toplumuna hem içeriden hem dışarıdan bakabilme becerisi gösteren sayılı sinemacılardan biri oldu. 2004 tarihli bu filmde ise Wenders, Michael Meredith ile birlikte yazdığı senaryosu aracılığı ile Amerikan rüyasını 11 Eylül saldırılarının etkilediği iki karakter üzerinden odağına alıyor. Michelle Williams ve John Diehl’in oyunları ve filme hikâyesi ile tatlı bir zıtlık katan canlı görüntü çalışması ile dikkat çeken çalışma, erkek karakterin paranoyasını hak ettiği kadar dramatik kılamaması ve kimi diyaloglarının zayıflığı nedeni ile tam bir başarı örneği olamıyor.

Hristiyan bir ABD’li olarak, idealist bir solcu olan annesi ile birlikte, işgal altındaki Filistin’de halka gönüllü yardım için çalışan genç kadının döndüğü ABD’de bulduğu ve 11 Eylül saldırısından sonra eksiksiz bir paranoyanın içine gömülmüş olan dayısı üzerinden anlatılan bir hikâye bu. Filmin belki de en başarılı olan sahnesinde, erkek saldırı günü yaşadığı dehşeti ve öfkeyi anlatırken, kadın o sırada bulunduğu Filistin’de halkın nasıl kutlama için sokağa döküldüğünü hatırlıyor ve adamın “ama neden” sorusuna “çünkü bizden nefret ediyorlar” diye cevap veriyor. Hikâye bu nefretin nedeni veya tarihçesi üzerinde durmuyor veya bir başka deyişle kurucuları göçmen olan (ve bu arada elbette geldikleri yerin asıl sahiplerini acımasızca yok eden göçmenler bunlar) bir devletin/ulusun nasıl bu denli yoğun bir öfkenin nesnesine dönüştüğünü irdelemiyor. Bunun yerine adamın zaman zaman ve ne yazık ki özellikle de inandırıcılık eksikliği taşıması nedeni ile hak ettiği kadar ciddiye alınması zor olan paranoyasına odaklanmayı tercih ediyor. Bu arada onca zengin görüntüsüne rağmen Kaliforniya’nın en çok evsiz barındıran eyaletlerden biri olması veya kökeni göçmen olan beyaz bireylerin yeni göçmenlere (beyaz olmayan veya filmdeki gibi Arap kökenli olanlara) nefret duyması gibi tespitler üzerinden Amerikan idealinin/rüyasının çöktüğünü de anlatmaya soyunuyor. Ne var ki anlattığı hikâye bu anlatmaya soyunduklarını taşıyacak bir güce sahip değil pek. Dolayısı ile hem adamın paranoyası bazen güldürüyor hem de öldürülen Arap adamın kardeşi karakteri epey naif duruyor örneğin.

Kusurlarına rağmen paranoyak adam karakteri üzerinden pek çok şey söylemeyi başarıyor yine de filmimiz. Vietnam’da savaşmış ve yaralanmış, orada maruz kaldığı ve ABD ordusu tarafından kullanılan “Agent Orange” adlı kimyasal silahın etkilerini üzerinde hâlâ taşıyan adamın kendi kendine edindiği bir misyonla kuşkulu gördüğü tüm Arapları takibe alması bize sıkı bir paranoyanın örneklerine tanıklık etme fırsatı sağlıyor. Kutu taşıyan her Arap, yol üzerinde sahipsiz duran her paket veya havaalanında yeterince güvenli bir yerde duruyor gibi görünmeyen her uçak onun için dehşetli bir kuşkunun kaynağı olabiliyor. Wenders bu kuşku üzerinden Amerikan toplumunda 11 Eylül saldırılarından sonra oluşan korkunun ve güvensizlik hissinin izlerini seyirciye geçirmeyi başarıyor kesinlikle. Şüphelenilen bir adamın kullandığı bir kağıt kırpma makinesindeki kağıt artıklarını tekrar birleştirmeye çalışmaya kadar uzanan bir güvensizlik bu anlatılan ve arabasının radyosundan sürekli sağ/muhafazakâr kanalları dinleyen adamın çıktığı bu “terörist” avının veya kaybedilen bir Vietnam savaşını “komünizmin yayılmasını durdurduk” diyerek başarılı gören bir fanatizmin Amerikan toplumundaki izlerini hissediyoruz sık sık.

Wenders’in kimi filmlerinde dolduğu gibi rock ağırlıklı sıkı bir soundtrack’i var filmin ve Leonard Cohen’den David Bowie’ye ve Travis’e kadar uzanan isimlerin başarılı şarkılarını -belki bir parça dozu fazla kaçmış şekilde- duyma şansı buluyoruz. Filme adını veren de kapanışta dinlediğimiz Cohen şarkısı. “Bolluk ülkesinde bir gün ışığın gerçekleri aydınlatmasını dileyen” şarkının bu hayalini hikâyesi ile ne kadar gerçekleştirdiği tartışmalı olsa da ilgi gösterilebilecek bir film karşımızdaki. Adam terörist peşinde koşarken ona yardımcı olan karakterin filme kattığı -ve aslında kendi içinde eğlenceli olan- hafif mizahın da bir örneği olduğu gibi kendisini gereği kadar ciddiye almaması filme bir parça zarar vermiş görünse de, diyalogları bazen fazla basit dursa da ve adam ile kadının hikâye boyunca birbirlerini tanıması –hadi klişe demeyelim ama- alışıldık safhalardan geçiyor olsa da yine de bu düşük bütçeli filmde Wenders rahatsız etmeyen bir duygusallık ile kalplere dokunmayı başarıyor çünkü. Venedik Festivali’nde aldığı Unesco ödülünün de göstergesi olduğu gibi naif bir hümanizme göz kırptığını da ekleyelim filmin son olarak.

(“Bolluk Ülkesi”)

Sitt Marie-Rose – Etel Adnan

Lübnanlı/Amerikalı yazar Etel Adnan’ın kitabı 1975 ile 1990 arasında süren Lübnan İç Savaşı’nın hemen öncesinde başlayan ve savaş boyunca devam eden bir hikâye anlatıyor. Kitabın kahramanı olan Sitt Marie-Rose (Sitt Arapça hanım anlamına geliyor) Hristiyan bir Lübnanlı olmasına rağmen Müslümanlarla Hristiyanlar arasındaki iç savaş sırasında Müslüman Filistinliler’in yanında taraf tutan ve sağır dilsizler okulunda öğretmenlik yapan bir kadın. Kitabı etkileyici kılan farklı çatışmaları etkileyici bir biçimsellik ile anlatması. İlk bölümünü adı verilmeyen bir kadının anlattıkları ile başlatan kitap, daha sonra Marie Rose’un da dahil olduğu yedi ayrı karakterin ağzından devam ediyor.

Batı ile Doğu’nun, Hristiyanlık ile Müslümanlığın, erkek egemen bir toplumda kendisine biçilen role itiraz eden bir kadın ile tüm toplumun ve Lübnan ile Suriye’nin çatıştığı bir hayat süren karakterlerin iç savaş ile nasıl daha da parçalandığını etkileyici bir dil ile anlatıyor Adnan. “Çocuklarımı bütün bunların iğrenç olduğuna inandırmakta zorlanıyorum. Düşündükleri tek bir şey var: büyümek ve savaşmak” satırlarının bir örneği olduğu gibi çatışmanın, savaşmanın ve öldürmenin/bir şeyler adına ölmenin genlerine yerleştiği bir ülkeyi anlatan kitap feminizmin izlerini de taşıyor ve kadının sadece yanında durmayı seçtiği taraf (Hristiyanlara karşı Filistinlerin yanı) nedeni ile değil aynı zamanda bir kadın olarak da toplumu “tehdit ettiğinin” altını ustaca çiziyor. Savaşların en iğrencinin iç savaş olduğunu bir kez daha derinden hissedeceğiniz bir okuma serüveni vaat eden ve bu vaadini karşılayan roman tüm Arap toplumlarını da ülke ve din ayırt etmeden kabile zihniyeti nedeni ile kıyasıya eleştiriyor. Marie-Rose karakterinin ağzından dillendirilen “… İnsanlar yalınayak, hesap sormaya geliyor” iddiası birgün gerçekleşir mi bilinmez ama insanı insan yapan (veya maalesef yapması gereken ama bunu başaramayan) tüm değerleri yitirmenin sonuçlarını anlatan çarpıcı bir kitap bu.

Laws of Gravity – Nick Gomez (1992)

“İnsanları insanlar öldürür, silahlar değil”

Küçük hırsızlıklarla yollarını bulan Brooklyn’li iki adamın silaha bulaşmaları ile gelişen olayların hikâyesi.

Bugün kariyerini popüler televizyon dizilerinin yönetmenliği ile sürdüren ABD’li yönetmen Nick Gomez’in ilk sinema filmi. Düşük bütçeli bu bağımsız film sürekli canlı tutmayı başardığı gerçekçilik havası, Brooklyn sokaklarından aktardığı belgesele yakın görüntüler ve çok da yeni olmayan hikâyesine rağmen bu hikâyeyi gerilim ve doğallıkla zenginleştirmeyi başarması ile dikkat çekiyor. Karakterlerin sürekli ve sık sık hep birlikte konuştukları filmde diyalogların takibi zaman zaman zorlaşıyor ama bunun hikâyedeki karakterlerin yaşamının doğal bir parçası olduğunu hissettirmeyi başarıyor filmimiz.

Sadece 12 günde ve 38 Bin Dolarlık bir bütçe ile çekilen bu alçak gönüllü suç filmi yaşamlarını genellikle küçük hırsızlıklarla sürdüren iki genç adamın silahlara bulaşması ile değişen hikâyelerini anlatıyor. Gomez kendi yazdığı senaryosunda bu tür filmlerde alıştığımız hikâyelerden farklı bir şey söylemiyor ve suçtan oluşan bu hayatların “su testisi su yolunda kırılır” ana fikirli bir sona kavuşacağını anlatıyor temel olarak. Filmi farklı kılan yönetmenin bu hikâyeyi anlatırken tercih ettikleri: Öncelikle ana karakterlerden yan karakterlere tüm kişiler o denli gerçekçi çizilmiş ki konuştuklarından yaptıklarına adeta kendi hayatlarını oynayan insanları veya bir belgeseli izliyor gibi seyrediyorsunuz olan biteni. Sürekli hareket eden bir kamera başta iki adamı canlandıran Peter Greene ve Adam Trese, ve ilkinin eşinii canlandıran Edie Falco olmak üzere oyuncuların gerçekçi performanslarını izlerken bize de Brooklyn sokaklarında ve o mahallede yaşıyormuşuz gibi hissettirmeyi başarıyor kesinlikle. Diyalogların çokluğu ve yoğunluğu, özellikle de aynı anda pek çok karakterin konuştuğu (ve bu nedenle de zaman zaman yoran) sahneler oyuncuların doğaçlama yaptığını düşündürecek kadar doğal kesinlikle.

Karakterleri birbirine laf atarken, dövüşürken ve dayanışırken izletiyor bize hikâye sürekli olarak ve bunu yaparken de kendinizi yabancılar için tehlikeli ama yerlileri için doğal olan bir ortamda bir yabancı olarak tedirgin hissetmenizi sağlıyor. Berlin Film Festivali’nde Forum bölümünde gösterilen ilk veya ikinci filmler arasında en iyisine verilen Wolfgang Staudte ödülünün sahibi olan film, piknik sahnesinin çok iyi bir örneği olduğu bir şekilde, olaysız görünen bir anın nasıl her an bir problemli ana, bir şiddet gösterisine dönüşebileceğini göstererek seyircisinin konsantrasyonunu yüksek tutmayı beceriyor. Jean de Segonzac’ın kamerasının hareketliliği planların kurgu oyunlarına gerek kalmadan etkileyici olmasını sağlayan bir öğesi olmuş filmin ve hikâyeye ciddi bir katkıda bulunmuş kesinlikle. Bunlara bir de -tekrar vurgulayarak- diyalogların ve karakterlerin gerçekçiliğini ekleyelim. Örneğin bir Scorsese filminde karakterler hep “büyük konuşmaların” peşindedir; her söylenen cümlenin altı kalın bir şekilde çizili bir büyük söylemin, sinemaseverlerin alıntı yapmayı seveceği türden iddialı lafların kaynağı olması hedeflenir. Burada bu yapaylıktan uzak durmayı başarıyor Gomez ve karşımıza her bireyi, her olayı, her anı, her cümleyi gerçekte nasılsa o şekilde getiriyor.

Erkek karakterlerin tüm maçoluklarının arkasında aslında büyümeyi ret eden çocukların olduğunu göstermesi ile de dikkat çeken film, bağımsız sinemanın yapaylıklardan arındığında ve gerçekten bağımsız olduğunda nasıl gerçekçi hikâyeler anlatabileceğinin iyi bir örneği özetle. Hikâye pek zengin değil (zaten bir hikâyeden çok bir durumu anlatan bir film karşımızdaki) ve diyalogların bir parça azaltılması çok iyi olurmuş ama ilgiyi hak eden bir eser bu.

(“Yerçekimi Kanunları”)