Hayouta u’Berl – Amir Manor (2012)

“Hayatın gerçekleri değişti. Biz yalnızız artık. Kendimizi hiç düşünmedik, hayatımızı düşünmedik. Şimdi de bizi düşünen yok. Hayata bir yüküz sadece”

İsrailli yaşlı bir çiftin değişen dünyaya uyumsuzluklarının ve yalnızlıklarının hikâyesi.

2009 yılında çektiği “Ruin” adlı orta metrajlı filmden sonra çektiği ve ilk uzun metrajlı çalışması olan bu film ile İsrailli yönetmen Amir Manor yaşlı bir çiftin bir gününü zarif, sakin ve dokunaklı bir biçimde getiriyor karşımıza. İçinde yaşadıkları dünyanın hayal ettikleri ve uğruna savaştıklarından ne kadar farklı olduğunu görmenin hayal kırıklığını yaşayan, fiziksel yorgunluklarından belki de daha fazlasını ruhsal olarak hisseden çiftin hikâyesini Manor kendi yazdığı senaryo ile anlatıyor ve özellikle “yüzleşme” bölümü ile hayli etkileyici bir sonuç koyuyor ortaya. Müzik ve görüntü yönetiminin yanında, başrollerdeki Yosef Carmon ve Rivka Gur’un performansları da filmin başarısında büyük pay sahibi olmuşlar.

Guy Raz’ın soluk renklerle ürettiği, adeta renklerin yerini siyah ve beyaza bırakmış göründüğü görüntü çalışmasının çok yakıştığı bir film bu. Biri 84, diğeri 80 yaşında olan iki karakterin hayatlarındaki renklerin yok oluşunun ve kadının bir sahnede ifade ettiği gibi hayatın ilgi alanının dışında kalışlarının sembolü olan bu tercih hem hikâyenin atmosferinin oluşmasına en büyük katkılardan birini yapıyor hem de film boyunca hissedilen hüzün ve kaybolmuşluk duygusunu pekiştiriyor. Ruth Doloris Weiss’ın piyano ağırlıklı müziği de benzer şekilde bir vedayı çağrıştırıyor zaman zaman ve dokunaklı melodisi ile hikâyeyi destekliyor. Yoksul ve küçük evlerinde yaşayan, tek oğulları anlaşılan baba ile kavga ederek ABD’ye göçmüş bu çiftin bir gününü anlatan film, onların günlük rutinlerini bize gösterirken herhangi bir şeyin altını çizmiyor ve arada bir belgesel havası da takınıyor. Hayata hâlâ tutunmaya çalışan ama tutunacak bir dal bulamıyor ya da bulmayacak olmanın da endişesini taşıyan çiftin bu hikâyesinde, evet hüzün hâkim bir öğe ama yönetmen/senarist Manor küçük mizah anlarını senaryoya yedirerek ve bundan da önemli olarak tüm final bölümü ile karamsar havanın filme tamamen hâkim olmasını akıllıca engellemiş. Bu mizah anlarının güldürmekten çok küçük gülümsemeleri hedeflediğini ve tam da bu nedenle filme çok yakıştığını söylemek gerek. Eve gelen sosyal hizmetler görevlisinin kendilerine ne kadar bakabildiklerini anlayabilmek için yaptığı testler veya adamın elbise kiralamak için gittiği ikinci el dükkanındaki sahne bu küçük mizah anlarının en iyi örnekleri. Final sahnesi ise değme romantik sahnelere taş çıkartacak havası ile hem filme çok başarılı bir kapanış imkânı sağlıyor hem de karanlığın değil, ne olursa olsun bir aydınlığın egemenliğini (ya da egemen olması gerektiğini) hissettiriyor seyirciye.

Hikâye etraflarındaki yeni dünyaya ait olmadıklarını hisseden çiftin bu duygusunu sadece yaşlılıklarına bağlamayarak çok akıllıca bir iş daha yapıyor. Kadının sinema gişesindeki sürekli telefonu ile oynayan kızla iletişimsizliği kendini bu dünyaya ait olmama ve dışarıda hissetmenin örneklerinden biri olurken, hikâye yaşlanmanın yanına bir de adamın ideallerinin hiçbirini gerçekleştirememiş olmasının neden olduğu hüznü ekliyor etkileyici bir şekilde. Evdeki dolabın rafında duran küçük Lenin büstü, adamın bağlandığı radyo programında öfke ile söylediği “Fikirler eskiyip giden moda akımları değildir, ölümsüzdür” cümlesi ve bir komün hayatı kurmak için tek başına bir örgütlenme çabası içine girmesi yitip giden, daha doğrusu onun hâlâ muhafaza ettiği ama artık kimsenin takmadığı ideallerini anlatıyor bize bu çiftin. Ülkenin kuruluşundaki ideallerden ne kadar uzak bir noktaya düştüğünü görmek, uğrunda mücadele edilen ideallerin artık adının bile söylenmediğini duymak çok travmatik hâlâ bu idealleri taşıyanlar için ve özellikle ikinci yarıda bu konuya ağırlık vererek filmi sadece yaşlılık sürecine odaklanan bir yapıdan daha farklı bir düzeye çıkarıyor Manor. Adamın idealleri o denli güçlü ki ailesinin değil, toplumun refah ve mutluluğuna eğilmiş ve artık bir geçerliliği olmayan (aslında hiçbir zaman geçerli olamayan) bu tercihinin oğlu ve eşi üzerinde neden olduğu mutsuzluğu fark ediyor olmak hem onu hem de seyirciyi hayli etkiliyor doğal olarak.

Isınmak için yakılan veya bir hediye alabilmek için satılmak zorunda kalınan kitaplar filmin yoksulluğu ve ondan da daha önemlisi “başarısızlığı” (uğruna mücadele edilenin gerçekleştirilememesinden kaynaklanan bir başarısızlık sözünü ettiğim) anlatmasının kimi sembolleri oluyor hikâyede. Manor ülkeyi (İsrail’i) kuranların ideallerinin gerçekleşmediğini yoksulluğu vurgulayarak da anlatıyor bize sürekli olarak. İletişim kurdukları herkesin yanlış anladığı ve özellikle erkeğin hâlâ 1940’larda yaşıyor göründüğü çifti canlandıran Yosef Carmon ve Rivka Gur’un mükemmel uyumlarının zenginleştirdiği film, hayal ettikleri dünyadan çok farklı bir yerde yaşamak zorunda kalan iki insanın dramını sinemasal bir çekicilik katmayı becererek anlatması ile kesinlikle ilgiyi hak eden bir çalışma. Dramatik gelişmelerden “yoksunluğu” ve tıpkı karakterleri gibi düşünerek, yavaş ve hüzünle hareket eden kamerasının yavaşlığı ile belki herkes için değil ama tadını alabileceklerin görmesi gerekli kesinlikle. Açılıştaki sosyal hizmetli ile olan sahnedeki iki insanı bir takım kalıplara sokup istatistiklerin parçası yapan bir modern devlet anlayışının hüzün ile kapanıştaki pizzacıda geçen romantik sahnenin keyfi filmi görmek için tek başlarına yeterli iki neden. Her ne kadar İsrail’de geçse de ve ülke tarihine kimi göndermeleri olsa da, bu film idealleri için savaşan ve kaybetse de umudunu ve inançlarını yitirmeyen herkesin ilgisini çekebilecek bir çalışma. Kapanış jeneriğine Radiohead grubunun zaten hayli dokunaklı olan “I Will” şarkısının daha da dokunaklı bir yorumunun eşlik ettiğini de söyleyelim son bir not olarak.

(“Epilogue” – “Hayuta and Berl” – “Son”)

Bir Garip Yolcu – Ülkü Erakalın (1972)

“Gözü yükseklerdeydi, hiçbirimizi beğenmezdi. Kocası ile küçük kızını terk edip, kötü yollarda bir garip yolcu oldu”

Yaşadığı yoksul hayattan mutsuz olan bir genç kızın gerçek aşkı görmeyip, zengin bir adama aşık olması ile gelişen olayların hikâyesi.

Bülent Oran’ın senaryosundan Ülkü Erakalın’ın çektiği bir Yeşilçam filmi. 1970’lerin Türk sinemasının tipik örneklerinden biri gibi görünse de kimi özellikleri ile yine de farklılaşmayı başaran bir film bu. Hale Soygazi, Engin Çağlar ve Ahmet Mekin’e Aliye Rona, Yıldırım Önal ve dönemin ünlü Türk Sanat Müziği şarkıcısı Sevim Çağlayan’ın eşlik ettiği filmde Yeşilçam’ın Nubar Terziyan, Handan Adalı ve Feridun Çölgeçen gibi vazgeçilmez karakter oyuncuları da yerlerini almışlar. Bu oyuncuları ile sıkı bir nostalji duygusu da yaşatan film hem senaryosu hem de Erakalın’ın sayısı fazla olmasa da klasik Yeşilçam’dan uzaklaştığı sahnelerdeki anlatımı ile ilgi çekebilir.

Sinemamıza “Senin annen bir melekti yavrum” gibi -üzerine binlerce espri de üretilmiş olan- cümleler armağan etmiş olan Bülent Oran, üretkenliği nedeni ile Safa Önal ve Erdoğan Tünaş ile birlikte “Üç Silahşörler” olarak adlandırılan senaristlerden biri. Kimlerine göre bini aşan ama 500’den fazla olduğu kesin olan senaryoları ile bugün Yeşilçam denince akla gelen pek çok filmin yaratıcıları arasında yer almış Oran. Yönetmen Ülkü Erakalın ise klasik melodramların “ustası” olan ve Yeşilçam’ı Yeşilçam yapan isimlerden biri. Bu ikilin ortaklığının sonucu olan “Bir Garip Yolcu” klasik Yeşilçam filmlerinden hoşlananların ilgisini kesinlikle çekecek bir çalışma olduğu gibi, bu zevke uzak düşenlere de kimi tercihleri ile farklı ve cazip gelebilir.

Cat Stevens’ın (ya da sonraki adları ile önce Yusuf İslam, sonra Yusuf’un) “Lady D’Arbanville” şarkısından -elbette herhangi bir izin alınmadan, telif derdi olmadan- uyarlanan şarkıyı filmin oyuncularından da biri olan Sevim Çağlayan’ın sesinden dinleten açılış jeneriği ile başlıyor film. İlk dakikalarında da hem tüm karakterlerini hem de derdinin ne olduğunu seyirciye anlatmayı başarabiliyor. Yaşadığı hayattan sıkılıp gözü yüksekte olan ama iyi yürekli bir genç kız, ona aşık iyi yürekli bir işçi genç, hem onun fabrikadaki ustası hem de kızın babası olan iyi yürekli bir adam, yıllar önce şöhret ve para için evini terk eden, kızın öldü diye bildiği, iyi yürekli ama pişman bir anne, genç adamın tipik diye tanımlayabileceğimiz iyi yürekli annesi ve filmin baş karakterlerinden tek kötü olanı: fabrikanın patronu ve genç kızı tuzağına düşürmeye çalışan bir adam. Tüm bu karakterlerden ortaya çıkacak tipik bir Yeşilçam filminin hikâyesini bir çırpıda pek çok kişi rahatlıkla tahmin edebilir kuşkusuz. Peki, senaryoyu az ya da çok farklı kılan ne? Bir zamanlar sağcı bir sinema eleştirmeni Yeşilçam dünyasını zenginleri hep kötü karakter olarak gösterip, servet düşmanlığı yapmakla suçlardı. Burada da kötü olan tek ana karakter zengin bir fabrikatör. Evet, kızın annesi de onun kadar olmasa da zengin ama o hep etrafına yaptığı iyilikle anılıyor filmde, hem de zaten bu zenginliğe sahip olurken kaybettiklerini düşününce derin bir pişmanlık içinde yaşıyor. Burada bir farklılık yok kısacası. Fabrikadaki mühendis ile ustamız arasında bir makine üzerinden çıkan tartışmada ise filmimiz alışılageldiği üzere tecrübeyi okumanın, bir başka deyişle alaylı olmayı okullu olmanın üzerine çıkararak yine klasik Yeşilçam “halkçılığının” tarafında tutuyor yerini. Finalde elbette kötüler cezalandırılırken, iyi ve dürüst olan kazanıyor ve kötü olmasa da, işlediği günahların bedelini iyi yürekli olan da ödüyor ilahi adaletin yerine geldiği duygusunu hissetmemiz için. Hikâyedeki farklılık ise özellikle genç kız ve fabrikatör karakterlerinin detaylarında yer alıyor. Hale Soygazi tamamen iyi bir karakter olarak çizilmiyor örneğin. Sadece gözünün yükseklerde olması değil onu “saf iyi” kılmayan, kendisine aşık genç adamla açıkça ve bazen de haince oynuyor. Deniz kenarındaki bir sahne bu acımasız oyunun iyi bir örneği. Ahmet Mekin’in fabrikatörü ise kadınlardan nefret eden, önce tuzağına düşürüp sonra onları başından atmaktan zevk alan bir adam ama fabrikasında kaza geçiren ustasını evine gelerek ziyaret edip, yardımda bulunacak kadar iyi yürekli hem de kadınlara olan düşmanlığının arkasında senaryomuzun ne olduğunu ima etmeye dahi gerek duymadığı bir psikolojik problem ile resmediliyor. Karakterlerin çizimindeki bu farklılıklar bir yana bırakılırsa, hikâye beklenebileceği gibi ilerliyor ve sonlanıyor elbette.

Türkann Şoray’a ismi ile selam gönderildiği film alışverişe file ile çıkılan, Boğaz’ın yapılarla dolu olmadığı ve mahalle kültürünün hâlâ sürdüğü günlerin İstanbul’unda geçiyor. Çekildiği 1972 yılının modası gereği de tüm kadınları mini etekleri ile görüntülüyor kamera. Belki de eski Türk filmlerini bazen bu denli çekici kılan da o “yitirilen” günlerden resimler getirmesi karşımıza. Tüm bunların yanında filmin öne çıkan kusurlarından da söz etmek gerekiyor. Genç kızın yoksul mahallesinde adeta Nişantaşı sokaklarında yürür gibi gezinmesi, işlevini anlamanın imkânsız olduğu bir hızlı araba kullanma sahnesi (neyse ki çok kısa sürüyor), klasik hikâye şablonlarından hemen hiç şaşmaması, müziğin hemen her konuşulmayan anı dolduracak şekilde aşırı kullanımı, kendisine ismi ve adresi ile mektup gönderen kadın sonraki buluşma sahnesinde kendisine ismi ile hitap edince şaşıran adam, daha önce kendisini hiç aramamış birine söylenen “beni gene ara” gibi cümleler veya mahalledeki herkesten gizlediği bir hayatı terk edip mahalleye geri dönmeyi oradakilere -başarısız görünerek- küçük düşmek olarak nitelendirmek gibi tuhaflıklar filmde bolca yer alıyor bekleneceği üzere. Bir araba kazası, felç olma (yürüme, konuşma ve hafıza kaybı problemleri ile birlikte) ve şok aracılığı ile gelen bir mucize ile felçten kurtulma hikâyede unutulmamış kuşkusuz! Ahlâkçılığı da eksik değil filmin: “Bu durumum bütün genç kızlara örnek olmalı hâkim bey”.

Halse Soygazi’nin aksamadığı, Engin Çağlar’ın idare ettiği, Yıldırım Önal’ın tiyatro oyunculuğu zaman zaman öne çıksa da işini yaptığı filmde, Aliye Rona onlarca filmde kendisine çizilen benzer bir rolün (acılar içindeli öfkeli anne) içini doldurmayı başarıyor. Bir Yeşilçam geleneği olarak filmde kendi adı ile oynayan Sevim Çağlayan ise elinden gelen çabayı gösteriyor ama başta filmdeki ilk sahnesi olmak üzere mimikleri ile zaman zaman o derece oynuyor ki abartı kelimesinin görsel karşılığı haline geliyor. Keşke bu abartısını frenleseymiş Erakalın! Ahmet Mekin ise sanki hiç esnekliği olmayan bir vücut ile yer almış hikâyede ve hikâye boyunca adeta bir kalıp gibi hareket ediyor ve şaşırtıyor gerçekten.

“Yaşantım sanki esaret / Kalmadı bende cesaret” gibi şarkı sözlerinden, “Bizim gibilerin acısını ancak gecenin karanlığı gizleyebilir” gibi cümlelerine kadar “büyükve acılı” sözleri de olan filmde yönetmen Erakalın’ın bazı sahnelerdeki “cesaretini” ise takdir etmek gerekiyor. Özellikle Çağlar ile Soygazi arasındaki sahnelerde iki karakteri adeta görüntünün belli yerlerine yerleştirerek birbirlerine bakmadan konuşturmak, kontrbasın üzerinde gezinen parmaklara odaklanmak, mahkemede şahitlerin konuşmaları ile hakimin sorularını ilginç biçimde kurgulayarak zamanda bir kesinti duygusu yaratmak gibi denemeleri olmuş ve açıkçası filme sıradan seyirciyi rahatsız etmeyecek bir üslup zenginliği getirmiş bu tercihler. Yönetmen bu alçak gönüllü üslup denemelerinin en başarılısını, Çağlar ve Soygazi arasında geçen bir konuşmayı hiç göstermeyip, konuşma sonrasını sessiz ve uzak bir çekimle ve karakterlerin tepkilerini vücut dilleri ile ifade ettikleri sahnede gösteriyor.

À Perdre la Raison – Joachim Lafosse (2012)

“İstediğim şeyi istediğim zaman söyleyebileceğim bir evde yaşamak istiyorum”

Faslı bir adamla evli olan Belçikalı bir kadının, dört çocuklu ve bir “yabancı” ile paylaştığı hayatını katlanılmaz bulması ile gelişen trajik hikâyesi.

2007 yılında Belçika’da yaşanan gerçek bir olayı kendi senaryosu ile sinemaya uyarlayan Belçikalı yönetmen Joachim Lafosse’un bu filmi Cannes’ın Belirli Bir bakış bölümünün En İyi Kadın Oyuncusu çdülü de dahil olmak üzere pek çok ödülü olan ve trajedisi ile kesinlikle etkileyici bir çalışma. Kısa bir giriş sahnesinde tam olarak adlandırmadığı bir trajedinin varlığını dillendirerek başlayan film, daha sonra geriye dönüyor ve o trajedinin arkasındaki hikâyeyi anlatıyor bize. Başroldeki Émilie Dequenne’in müthiş bir oyunla karakterinin başlangıçtaki aşık bir genç kadından finaldeki yıkılmış kadına dönüşümünü karşımıza getirdiği film, karşı koyması kolay olmayan bir dramı abartma tuzağından ustalıkla kurtulması ve konusunu tüm korkunç trajedisine rağmen zarafetle ele alması ile takdir edilmesi gereken bir çalışma. Kimi sahneleri bir parça uzamış görünürken, kimi gelişmeleri de fazlası ile hızlandırmış olsa da bu film başarılı bir hikâye anlatma örneği olarak da yönetmen Lafosse’un alkışlanmasını gerektiriyor.

Joseph Haydn’ın Meryem’in çektiği acıları anlatan Stabat Mater’i ile başlayan ve hikâye boyunca da zaman zaman bu müthiş hüzünlü eserden bölümlere yer veren film adım adım inşa ettiği trajedisini oyuncu Émilie Dequenne’in yüzü ve bedeni ile sembolleştiriyor ve seyircisini de en çok bununla etkiliyor. Dequenne seven ve sevilen genç bir kadından dört çocuk annesi ve yaşadığı evde tüm duvarların üzerine geldiğini hisseden, kaygı ve depresyon içinde yaşayan bir kadına dönüşen karakterini müthiş bir ustalıkla canlandırırken, trajik finale doğru giden yolun her bir taşını adeta kendi elleri ile döşüyor. Onun bu performansına Faslı kocayı canlandıran Tahar Rahim ve adamın “manevi babasını” canlandıran tecrübeli oyuncu Niels Arestrup da sade oyunları ile ciddi bir destek sağlıyorlar. Üç oyuncu da, yönetmenin tercihi ile olsa gerek, duygusal zigzaglara ve görkemli dramatik performanslara hayli imkân veren rollerini yalın ve zarif bir şekilde canlandırmışlar. Ölümleri baştan söyleyen ama ne olduğunu ve neden olduğunu hikâyesi boyunca anlatan film bu şekilde gerilimini azaltmıyor, aksine tüm film süresince bu gerilimin adım adım arttığını hissettiriyor seyredenine. Bunda da oyuncuların başarısı kadar, yönetmenin sade ama çarpıcı olmayı başaran anlatımının da payı var.

Belçika’da gerçekte yaşanan olayın “kahramanı” Genevieve Lhermitte adlı bir kadın ve senaryo onun hikâyesini epey sadık kalarak anlatmış göründüğüne göre. Birbirlerine aşık bir Faslı adam ve Belçikalı bir kadın, adamı çocukken “manevi evlat” olarak alıp Fas’tan Belçika’ya getiren ve çiftin evliliğinden sonra da onlarla aynı evde yaşayan yaşlı bir doktor, doktorun Belçika’da yaşama izni alabilmesi için evlendiği Faslı adamın kız kardeşi ve adamın neden evlatlık olarak kendisinin seçilmediğini sorgulayan erkek kardeşi… Bir parça tuhaf bir aile yapısı var ortada ve kadını trajik finale doğru götüren de temel olarak bu tuhaflıkların onun hayatını bir cendere içine almış olması. Balayına dahi birlikte gittikleri (film buna değinmese de, gerçekte doktorun balayı sırasında çiftle aynı odada kaldığını da söylemiş kadın) doktorla aynı evde yaşamak ve kocası ve kendisinin maaşı düşük olduğu için onun parası sayesinde hayatta kalabiliyor olmak, dört çocuk ve kocanın gittikçe ilgisini yitiren davranışları vs. kadını ağır bir psikolojik bunalımın içine atarken, kız kardeşi üzerinden yetersiz de olsa hissettirilen bir sorunlu aile geçmişinin birikimi de yaşadıklarında etkili oluyor gibi görünüyor. Senaryonun kimi aksaklıkları tam da burada yer alıyor. Kadının içine düştüğü girdabın nedenlerini yeterince açıklayıcı, daha doğru bir deyişle ikna edici kılamıyor senaryo ve bunda karakterin geçmişini bir parça ihmal ediyor olmasının da payı var. Benzer bir başka problem de genç adam ile doktor arasındaki “ilişkinin” mahiyetinin belirsiz bırakılması. Bu ilişkinin en azından bir platonik aşkı barındırıp barındırmadığını belirsiz bırakması özellikle kadının belki de zaman zaman kendisini fazla olan kişi olarak hissetmesinden de kaynaklanan derdini anlamamızı zorlaştırıyor bir parça. Yaşlı adamın doğrudan iyi veya kötü bir karakter olarak çizilmemesi ve sadece arada bir takım gereksiz ve beklenmedik çıkışlar yapan birisi olarak gösterilmesi filmin lehine olmamış. Belki gerçek olayda da aynen durum budur ama, sienamsal açıdan bakıldığında kadının kendini önceden var olan sağlam bir ilişkiye sonradan katılmaya çalışan birisi olarak hissetmesi çok daha farklı okumalara götürebilirmiş filmi. Senaryo ile ilgili son bir problem olarak, genç adamın kadından uzaklaşma sürecinin anlatımının yeterince doyurucu olmamasını da ekleyelim.

Yönetmen Joachim Lafosse’un kimi sahnelerde seyirciyi adeta bir röntgenci konumuna sokan veya belki de kadının kocası ile kendilerine özel bir hayat kuramamış olmasından dolayı yaşadığı sıkıntıyı vurgulayacak şekilde, adeta ortamda bir yabancı gözün varlığını hissettirmek için tercih edilmiş görünen kamera tercihleri de filmi zenginleştirmiş. Aralık kalan bir kapıdan bir odada yaşananlara tanık olduğumuz veya en azından kapının çerçevesi ile özellikle sınırlanmış görünen bu sahneler seyirciye bir tedirginlik duygusunun ve kadının hissettiği klostrofobinin geçmesini sağlıyor ki hikâyenin sonunu baştan kısmen de olsa biliyor olmamıza rağmen, ilginin hiç kaybolmamasını ve hatta sürekli artıyor olmasını buna da bağlamak mümkün. Lafosse’un zaman zaman karakterlerine hayli yaklaşan ve seyircinin odağını tamamen onların üzerine taşıyan kamera kullanımı ve klasik müzikten akıllıca yararlanması filmin dikkat çeken diğer başarıları. Müzik demişken filmin en etkileyici ve Dequenne’in de seyredeni çarpan bir performans sergilediği sahnede Julien Clerc’in “Femmes Je Vous Aime” şarkısının çok çarpıcı bir biçimde kullanıldığını da belirtmiş olalım.

Belçikalı yaşlı doktorun Faslı ailenin her bir bireyin hayatını şu ya da bu şekilde etkilemiş ve yönlendirmiş olması ve bu dikte etmenin kadının hayatına da yansımış olması, toplumsal düzeydeki bir kolonileştirmenin ve yönetmenin aile düzeyine indirgenmiş hali olarak da okunmalı mı emin değilim ama en azından meraklıları için böyle bir tartışma konusunun olabileceğini de belirtmiş olalım. En trajik anını görüntünün dışına taşımasına rağmen ve aslında belki tam da bu nedenle müthiş bir final yapan film görülmeyi kesinlikle hak ediyor. Senaryodaki kimi eksikliklerine rağmen, bu aile dramı zarif bir şekilde çekilmiş ve oynanmış, kayıtsız kalınamayacak bir çalışma.

(“Our Children” – “Çocuklarım”)

Hwang Hae – Hong-jin Na (2010)

“Muhtemelen burada öleceğim. Ama ölmeden önce tüm bunları başlatan kişiyi ve nasıl başladığını öğrenmek istiyorum. Ancak ondan sonra huzur içinde ölebileceğim”

Çin’in çoğunlukla Kore asıllıların yaşadığı Yanji şehrindeki bir adamın, borcuna karşılık işlemesi istenen bir cinayet için Kore’ye gitmesi ile gelişen olayların hikâyesi.

Güney Kore, ABD ve Hong Kong ortak yapımı olarak çekilen film Güney Koreli yönetmen Hong-jin Na’nın bir önceki filmi “Chugyeogja – Ölümcül Takip” gibi özellikle ülkesinde hayli ilgi gören ve yine gerilim ve suç türünden bir çalışma. İki buçuk saati aşan süresi, bol bol dökülen kanları, durmak bilmeyen temposu ve görkemli sahneleri ile adeta barok bir suç operası örneği bu film. Sonlara doğru neyin ne olduğu biraz karışmaya başlasa da ve (dozu zaman zaman fazla yükselen) şiddet anlarının bir kısmı parodiye dönüşse de, filmin genel olarak hayli güçlü bir etkisi olduğunu kabul etmek gerek. Kimi sahnelerinde seyircisine kurgusu ve gerilimi ile dört dörtlük bir sahne nasıl oluru gösteren film ilgiyi kesinlikle hak ediyor.

Senaryoyu da yazan Hong-jin Na baş karakterini hem çok iyi çiziyor hem de etnik kökeni ile de ayrıca ilginç kılıyor onu. Kuzey Kore, Çin ve Rusya arasında yer alan ve Çin’e bağlı özerk bir bölge olan Yanji şehrinde başlıyor hikâye. Çoğunlukla Koreliler’in yaşadığı bu şehirin Kore kökenli halkı Güney (ve Kuzey) Kore’de yaşayanlar tarafından çok sıcak bakılan bir etnik grup değil ve hikâyemiz bu halkın büyük kısmının ya yasadışı işlerde çalıştığını ya da Güney Kore’de kaçak olarak yaşadıklarını söylüyor. Altı aydır haber alamadığı karısı Güney Kore’ye çalışmaya giden ve kendisi de taksi şöförü olarak çalışan adam, yasadışı olanın hüküm sürüyor gibi göründüğü şehirde, karısının vize parası olarak aldığı borcu geri ödeyememesi nedeni ile kolaylıkla bir suç ağının kucağına düşüveriyor. Kore’ye yaptığı yolculuğun hedefi hem üstlendiği tetikçilik hem de karısını aramak oluyor böylece. Kahramanımızın etnik kökeni hikâyeyi hayli zenginleştirici bir unsur olmuş. Olayların akışından ilgiyi kendi üzerine çeken ayrı bir öğe olmuyor bu, aksine olayların akışında ara sıra belirleyici de olarak filme ek bir çekicilik kazandırıyor. Etnik kökenlerin kişinin nasıl algılanacağını (önyargılı olarak olumlu veya olumsuz) belirlemedeki öneminin dünyanın her yerinde aynı olduğunu anlıyoruz hikâye boyunca.

Oyunculukların dört dörtlük olduğu filmde, yönetmenin önceki filminde de başrollerde yer alan, taksi şöförü rolündeki Jung-woo Ha ve bir çetenin liderini oynayan Yun-seok Kim filmi tam anlamı ile sürüklüyorlar ama elbette öne çıkan filmdeki rolünün ağırlığı nedeni ile Jung-woo Ha oluyor. Tüm hikâye onun etrafında dönüyor, kamera hemen her zaman onu takip ediyor ve oyuncu sıkı bir fiziksel oyunculuk da gerektiren rolünün altından üstün bir başarı ile kalkıyor. Tüm macera süresince baştaki görünümünden beklenmeyecek bir fiziksel gücün yanısıra müthiş bir zekânın da sahibi olduğunu gösteren karakteri seyirci için çok cazip kılmayı başarıyor oyuncu. Senaryonun da sıkı bir desteği var burada elbette ona. Sık sık yeni sürprizlere açılan (ama sonlarda ipin ucunu da kaçıran) senaryo onun karakterinin hızlı karar alma ve kararını uygulama becerisine sürekli tanık olmamızı sağlayarak bu yaralı kahramana “hayran” ediyor kesinlikle. Yun-seok Kim ise karakterinin hayli karizmatik olarak çizilmesinden de yararlanarak ilgiyi üzerinden hiç eksik etmeyecek bir başarılı performans veriyor. Ne var ki filmin sonlarındaki, belki özellikle abartılmış ama parodiye dönüşme çizgisine hayli yaklaşan ve bazen de geçen sahnelerdeki yaklaşımın kurbanı da o olmuş. Yönetmenin de senaristin de o olduğunu düşünürsek, bu kusurun tek faili oluyor Hong-jin Na. Bu sahnelere kadar inandırıcılığına halel getirmeyen film, burada şiddetin ve vurdulu kırdılı anların cazibesine kapıldığından mı yoksa o ana kadar gösterdiği şiddetin fazlalığından rahatsız olup bir parça parodiye kayarak ortalığı yumuşatmaya çalıştığından mıdır bilmiyorum ama burada tökezliyor ciddi şekilde.

Ve şiddet… Ateşli silahların değil kesici aletlerin başrolde olduğu hikâyede kanlar fışkırıyor, vücutlar kesiliyor ve doğranıyor ve adeta kanla yazılan ve söylenen opera aryalarını sahneliyor yönetmen. Ve hakkını vermek gerekiyor filmin ki hayli etkileyici de oluyor. İşin ilginç yanı, tüm bu şiddet anları tek tek seyrederken belki o denli rahatsız etmiyor ama sonradan tüm o tanık olduklarınız üzerine düşünürseniz, dozun hayli yüksek tutulduğunu anlayabiliyorsunuz. Neyse ki film bu sahneleri o denli yüksek bir teknik ustalık ile getiriyor ki karşımıza sahnenin sinemasal güzelliği şiddetin rahatsız ediciliğinin önüne geçebiliyor. Evet, yönetmene gerilim yaratmak ve seyircinin nefesini kesmek konusunda bir eleştiri getirmek mümkün değil. Filmde pek çok örneği var ama özellikle bir sahnede bu beceri en üst düzeyde seyrediyor. Kahramanımızın ödeyemediği borcunun karşılığı olarak öldürmeye geldiği adamın evinin önünde başlayan ve cinayet ile devam edip, sonrasındaki kaçış ile sonlanan bu sahne kurgusu, oyunculukları, ritmi ve kamera kullanımı ile mükemmel bir gerilimin örneği kesinlikle. Hikâye buna benzer daha pek çok anla dolu ve becerikli çekilmese inandırıcılığın yanına bile yaklaşamayacak pek çok sahnenin gerçekçi görünmesini ve hem polisin hem çetelerin peşine düştüğü adamın süper kahramanlık yetenekleri olmadan tüm o tanık olduklarımızı yapabilmesinin yadırgatıcı olmamasını sağlıyor.

Filmin parodileşen sondaki şideet sahnelerinin yanında önemli bir başka kusuru da zaman zaman heyecanın şehvetine kapılıp bazı sahneleri uzatması. Adeta ülkedeki arabaların yarısının hurda haline geldiği takip sahnesi örneğin, hayli uzamış görünüyor. Son bölümlerde senaryonun barındırdığı onca hikâyeyi yakalama telaşında görünen bir kamera ve buna uymak durumunda kalan kurgunun zorunlu olarak kazandığı hızın filme zarar verdiğini de söylemek gerek.

Yukarıda andığımız ve Sun-min Kim’e ait olan kurgunun yanısıra, Sung-je Lee’nin “hem sert hem güzel” olmayı başaran görüntülerini ve Yeong-gyu Jang ve Byung-hoon Lee ikilisinin yerel motiflerden değil sıkı bir Batılı gerilim filminde tanık olabileceğimiz havalardan beslenen müzik çalışmasına da dikkat etmekte yarar var. Son bir not olarak başta Yanji şehrindekiler olmak üzere filmin yaratıcılarının iç ve dış mekanları ustalıkla kullandığını belirtelim. Enerjik, kahramanının becerdikleri ile zekâ dolu ve görsel gücü yüksek bu film karanlık atmosferi ile ayrıca görülmeyi hak eden bir çalışma kesinlikle.

(“The Yellow Sea” – “Ölüm Denizi”)