Pet Sematary – Mary Lambert (1989)

“Bazen ölü olması daha iyidir”

Bir hayvan mezarlığının yakınlarındaki bir eve taşınan bir ailenin başına gelenlerin hikâyesi.

Stephen King’in aynı adlı romanından King’in senaryosu ve Mary Lambert’ın yönetmenliği ile çekilen film canlanan ölüler, bir mezarlık, kızılderili efsanesi, suçluluk duygusu ve birisini kaybetmeye yönelik tahammülsüzlük etrafında dönen, zaman zaman olumlu anlamda rahatsız etmeyi başaran ama özellikle son anlarında bu rahatsız ediciliğinin olumsuz alana kaymasına engel olamayan bir çalışma. Üç yıl sonra yine Lambert yönetiminde ve bu kez orijinal bir senaryo ile devamı da çekilen film klişelerden kaçınamamak ve “ucuz” bir görünümden sıyrılamamak gibi zayıflıklara da sahip. Yine de korku türünün meraklılarını şu ya da bu çekilde tatmin etmesi mümkün olan bir film bu.

Stephen King kendi romanını senaryolaştırırken ana akışa sadık kalmış ama kimi değişiklikler de yapmış ve bu değişikliklerin bir kısmı filmimizin hikâyesinin “gerçekçiliğine” zarar vermiş. Komşuları olan yaşlı adamın ailenin erkeğini kızılderili mezarlığına götürmeye karar verme gerekçesi örneğin, filmin en zayıf yanlarından biri iken, romanda daha anlaşılabilir bir gerekçesi var bunun. Bu ve benzeri değişiklikleri hangi sinemasal güdülerle yapmış King bilmiyorum ama sonucun filmin lehine olmadığı açık. Senaryonun zayıflığı özellikle ikinci yarıda kendisini daha fazla gösteriyor ve son anlarında film tam bir “ucuz korku” filmi formatına bürünüyor ki o ana kadar film için beslediğiniz olumlu duygulara da ciddi ölçüde zarar veriyor bu durum. Oysa ucuzlukların peşinde koşmak ve kızılderili mezarlığı gibi klişelere (Amerikan sineması soykırıma uğramış bir halkı bu tür efsanelerle bir yandan gündemde tutarken, diğer yandan adeta sıradan insanın içindeki “ilkel toplumlara” karşı olan korkuyu da bilinçli olarak besliyor elbette) başvurmak yerine hikâyenin suçluluk duygusu ve sevdiğini (erken) yitirmek gibi hayli etkileyici şekilde işlenmeye müsait temaları var ama romanda olduğu gibi filmde de bu temalar kolaycılığın peşine düşülen yolda kayboluyorlar ya da yeterince güçlü işlenemiyorlar.

Filmimizin oyunculuk alanında ise ilginç bir durumu var sözü edilmesi gereken. Ailenin babası rolündeki Dale Midkiff -hadi kibar bir dil ile ifade edelim- yetersiz bir oyun sergiliyor ve duygusuz dolu bir ifade ile abartılmış mimikler arasında gelip gidiyor, ortadaki noktalara hiç uğramadan. Anne rolündeki Denise Crosby ise en azından vasat bir düzeyi tutturmuş görünüyor. Çocukları canlandıran Blaze/Beau Berdahl (hikâyedeki kız çocuğunu ikiz oyuncular canlandırmış ama ağırlıklı olarak Blaze oynamış hikâyede) ile Miko Hughes’un oyunculukları ise bu iki yetişikin oyuncununkinden çok daha iyi; özellikle küçük olanın o tarihte iki yaşını henüz bitirmiş olduğunu düşünürsek önemli ve film adına da rahatsız edici bir sonuç bu kuşkusuz.

Kimi fazlalıklarından arındırıldığında “X-Files” dizisinin bir bölümü olabilecek ve seyredildikten sonra pek de iz bırakmayabilecek bir film bu. Amerikalıların neden “yeni evine gelen aile beklenmedik olaylar yaşar” klişesine bu kadar taktıklarını bilmiyorum ama gerek bu, gerek kızılderili mezarlığı ve gerekse “ailede bir sorun vardır” yan hikâyesi yerlerini almışlar benzerlerinde olduğu gibi. Filmdeki makyajlar ise genel havaya uygun bir şekilde “ucuz” bir görünüme sahipler ve özellikle hedeflenenin bu olduğu düşünüldüğünde başarılılar ama problem hedefin zaten yanlış olması. İşte makyajlarla elde edilen bu efektler (parçalanan insan yüzleri vs.) filmin gitgide artan bir düzeye sahip olan olumsuz anlamda rahatsız ediciliğinin de en net örnekleri. Yönetmen Lambert sonlarda kontrolü elinden kaçırmış gibi olsa da (ki burada senaryoyu ve onun tercihlerini eşit ölçüde eleştirmek gerekiyor), filmin bütününde gerekli bir düzeyi yakalamış görünüyor ve kaza sahnesinde olduğu gibi, beklenen anları bile gerilimli kılmayı başarıyor.

Yaşlı adamın babayı kızılıderili mezarlığına neden götürdüğü, gece gündüz kamyon ve tırların son süratle geçtiği bir yolun hemen kenarındaki bir evi iki küçük çocuğu olan bir adamın neden satın aldığı veya ölü bir ruhun bedenini ele geçirdiği bir çocuğa bu yetmezmiş gibi nereden çıktığı belli olmayan bir şekilde kendi yıllar önceki kıyafetini de giydirmeyi başardığı hikayenin zorlama anları da rahatsız edici. Biri hikâye sırasında, diğeri ise kapanış jeneriklerinde kullanılan iki Ramones şarkısı (“Sheena Is A Punk Rocker” ve sanırım özellikle sözleri nedeni ile en kötülere verilen alternatif Oscar ödülü Razzies’e aday olan ve grubun hayranlarının da hiç sevmediği “Pet Sematary”), ne olursa olsun zaman zaman korkutmayı ve tüm klişelerine rağmen gerilim yaratmayı başarması ve yeterince işleyememiş olsa da sevdiklerimizi kaybetmenin acısını hatırlatması ile yine de ilgi çekmeye aday bir film.

(“Hayvan Mezarlığı”)

Cujo – Lewis Teague (1983)

“Dinle beni. Canavar diye bir şey yok. Onlar sadece masallarda olur. Gerçekte canavar yoktur.”

Yarasalar tarafından ısırılınca kuduz olan ve saldırganlaşan bir köpeğin yarattığı dehşetin hikâyesi.

Stephen King’in 1981 tarihli aynı adlı romanından yapılan bir uyarlama. Lewis Teague tarafından yönetilen filmin senaryosu Don Carlos Dunaway ve Lauren Currier tarafından yazılmış. Sonundaki farklılıklar dışında romana sadık kalan film, süresini dolduracak malzemenin eksikliğini yaşadığı için zaman zaman tekrara düşen ama yine de köpeğin gitgide artan dehşetinin neden olduğu gerilimi seyircisine genellikle hissetmeyi başaran bir çalışma. Jan de Bont’un özellikle saldırı sahnelerindeki hareketli kamerası, Neil Travis’in yine özellikle bu sahnelerdeki etkileyici kurgusu ve Charles Bernstein’ın hikâyeye çok iyi bir uyum gösteren müziği ile de dikkate değer bir film bu. Ne var ki seyirciyi gerilim ve korku ile tam anlamı ile besleyebildiğini söylemek de pek mümkün değil. Teague’in yönetmenliğin saldırı sahneleri dışında bir parça silik olduğu filmin “ideolojik” tutumu ise tartışmaya hayli açık.

Her yere burnunu sokanlara ders olacak nitelikte bir sahne ile açılıyor film ve sevimli bir St Bernard cinsi köpeğin bir tavşanı kovalarken yarasalar tarafından ısırılarak kuduz olması ile hikâye başlıyor. Bundan sonrası ise köpeğin (bir başka deyişle canavarın) önüne gelene saldırarak yok etmesi şeklinde ilerliyor ve hikâyenin büyük bir kısmında da bir arabanın içinde sıkışıp kalan bir anne ve oğlunun köpeğin saldırıları karşısında hayatta kalma mücadelesini izliyoruz. Romanın orijinal sonundaki trajedi filmde tekrarlanmıyor ki Stephen King’in romanı bu olumsuz sonuçla bitirmekten sonradan pişman olduğunu düşündüğümüzde belki de doğru bir seçim bu. Tabii ki burada Hollywood’un mutlu son bağımlılığının etkisinin olduğunu da atlamamak gerek. Köpeğin öldürdüklerinin hikâyenin iki sevimsiz karakteri (biri sürekli bira içen bir serseri, diğeri karısına kötü davranan bir adam) olduğunu göz önüne alınca, romanın/filmin ahlâkçı yanı da fark ediliyor elbette ki King romanları için sıradan bir tutum bu. Filmin bu ahlâkçı tavrının ortaya çıktığı bir başka örnek de kadının “kutsal aile”ye zarar veren ihaneti. Her yönü ile mükemmel bir koca (karısına gösterdiği sevgi, çocuğuna karşı gösterdiği mükemmel bir baba rolü ve işindeki dürüstlük vs.) ve sevimli ve zeki bir çocuğa sahip bir kadın ihanet ederse, cezalandırılması gerekiyor elbette ve burada “Tanrı” filme adını veren köpeğin bedeninde veriyor bu cezayı.

Canavarlardan ve karanlıktan korkan küçük çocuğun (ki hikâye bize baba ile ilişkisinin anne ile olana göre ne kadar sağlam ve sağlıklı olduğunu vurguluyor sürekli olarak) bu korkusunun mutlu görünen yuvada bir sorun olduğunun sembolü olduğu açık. Kadının kocasını aldatıyor olması, ihaneti bir başka deyişle, aslında filmin çıldıran köpek gerilimini anlatmak dışında başka bir niyetinin olduğunun ilk göstergesi. Çocuğun korkusunun canavarlardan değil ailesini yok edecek bir şeyden (burada kadının ihanetinden) olduğunu düşünmek gerekiyor. Üstelik bu ihanetin ne kadar anlamsız (!) (mükemmel koca vs.) olduğu da ortada iken, kadının ne pişmanlığı ne de sembolik bir biçimde, arabanın içindeki kocasından bir çeşit af dilemek için “diz çökmesi” canavarların bu kutsal yuvaya uğramasına engel olamayacaktır. Filmin tüm ikinci yarısında, yuvadan “ayrılmış” olan kocanın yokluğunda yaşananlar ise kadına görevlerini hatırlatma ve ona çektirdiği acılar ile bir ders verme fırsatı gibi kullanılmış hikâyede. Ronald Reagan’ın başkan olduğu ve liberal değerlerin yerini süratle muhafazakâr değerlere terk ettiği dönemin ABD’si için anlaşılır bir tercih bu elbette. Kadının Tanrı’ya köpekten kurtulmak için yalvardığı sahnenin hemen ardından sabah güneşi ile yüzünün “aydınlandığının” gösterilmesi de benzer anlayışların sonucu olsa gerek.

Stephen King’in alkol problemi ile mücadele ettiği günlerde yazdığı kitabından beyaz perdeye uyarlanan filmde anneyi oynayan Dee Wallace ve çocuğu rolündeki ve ilk filminde oynayan küçük oyuncu Danny Pintauro rollerinin altından başarı ile kalkmışlar ve filmin tüm ikinci yarısında yaşadıkları dehşet ve korkuyu seyirciye aktarma işinin altından kalkmışlar kesinlikle. Özellikle Pintauro’nun “gerçekten” korktuğunu düşünebilirsiniz tüm o köpekli gerilim sahnelerinde. Köpeğin kuduz olduktan sonraki görüntülerindeki makyajının ve efektlerinin de hayli etkileyici olduğunu söylemek gerek. İkinci yarısında nerede ise tamamen bir arabanın içinde ve etrafında geçen filmin bunun yaratabileceği kısıtlamalardan yara almadan çıkabilmesi de dikkat çekiyor. Çok olmasa da korkutan ve gerilim yaratabilen, bir klasik olamamış ve olamayacak olsa da unutulmayacak bu King uyarlaması 1980’lerin arka planında dönemin “Yeni Sağ” ideolojisinin açık/gizli propagandasını yapmayı unutmayan örneklerinden biri. Buna boş verip, çıldıran köpekli bir korku filmi olarak rahatça karşısına geçebilirsiniz filmin; -çok ya da az- korkmak garanti.

(“Kujo”)

Salvo – Fabio Grassadonia / Antonio Piazza (2013)

“Hadi öldür beni. Sonra da onlarla git. Olduğun kişiyi değiştiremezsin.”

Bir çete liderinin tetikçiliğini yapan adamın bir adamı öldürdüğü evde kör bir kadınla karşılaşması ile birlikte kendisini sorgulamasının hikâyesi.

Sinema kariyerlerini birlikte başlatan ve öyle de sürdüren İtalyan Fabio Grassadonia ve Antonio Piazza ikilisinin ortak yönetmenliğinde çekilen film Cannes’da Eleştirmenler Haftası bölümünün büyük ödülünü almış olan bir çalışma. Sanat sinemasına yakın duran tavrı, stilinin ve oyuncuların performansının başarısı ile dikkat çeken film, başlangıçtaki başarısını sürdüremese de ve hikâyesi vaat ettiği kadar farklılaşamasa da ilgi çekici ve ilgiyi hak eden bir eser.

Grassadonia ve Piazza ikilisinin bu ilk uzun metrajlı çalışmaları öncelikle tekniği ile dikkat çekiyor. Yine onlara ait olan ve yavaş ilerleyen hikâyeyi karşımıza getirirken pek çok sahneyi nerede ise gerçek zamanlı çekmekten çekinmeyen yönetmenler, örneğin tetikçinin gittiği evde cinayeti işlemesini, öldürdüğü adamın kör kız kardeşi ile karşılaşmasını vs. hiç acele etmeden gerçek zamanı ile aktarıyor bize. Yine bu sahnede yaptığı gibi olan biteni bazen görüntünün dışında tutarak sadece sesleri dinletiyor seyirciye. Bu seçimde baş karakterlerden biri olan kadının kör olmasına bir gönderme de var elbette. Önemli bir kısmı iç sahnelerle geçen filmde yönetmenler sadece doğal ışık kullanmışlar ve bunun neticesi olarak da film çoğunlukla “karanlık” bir havaya sahip; öyle ki karakterlerin dış sahneye çıktığı anlarda onlar gibi bizim de gözümüz kamaşıyor zaman zaman. Filmin varoluşçu bir havası da var baş karakteri üzerinden kendisini hissettiren. Salvo adındaki tetikçimizi filmin ilk anlarından başlayarak bir bireysel sorgulamanın içindeymiş gibi hareket ediyor ve kör kadınla karşılaşması ile birlikte bu sorgulamayı bir karara ve aksiyona dönüştürüyor.

İtalyan grup Modà’nın “Arriverà” şarkısını sıkça dinlediğimiz ve karakterlerin kimi davranışları üzerindeki etkisine tanık olduğumuz filmdeki “aşk hikâyesi” alışageldiğimiz türden de değil açıkçası. Ne adamın ne de özellikle kadının aşkı hissetme süreci seyirci için pek net gelişmiyor ve belki tam da bu nedenle adamın davranışının arkasındaki nedeninin aşktan çok içine girdiği sorgulama sürecinin kendisi olduğunu düşünmek gerekiyor. Karanlık sahnelerinin de etkisi ile klostrofobik bir yanı da olan filmin kısıtlı diyalogları ve Saleh Bakri’nin sert ve soğuk bir oyunla etkileyici biçimde canlandırdığı karakterinin yakın plan çekimleri (özellikle onun gözlerine odaklanan kamerayı ve kadının kör olduğunu düşününce, filmin görmek ile ilgili bir derdinin de olduğunu düşünmek gerekiyor sanırım) ile zaman zaman bir spagetti western havasına sahip olduğunu da söyleyelim ama o filmlerdeki kadar öne çıkan bir biçimsel yaklaşım yok burada.

Hikâyedeki mucize ve tetikçimizin arınma/kurtuluş/yeniden doğma gibi kelimelerle ifade edeceğimiz değişimi filmimizin bir yandan ilgi uyandıran ama öte yandan ilkinde bir yere bağlanmamış olması ile, ikincisinde ise yeterince üzerinde durulmaması nedeni ile arzu edildiği kadar güçlü olmayan öğeleri. Neyse ki bu anlarda Bakri’nin ve ona eşlik eden ve bu filmle sinemaya giriş yapan Sara Serraiocco’nun oyunları açığı kapatıyor. Serraiocco’nun özellikle evde birisnin olduğunu anladığı andaki sahnedeki oyunu, yönetmenlerin mizansen becerisi ile birleşerek gerçek bir keyif veriyor seyredene. Sıkı başlayan ve etkileyici bir sahne ile sona eren film hikâyesi boyunca en çok tekniği ile yakalıyor seyirciyi ama özellikle ikinci yarısında hikâyeyi nasıl ilerleteceklerine karar verememiş gibi görünüyor Grassadonia ve Piazza. Yine de bu film görüntü yönetmeni Daniele Cipri ile birlikte yarattıkları atmosferi ile her ikisi adına da bir başarı olarak kaydedilebilir kesinlikle. Umalım ki bir sonraki filmleri hikâyesi açısından da en az tekniği kadar doyurucu olsun.

Tiffany’de Kahvaltı – Truman Capote

Truman Capote’nin “novella” türünden bu eseri Amerikan edebiyatının klasiklerinden biri. Edebiyat tarihine “Holly Golightly” karakterini kazandıran kitap sinemaya, televizyona, tiyatroya ve müzikale uyarlanmış ve hatta Deep Blue Something grubunun aynı isimli şarkısına da esin kaynağı olmuştu. Blake Edwards’ın sinemadaki uyarlamasını gördükten sonra kitabı okumak, okuma keyfini hem artıran hem de azaltan bir etkiye sahip aslında. Artırıyor çünkü çılgın, uçarı ve şaşırtıcı karakterine hazırlıklı olduğunuzda daha bir üzerinde durarak ilerliyorsunuz okurken; buna karşılık azaltıyor da çünkü Audrey Hepburn’ün filmdeki performansı o denli kalıcı bir etkiye sahip ki okuma tecrübesi boyunca okuduğunuzun önüne geçebiliyor onun görüntüsü. İşin ilginç yanı, Capote’nin pek çok farklı kadından esinlenerek oluşturduğu bu karakteri kafasında canlandırırken Hepburn’den çok Marilyn Monroe gibi bir ismi hayal etmiş olması. 1940’larda geçen kitabı 1960’lara taşıyan filmin anlatıcı rolündeki yazar adayını kitaptakinden hayli farklı oluşturmuş olduğu da dikkat çekiyor. Capote kendisinden de yola çıkarak yaratmış bu yazar karakterini ve bir bakıma o karakterin de yazar olma macerasını eşlik ettirmiş hikâyeye ama filmde kitabın bu yanı bir parça kaybolmuş görünüyordu.

Capote’nin bir “Amerikalı Geyşa” olarak tarif ettiği Holly Golightly “bir kedisi ve bir de gitarı” olan, her erkeğin sevgilisi ve hayatını erkeklerle “gezip dolaşarak” kazanan ve bir gün onlardan biri ile evlenme hayli ile yaşayan bir genç kadın. Kitap ilerledikçe onun geçmişte yaşadığı trajedileri de öğreniyoruz ama yazar usta kalemi ile kitabının hüzünlü ve uçarı havasını hiç bozmadan aktarmayı başarıyor bunları. Adeta karakterinin olumsuz hiçbir şeyin üzerine yapışıp kalmamasını sağlayan kişilik özelliği gibi o da kitabının havasını bozmasına izin vermiyor bu anlattıklarının. Holly bir yazar için çok ilginç bir karakter kuşkusuz ve kitaptaki yazar adayının aslında bir bakıma Capote’nin kendisi olduğunu düşündüğümüzde sanatçı ve yarattığı karakterin karşılaştığı bir eser olarak da görebiliriz Capote’nin bu klasiğini.

Kitapta Holly’nin söylediği ve “Uyumak istemem / Ölmek istemem / Gezmek isterim yalnızca / Gökyüzünün çayırlarında” sözlerine sahip olan şarkı benzer havası olan ama tamamen farklı sözlerle yer almıştı filmde ve Henry Mancini’nin “Moon River” adlı bu şarkısı Ocar da kazanmıştı. Hem kitaptaki sözler hem de Mancini’nin şarkısının sözleri edebiyat tarihinin bu gizemli (hikâye boyunca gizem yavaş yavaş çözülüyor olsa da, bir yeni gizemi de sürekli üreten bir karakterden söz ediyoruz) karakterine çok uygun düşüyor. Capote’nin kıvrak kaleminden çıkan benzersiz karakteri ile okunmayı hak eden bir kitap bu ve bu karakterin büyüsüne kapılmış bir yazar adayının ağzından anlatıldığı için “bir yazarın ses verdiği bir başka yazarın “hatırladığı” bir kadının hikâyesi” olarak nitelenmeyi ve ilgiyi hak eden bir klasik özet olarak.

(“Breakfast at Tiffany’s”)