Avant l’Hiver – Philippe Claudel (2013)

“Beni etkiliyordu. Geçmişe götürüyordu. En başa. Her şey başlamadan önceye”

Evlilikleri genç bir kadının varlığı nedeni ile tehlikeye giren orta yaşlı bir çiftin hikâyesi.

2008 tarihli ilk filmi “Il y a Longtemps que Je t’aime – Seni O Kadar Çok Sevdim ki” ile yönetmenlik kariyerine sıkı bir giriş yapan Philippe Claudel’in o filmde olduğu gibi yine Kristin Scott Thomas’a başrollerden birini verdiği, bu usta kadın oyuncuya bir başka usta isim Daniel Auteuil’in eşlik ettiği bir Fransız filmi. Bir parça gizem katılmış olan hikâyesi, çiftin evinden ve özellikle evin bahçesinden yakalanmış müthiş görüntüleri, hikâyeye çok yakışan müziği, iki oyuncusunun belki özellikle çarpıcı olmayan ama olgun bir performansın ne demek olduğunu gösteren oyunculukları ve sahip olunan ve alışkanlığa dönüşmüş bir “huzur” ile belki son bir “macera”nın çatışmasını inceden inceye işlemesi ile ilgiyi hak eden bir film bu. Buna karşılık filmin bir türlü yeterince güçlü bir görüntü sergileyemediğini ve hep bir şeylerin eksik kaldığı havasından kurtulamadığını da eklemek gerekiyor.

Başarılı ve çok çalışan bir cerrah, sadece evlerinin muhteşem bahçesi ile ilgilenen bir kadın… Film bu çiftten erkek olanını hayatının hiç beklemediği bir anında bir genç kadınla karşılaştırıyor ve bunun üzerinden hem çiftin görünürdeki huzur ve sevgi ortamının arkasındaki iletişimlerinin kalitesizliğini ve hem de alışkanlık/monotonluk duygusunun evliliği aslında yıpratmaya başlamış olduğunu anlatıyor bize. Bu üç karaktere, bir parça gizem/gerilim ve yan karakterler (oğulları, gelinleri, kadının kız kardeşi ve ortak yakın bir arkadaşları) katan ve yönetmene ait olan senaryo ortalama bir Amerikan filminde göreceğimizin aksine sözlerini hep düşük perdeden söylüyor (ortalama bir Fransız dram filmindeki gibi) ve zaman zaman seyirciyi karakterleri ile baş başa bırakıyor sanki. Bir başka deyişle bize, onların ne düşündüğünü ve hissettiğini onlarla birlikte keşfetmemizi söylüyor adeta. Adamın tanıştığı genç kadınla olan “ilişki”sinin tanık olduğumuz onca “yasak aşk”tan farklı oluşu bir yandan filmi farklılaştırırken diğer yandan sondaki sürprizi de (her ne kadar mahiyetini tam anlamı ile bilemiyor olsak da ortada bir gariplik olduğunu fazlası ile hissediyoruz ama, bir sürpriz duygusu var yine de filmin yaşattığı) daha anlamlı kılıyor.

Hikâyeyi iki farklı mecrada anlatmak gerekiyor belki de. Birincisi adam ile karısının evlilikleri, diğeri ise adam ile genç kadın arasındaki ilişki. Adamın sürekli tartıştığı oğlu, gelinleri ve bir torunları ile çevrelenmiş bir hayat bu. Adam çok çalışıyor, bankacı olan oğlunun işini kendi “kutsal” işi ile kıyaslayarak muhtemelen, eleştiriyor ve bir eksiklik duygusu yaşıyor olsa da sorgulamadan yaşıyor hayatını. Çalışmayan karısı ise kendisini bahçedeki işlerine ve torunu ile ilgilenmeye adamış ve kocasının temposuna ayak uydurmuş göründüğü bir hayata sahip. Genç kadının ortaya çıkışı adamı değiştirirken, kadının da kuşkulanmasına ve adamın aksine ilişkilerini ve kendi hayatını sorgulamasına yol açıyor. Adam ise aşkın fiziksel yanından bağımsız olarak, hayatının bu sonbaharında (bir başka ifade ile, kış gelmeden önce) tıpkı gençliğindeki gibi sonunu düşünmeden bir şeyler yapmanın heyecanını hissediyor ve sevgi ihtiyacının yaşı yokturu kanıtlıyor bize. Filmimiz tam da Fransız filmlerine yakışacak şekilde ama neyse ki mızmızlığın dozunu hiç kaçırmadan sergiliyor bu resmi; sesini pek yükseltmiyor, görüntülerinin de katkısı ile zarif bir şıklığı hiç elden bırakmıyor ve hayatla ilgili hep bir “filozof cümleleri” dolaşıyor ortalıkta.

Kadının psikolojik rahatsızlığı olan kız kardeşi karakterinin hikâyede tam olarak hangi amaçla bulunduğunu anlamak zor açıkçası ve çiftin oğulları ile gelini arasındaki ilişkide var olduğu hissettirilen pürüzler de benzer şekilde asıl hikâyeden ilgiyi çalıyor sadece. Çiftimizin yaşadıkları ile ilgili kimi sahneleri (kadının aldatıldığına emin olduktan sonra gelinine kendi pişmanlığından yola çıkarak onun evliliği ile ilgili öğüt vermesi, kadının kız kardeşinin rahatsızlığı sırasında ortak arkadaşları olan adamın her zor anında olduğu gibi yanında olması vs.) destekleyici içerikleri olsa da, bu yan hikâyelerin gerekliliği hayli tartışmalı. Büyük bir kısmı geriye dönüşle anlatılan filmde Denis Lenoir’ın görüntülerinin ise şık doğa görüntülerinin yanında karakterler ve olan bitenle mesafesini koruyan bir tavır takınmak gibi başarısı da var ve hikâyenin gereksiz veya abartılı duygusallıklara kapılmasına engel oluyor bu tercih. Andrew Dziedzuk’un müziği de bu kısmen mesafeli bakışı destekleyen ama içten içe kaynayan bir duygusallığı hissettiren havası ile aynı ölçüde başarılı. Kristin Scott Thomas ve Daniel Auteuil’in oyunları da bu “mesafesini koruyan tavır” içinde sergileniyor çoğunlukla. Zaman zaman minimal diyeceğimiz bir biçimde oynuyor iki oyuncu ve seyircinin “özdeşleşerek rahatlamasına” fırsat vermiyorlar ki her seyircinin tercih edeceği bir oyun tarzı değil bu kuşkusuz. Öte yandan filmin genel havasına gayet uygun bu tercih ve özellikle Scott Thomas sadeliğin beraberinde doğallığı nasıl getirdiğinin parlak bir örneğini veriyor bize performansı ile.

Yaşlı bir kadın hastasının doktora anlatığı kişisel hikâyesine kahramanımızın “sırrını” ustaca bağlayarak etkileyici bir kapanışa ilerleyen hikâye gerilimi çok daha ağır basan bir havada da çekilebilirmiş ama filmimizin hedefi bu değil. Philippe Claudel yazdığı ve yönettiği bu hikâye ile hayatlarının kışına doğru ilerleyen bir çiftin (ve özellikle adamın) sevgi ihtiyacını zarif bir şekilde anlatmayı hedeflemiş ve başarmış da çoğunlukla.

(“Before the Winter Chill” – “Kış Gelmeden”)

Appartamento ad Atene – Ruggero Dipaola (2011)

“Biz Almanlar için her zaman savaş olacak; yenilmek hiçbir şeyi değiştirmez”

İkinci Dünya Savaşı sırasında bir Nazi subayının Almanlar’ın işgali altındaki Atina’da bir Yunan ailenin evine zorla misafir olarak yerleşmesinin hikâyesi.

ABD’li yazar Glenway Wescott’un ilk kez 1945 yılında yayımlanan “Apartment in Athens” adlı romanından yapılan bir uyarlama. Amerikalı bir yazarın kitabından İtalyan bir yönetmenin çektiği, Yunanistan’da geçen, oyuncuları İtalyan, Yunan ve Alman olan ve İtalyan-Alman ortak yapımı olarak çekilen filmi sinemanın küresel örneklerinden biri saymak mümkün herhalde! İlginç çıkış noktası ile belli bir ilgiyi garantileyen ve bunu da hikâyesi boyunca genel olarak sürdüren filmin yönetmeni Ruggero Diapola’nın ilk uzun metrajlı çalışması bu. Hikâye genel olarak iki ayrı akış çizgisine sahip; bunların ilkinde evlerinde bir Nazi subayını ağırlamak zorunda kalan ailenin yaşadıkları var, ikincisinde ise ailenin erkeğinin Nazi subayı ile zamanla bir yakınlık kurması ile ortaya çıkan ve trajik bir sonu olan bir hikâye anlatılıyor. Film ilkine ağırlık verirken, ikinciyi ıskalıyor bir parça ve bir fırsatı kaçırıyor aslında. Dinamizmin gereğinden fazla kısıtlanmasının da zayıflattığı film, kusurlarına rağmen ilginç konusu, faşizmin koşulsuz itaat ihtiyacı ve baskı altındaki davranışların nitelikleri üzerine olan değinmeleri ile ilgiyi hak ediyor.

Savaştan önce okul kitapları yayınlayan bir yayınevinin sahibi olan babanın eşi ve iki çocuğu ile yaşadığı eve gelen bir Alman yüzbaşı artık bu evde kalacağını söyler ve ailenin kendi düzenlerini buna göre kurmasını ister. Bundan sonrası babanın durumu ailesini korumak için nasıl değerlendirebileceği üzerine düşünmesi ve aldığı doğru/yanlış kararlar, annenin ailenin zarar görmemesi için durumu idare etmeye çalışması, ergenliğe yeni giren kızın subaya “ilgi” duyması ve oğlanın ailede tek direniş gösteren kişi olarak duruma itiraz etmesi üzerinden ilerliyor ve sinemasal olarak yeterince etkileyici anlatılamamış olsa da kimi ilginç gelişmeleri getiriyor karşımıza filmimiz. Alman subayın adeta küçük bir Führer edalarında aileyi hizmetçi gibi kullanması, disipline sokmaya çalışması ve hemen her konuda akıl vermesi, daha doğrusu fikirlerini dikte etmesi bu aile ölçeğinde yaşanıyor gibi görünse de, aslında bir faşist liderin yönettiği toplumu kendisine biat etmeye nasıl ikna ettiğine göndermeler içeriyor daha çok. Kabullenmek, hayran olmak ve itiraz etmek arasında değişkenlik gösteren tepkiler de yine bu koşullar altında yaşamak zorunda kalan bir toplumun göstereceği tepkilerin örneği olsa gerek. Senaryo tüm bunları ortaya koyuyor ama bir türlü yeterince derinlere indiğini hissettiremiyor ve seyirciyi düşünmeye/sorgulamaya güçlü bir şekilde davet edemiyor. Ruggero Diapola’nın yönetmenliği de gerek temposu, gerek sahneleme tercihleri ile yeterince güçlü değil ve hikâyeye çok da uygun olmayan bir atalet içinde ilerliyor film zaman zaman.

Babanın subayın yaptıklarını “savaşı kazananın hakkıdır” cümleleri ile izah etmeye çalışması veya Nazi subayının onu oğluna itaati öğretmeye zorlaması gibi etkileyici sahneleri olan filmin en başarılı ve trajik anı ise kuşkusuz, subayın yaşadığı kişisel trajedisi nedeni ile duygusal olarak zayıf düştüğü bir anda babanın yaptığı hataya tanık olduğumuz sahne. Burası hem hikâyeye o ana kadar bir türlü sağlayamadığı (ama kesinlikle ihtiyacı olan) dramatik zirveyi sağlıyor hem de faşizmin çirkin yüzünü sert bir biçimde göstermesini sağlayarak seyirciyi sarsıyor. Filmin diğer sahneleri ise bu etkileyicilikte değil ve kimi sahneler de hayli basit duruyor. Örneğin açılışta, çocukların tanık oldukları bir katliamı birbirlerine anlattıkları sahne filmin geri kalanı ile tematik açıdan nerede ise hiçbir bağ taşımıyor ve öylesine çekilmiş gibi duran mizanseni ile başarılı da değil üstelik.

Kurbağa ile akrebin o çok bilinen ve “elimde değil, benim doğam bu” sözleri ile biten hikâyesinde olduğu gibi, bir faşistin doğasından asla vazgeçemeyeceğini sergileyen filmde uluslarası kadro üzerine düşeni yapıyor ve oyunculuk açısından çok çarpıcı olmasa da başarılı performanslar veriyorlar. Vladan Radovic’in sepya renkleri tercih ettiği başarılı görüntüleri, kimi sahnelerde biraz ayrıksı dursa da Enzo Pietropaoli’nin trajik havalı müziği ve havada hep asılı duran (ama sinemasal olarak yeterince değerlendirilemeyen) gerilimi ile ilgi gösterilebilecek bir film.

(“Apartment in Athens” – “Atina’daki Ev”)

Broken – Rufus Norris (2012)

“Sadece iyiliğini almak istiyorum… Sadece iyiliğinin bana geçmesini istiyorum… Sadece iyiliğini istiyorum senden…”

Evinin önünde meydana gelen bir şiddet olayına tanıklık eden kızın değişen hayatının hikâyesi.

Daniel Clay’in Harper Lee’nin ünlü “To Kill A Mockingbird – Bülbülü Öldürmek” romanından esinlenen ve film ile aynı adı taşıyan romanından uyarlanan bir film. İngiliz Rufus Norris’in ilk yönetmenliği olan çalışmada, baba rolündeki tecrübeli oyuncu Tim Roth’un yanında, filmin kahramanı genç kızı canlandıran ve ilk kez bir filmde rol alan Eloise Laurence var ve filmin en büyük cazibesini de onun performansı sağlıyor. Filmin açılış ve kapanışındaki şarkıları da seslendiren yetenekli genç oyuncunun başarısının yanında, hikâyenin “başarısız aileler” üzerine gösterdikleri ve düşündürdükleri ve işçi sınıfından kimi manzaraları karşımıza getiren bir sosyal dram havasını taşıması gibi artıları da var. Ne var ki aksiyonunun fazlalığı ve zaman zaman bir Amerikan aile filmi havasına bürünmesi filmi zayıflatıyor ve kalıcılığı mümkün kılacak bir derinliğe ulaşmasına engel oluyor.

Hemen açılışta ani bir şiddet sahnesi üzerinden etkileyici bir “rahatsız edicilik” ile başlayan film bu çarpıcılığını sürekli kılamıyor ne yazık ki ve bu odağını bulamama durumu filmin başka alanlarda da kendisini gösteren bir genel problemi. Bir yandan bir aile dramı anlatacak gibi dururken buna zıt düşen bir sertliğe bürünüyor bazen veya bir kızın “büyüme” macerasına odaklanır gibi dururken öte yandan İngiliz toplumunda “başarısız olmuş aile kurumu” veya modern hayatın içindeki şiddet gibi unsurlar birden asıl hikâyenin epey önüne geçebiliyor. Filmde temelde üç aile var: İlki genç kızın erkek kardeşi ve babası ile yaşadığı ve kendilerine bir bakıcı kadının eşlik ettiği aile. Anne başka bir adam için kocasını ve çocuklarını terk etmiş. Annenin hikâyede hiç görünmemesi senaryonun zayıf yanlarından biri açıkçası ve filmin başka alanlarda da aksayan gerçekçilik duygusuna zarar veriyor. İkinci aile ciddi psikolojik problemleri olan bir genç oğulları olan ve bu durumla nasıl baş edeceklerini bilemeyen bir anne ve babadan oluşuyor. Son aile ise annenin ölmesi ile üç kızını tek başına bakmaya çalışan ama tüm sevgisine rağmen bunda epey bir başarısız görünen bir adam ve kızlarından müteşekkil. Tüm bu ailelerin her birinin hikâyesi kendi başlarına epey çekici aslında ama tümünün aynı hikâyeye yedirilmesi filmin asıl derdinin ne olduğu konusunda pek de cevabını bulamayan sorulara yol açıyor.

Her ne kadar “tanık olduğu şiddet ile hayatı değişen genç bir kızın hikâyesi” olarak kendisini konumlandırıyor olsa da, film sanki daha çok bir genç kızın büyüme sancılarını anlatmayı ve bundan bağımsız bir şekilde toplumdan şiddet manzaraları sergilemeyi tercih eder bir havada ilerliyor. Evet, film bir yandan da ergenliğe doğru giden bir kızı getiriyor karşımıza; ilk öpücükleri, kalp kırıklıkları, korkuları ve bir yandan henüz çocukluğun o huzur sağlayan bir büyüğe sığınabilme duygusunu yitirmemeye çalışan ama diğer yandan özgürlüğünü talep etmeye başlamanın çelişkileri ile yaşayan bir kızı. Bu kadar farklı temayı bir arada tutmaya çalışan Mark O’Rowe imzalı senaryo doğal olarak dağılıyor bir süre sonra ve toparlamayı da filme gereğinden fazla bir sertlik getiren şiddet sahneleri ile yapıyor. Her ne kadar sondaki dozu yine kaçmış melodramatik “kilisede terk etme” sahnesi ile dengelenmeye çalışılmış olsa da, şiddetin dozu doğru değil kesinlikle.

Filmin ilgi gösterilmeyi hak etmesini sağlayan unsurları da var elbette. Bunların başında genç oyuncu Eloise Laurence geliyor. Hikâyenin yükü onun omuzlarında ve o kadar iyi taşıyor ki bu yükü keşke senaryo ona daha da konsantre olsaymış diye düşünüyorsunuz. Babası rolündeki güçlü oyuncu Tim Roth ise onca sahnesine rağmen senaryonun gazabına uğramış ne yazık ki ve kendisini gösterebileceği hemen tek bir orijinal sahnesi yok. Diğer tüm oyuncular başarılı kasting çalışmasının sonucu olarak rollerine iyi oturmuşlar ve başarılı bir takım oyunu sergiliyorlar göründükleri tüm sahnelerde. Burada özellikle, kızlarına düşkün, her konuyu şiddet üzerinden çözme alışkanlığını taşıyan adamı oynayan Rorry Kinnear’ın adını vurgulamak gerekiyor başarılı performansı nedeni ile.

Sevmeyi çok isteyen ama bunu beceremeyen karakterlerin şiddetle çevrili bir ortamda geçen bu hikâyeleri aile kurma ve aile olarak kalabilme üzerine modern toplumun yaşadığı zorlukları hatırlatması ile önemli bir yandan da. Diğer temaların arasında zaman zaman kaybolsa da önemli ve hikâyenin ne yazık ki arada onca trajedi ve şiddet ile örtmesine rağmen takip edebilenler için ilgi çekici bir alan bu ve filme de “renk” katıyor. Filmi renklendiren bir yanı da, yeterince değerlendirilmemiş görünen mizah duygusu; örneğin genç kızın babasından farklı yöntemlerle yeni bir telefon istediği anlar hayli eğlenceli, bu anlar tüm o şiddet ile hayli ters düşüyor olsa da. Keşke Rufus Norris bu ilk filmini bu kadar çok “şey” barındıran bir yapıdan arındırabilse ve çok fazla Amerikan kokan ve uzayan “kilisede babaya veda etme” sahnesi gibi anlardan kurtulabilseymiş. Ne var ki tüm kusurlarına rağmen görülmeyi hak eden bir film bu. Filmin bir büyüme hikâyesi anlatırken, büyüyünce içine girilmek zorunda kalınacak dünyanın korkunçluğunu -fazlası ile- hatırlatması gibi bir erdemi de var üstelik.

(“Koşulsuz Sevgi”)

Trance – Danny Boyle (2013)

“Seçim senin. Hatırlamak mı istiyorsun, unutmak mı?”

Bir tablonun çalınmasına karışan bir müzayedecinin tablonun yerini bulmak için hipnoz seanslarına başlaması ile gelişen olayların hikâyesi.

“Slumdog Millionaire – Milyoner” filmi ile Oscar kazanan, 2012 Londra Olimpiyatları’nın açılış ve kapanış törenlerinin yönetmeni Danny Boyle’dan gizem ve bir parça da mistizm de barındıran bir suç filmi. Bir bilmece havasındaki filmin senaryosunu Joe Ahearne’in orijinal hikâyesinden Ahearne ve John Hodge birlikte yazmışlar. Bu bilmece havası filmin hem güçlü hem de zaman zaman ortada bir bilmece olduğunu yeterince etkileyici biçimde hissettiremediği için zayıf yanını oluşturuyor. İngiltere, ABD ve Fransa ortak yapımı olarak çekilen filmde James McAvoy, Rosario Dawson ve Vincent Cassel başrollerde yer alıyorlar. Zekâya hitap eden (dolayısı ile seyirciyi de zorlayan) bir film olmakla ticari sinemanın gerekleri (seyirciyi fazla zorlamamak) arasında sıkışmış görünen film müzik bandındaki sıkı şarkılardan aldığı destek, sağlam tekniği ve ilginç konusu ile yine de ilgiyi hak eden bir çalışma. Bilinçaltı, hipnoz, bilmece, gizem vs. derken arada “gerçekçilikten” uzaklaşmak gibi bir kusuru da olan hikâyenin seyri çekici olabilir çoğu sinemasever için.

Danny Boyle’un filmini hem tekniği hem de hikâyesi açısından aynı ifadelerle beğenmek/eleştirmek mümkün. Farklı kamera açıları, arada siyah ve beyaz görüntüler ve etkileyici müzik kullanımı gibi unsurlarla seyirciyi teknik açıdan filme bağlamayı biliyor Boyle ve tempolu ve yağ gibi kayan bir anlatımla karşımıza getirdiği açılıştaki soygun sahnesi gibi anlarla da seyircinin ilgisini hep üzerinde tutmayı başarıyor. Hipnoz seanslarındaki görsellik de benzer şekilde ve dozunda tutulmuş rüya havaları ile çekici kesinlikle. Ne var ki film bu teknik öğelerin arasında zaman zaman bir kaosa da düşmüyor değil. Boyle’un ustalığı bu kaosun kafa karıştırıcı ve gereğinden fazla göz boyayıcı olmasını engelliyor neyse ki. Aynı şekilde, filmin hikâyesi de bilmece havası ile hem etkiliyor hem de bir parça inandırıcılığını sorgulatıyor. Gerçeğin ne olduğu hikâye boyunca genellikle akıllıca değişirken, seyirci ortada bir bilmece olduğunu gerçekler değişmeye başlayınca fark ediyor ve bu da bir yandan sürprizlerin gücünü artırırken öte yandan seyirciyi bir karakterin filmde söylediği gibi “ideal bir dünyada…… vaktimi boşa harcamazdım” cümlesini söylemeye teşvik ediyor yarattığı gereksiz kaos ve karmaşa ile.

Odağında Goya’nın “Havadaki Cadılar” tablosunun olduğu film aralarında Rembrandt’ın “Taberiye Gölü’nde Fırtına” ve yine Goya’nın “Çıplak Maya” adlı tablolarının da bulunduğu başka klasik resimleri de hikâyesinin parçasını yaparak ilgi topluyor. Özellikle “Çıplak Maya” tablosu filmde hayli önemli bir sahnenin de anahtarı konumunda ve hikâyenin bu klasik sanat eserlerini seyircinin ilgisini çekecek şekilde gündemine almasını takdir etmek gerekiyor. Keşke hikâye bu başarısını trans halinin sinemasal karşılığı olmayı hedeflediğinde de gösterseymiş diye de eklemek gerekiyor burada. Filmde o kadar çok trans (hipnozun sonucu olarak) sahnesi var ki bir süre sonra monotonluğa düşülüyor ister istemez. Özellikle “kötü adamlara” hipnoz yapılan bir sahne var ki Boyle bizden gülmemizi mi bekliyor (James McAvoy’un canlandırdığı karakterin yaptığı gibi), yoksa ciddiye alınmayı mı bekliyor, anlamak güç. Finale doğru taşlar yerine oturunca anlıyorsunuz ne olup bittiğini ama o zamana kadar hipnoz seanslarını yapan kadının gücünün zekâsından mı, bilimsel bilgisinden mi geldiğini, yoksa bir takım mistik güçlere mi sahip olduğunu anlamakta zorlanıyorsunuz ki bu da filmin lehine olan bir durum değil kuşkusuz.

Filmin erotizm ve tutku konularında da sıkıntısı var. Kadın terapist (Rosario Dawson) ile Vincent Cassel’in oynadığı “kötü adam” arasındaki aşk, tutku ve şehvet gerçekçiliğin o kadar uzağında ki hikâyeye zorlama bir erotizmin çekiciliğini katmaktan başka amacı yokmuş gibi görüyor bu unsurun. Neyse ki gerek bu sahneleri gerekse filmin pek çok anını parlatan oyuncuları durumu kurtarıyor. Özellikle McAvoy ve Dawson performansları ile filmin kaosa dönmeye yüz tuttuğu ve gerçeklikten kopmaya başladığı anları varlıkları ile canlı ve çekici tutmayı başarıyorlar. Vincent Cassel senaryodaki en zayıf diyalogların sahibi olarak belki de daha zor bir işin altından kalkıyor ve en azından aksamayan bir oyunculuk sunuyor. Danny Boyle’un kendisinin ise usta bir görsellik yönetmeni olmasından kaynaklanan ve hiper-aktifliğin (hem fiziksel hem düşünsel olarak) usta bir sunucusu olmasının sonucu olarak filme çekicilik kattığı kimi tercihleri var. Örneğin James McAvoy’un kameraya (seyirciye) konuştuğu kareler gereksiz bir sanatsal özentinin sonucu gibi görünmeyip, aksine seyirciyi doğrudan filmin içine alma aracı olan bir oyun olarak gösteriyor kendini.

Hitchcock “Spellbound – Öldüren Hatıralar” filminde hafızasını kaybedip kendisini başka birisi zanneden bir adamın hikâyesini anlatırken filmdeki düş sahneleri (ki yapımcı Selznik tarafından acımasızca kısaltılmış sahnelerdir bunlar) için gerçeküstücü ressam Dali’den yararlanmıştı. Burada ise Boyle klasik dönemin ustalarının tablolarını hikâyesinin bir parçası yaparak “entelektüel” seyircinin gönlünü almayı başarıyor. Boyle’un enerjisini seyirciye geçirmeyi başardığı film, ilgiyi hak eden ve sevaplarının günahlarına ağır bastığı bir film, özet olarak.

(“Trans”)