Billion Dollar Brain – Ken Russell (1967)

Billion Dollar Brain“Tanrım, bizlere inanç ver. İnançsız komünist düşmanlarımızla savaşmak ve onları ezip yok etmek için bizlere güç ver. Bize cesaret ve azim ver. Ve asla amacımızdan sapmamıza izin verme”

Eski bir İngiliz casusunun, kendisini komünizmi ortadan kaldırmaya adamış bir örgütle giriştiği mücadelenin hikâyesi.

Len Deighton’un aynı adlı romanından uyarlanan film, ajan Harry Palmer karakterini karşımıza getiren üçüncü sinema eseri. Daha önceki iki filmde (“The IPCRESS File – Ani Tehlike” ve “Funeral in Berlin – Cehennem Dönüşü”) olduğu gibi başrolde yine Michael Caine’in yer aldığı çalışmanın yönetmen koltuğunda İngiliz sinemacı Ken Russell var, senaryo ise John McGrath’ın imzasını taşıyor. Zaman zaman Russell’ın çılgın mizansen anlayışından izler taşısa da, yönetmenin kariyerindeki diğer filmler ile kıyaslandığında çok daha “normal” duran bu film, olay örgüsünü ve karakterlerini geç toparlaması ve normallik ile çılgınlık arasında, iki tarafı da yeterince tatmin etmeyecek bir noktada durması ile çok da güçlü bir görünüm sergileyemiyor. Yine de Russell’In elinden çıktığı belli olan sahneleri, Caine’in “cool” tavırlı oyunu, filmin çekiminden kısa bir süre sonra, henüz yirmi beş yaşındayken ölen Françoise Dorléac’ın güzelliği ve sinema meraklılarının keşfettiklerinde keyif alacakları Sergei M. Eisenstein göndermeleri ile ilgiyi hak ediyor.

Film hayli keyifli bir jenerik çalışması ile açılıyor ve on dört James Bond filminin jeneriğini de hazırlamış olan Maurice Binder’ın bu çalışması filme iyi bir giriş yapmanızı sağlıyor. Richard Rodney Bennett’a it olan orijinal müziğin jeneriklere eşlik eden bölümü de taşıdığı tipik 1960’lar havası ile bu keyfi artırıyor kesinlikle. Ne var ki film bu sağlam girişten sonra, nerede ise ilk yarısının sonuna kadar hayli dağınık ilerliyor ve olay örgüsünü, kimin amacının ne olduğunu tıpkı ajan Palmer karakteri gibi seyirci de pek anlayamıyor. Yönetmen Ken Russell kendisinin ve senarist McGrath’ın Len Deighton’un kitabını pek de anlamadıklarını ve bu nedenle anladıkları kısımlarına odaklanmayı tercih ettiklerini söylemiş daha sonraki bir tarihte ve açıkçası bu “itiraf”ın gerçekliğini özellikle ilk yarıda hayli yakından hissediyorsunuz. Bu dağınık ilk yarıyı Caine ve Dorléac’ın varlığı da pek kurtaramıyor ve film için doğal olarak olumsuz bir hava oluşuyor seyreden üzerinde. İkinci yarı ise “çılgın anti-komünist işadamı”nın damgasını vurduğu ve daha Ken Russellvari mizansenli anları ile hareketleniyor ve tam anlamı ile olmasa da hem eğlenceli hem heyecan verici olmayı başarıyor film.

Sonraki yılların iki ünlü sinema oyuncusuna dönüşecek olan Donald Sutherland ve Susan George’un çok küçük rollerde yer aldığı film, soğuk savaş döneminde çekilmesine rağmen Sovyetler’i değil, çılgın işadamı karakteri üzerinden Batı’yı eleştiri/alay konusu yapması ile de dikkat çekiyor. Russell’ın damgasını en bariz hissettiğimiz sahnelerden birinde, bu işadamının liderliğini üstlendiği “Özgürlük Kardeşleri” örgütünün üyeleri bir histeri nöbetindeymiş gibi Sovyet liderlerinin (Lenin, Stalin vs.) posterlerini yakarken gösteriliyor ve Russell’ın çılgın kamerası onların bu halinin çılgın komikliğinin altını çiziyor kalın çizgilerle. İşadamının ordusunun Letonya’yı işgale giderken, buz tutmuş deniz üzerinde yaşadıkları (Rus yönetmen Eisenstein’ın 1938 tarihli ünlü klasiği “Aleksandr Nevskiy” filmine açık bir gönderme bu sahne) veya finalde Rus istihbaratının İngiliz istihbaratına attığı kazık, filmin anti-Sovyet bir tutumdan özenle kaçındığının göstergeleri. Bir tür anti-Bond olarak nitelendirebileceğimiz Harry Palmer karakterinin kahramanı olduğu film Bond filmlerinin aksine bu karakteri pek de olağanüstü işler becerirken göstermiyor bize. Öyle ki çılgın işadamının hakkından gelinmesinde asıl pay Rus ordusunun ve özellikle Letonya’daki istihbaratın başındaki Rus generalin oluyor. Film komünizm karşıtlığını sıkı bir alay konusu yaptığı gibi, bu karşıtlığı hikâyesinde faşizm ile özdeşleştiriyor ve örgütün sembolünü Naziler’in gamalı haçından esinlenerek tasarlarken, örgütün ordusunu da tam da faşist devletlerin törenlerinde tanık olabileceğimiz sahneler içinde gösteriyor bize. Özetle, Amerikalıların anti-komünist cumhuriyetçilerinin (filmdeki işadamı elbette Teksaslı!) faşizan karakterlerini sağlam bir şekilde aşağılıyor Russell bu filmde.

Filmin yeterince başarmış görünmediği mizah anlarından hatırlanmaya değen pek fazla yok maalesef. Mel Brooks’un veya ZAZ üçlüsünün (David Zucker, Jim Abrahams ve Jerry Zucker) filmlerinde görmeye alıştığımız türden bir esprisi olan “kar temizleme aracı” sahnesi (ki filmde bu türden tek sahne olarak seyirciyi hazırlıksız da yakaladığından kısa ama sıkı bir kahkaha attırıyor) ve “kolları çok uzun, kini ise sonsuz” olan çılgın işadamının nutuk anlarından çok daha fazlasına ihtiyacı varmış filmin kesinlikle, bir eğlence kaynağı olabilmesi için. Caine ve Dorléac dışında da güçlü oyuncuları olan film (Karl Malden’ın yanısıra filme asıl damgasını vuran yan karakterleri canlandıran Oscar Homolka (Rus general) ve işadamı rolündeki Ed Begley oluyor) finaldeki “buzda fiyasko sahnesi” ile hem Ken Russell’a yakışan bir kapanış yapıyor hem de baş kahramanını öne çıkaramamasını bu eğlenceli sahne ile affettiriyor nerede ise. Evet, Palmer karakteri hak ettiği kadar öne çıkamıyor hikâyede ve bu durum filme iki şekilde zarar veriyor: Öne çıktığı sahnelerdeki “cool” oyununun kanıtladığı gibi Caine aslında filme çok daha fazla seyir zevki katabilirmiş ve hikâye bir odak noktasının eksikliğini hissettiriyor sık sık.

Kusurlarına rağmen, Russell’ın kariyerindeki bu ikinci sinema filmi fena halde (olumlu anlamda) 1960’lara ait olmak gibi cazip yanı ile de ilgi çekmeye aday. Müziğinden renk kullanımına, kamera hareketlerinden eğlenceli ve gösterişli havasına ve zum kullanımına kadar pek çok öğe 1960’lar nostaljisi yaşamak isteyenler için ideal bir aday yapabilir bu filmi.

(“Milyonluk Beyin”)

Cloud Atlas – Tom Tykwer / Andy Wachowski / Lana Wachowski (2012)

cloud atlas“Hayatlarımız bize ait değil. Beşikten mezara kadar başkalarına bağlıyız. Geçmiş ve gelecek. Ve işlediğimiz her suç ve yaptığımız her iyilikle, geleceğimize can veriyoruz”

Geçmiş, bugün ve gelecekte yaptığımız her hareketin, aldığımız her kararın diğerlerini nasıl etkilediğinin hikâyesi.

Dev kadrolu ve büyük bütçeli bu Amerikan – Alman ortak yapımı David Mitchell’ın 2004 tarihli aynı isimli romanından uyarlanmış. Senarist ve yönetmen koltuğunda ise aynı üç isim var: Andy Wachowski, Lana Wachowski ve Tom Tykwer. Wachowski kardeşler ve Tykwer, temel olarak altı farklı zamanda geçen filmin bölümlerini paylaşmışlar ve 1849, 2144 ve 2321 yıllarında geçen bölümleri Wachowskiler, 1936, 1973 ve 2012 tarihinde geçen bölümleri ise Tykwer yönetmiş. İnsanın varoluşu, yüzyıllara yayılan “kelebek “etkisi, iyi ile kötünün çarpışması ekseninde ilerleyen, bu çarpışmanın hiç bitmeyeceğini ima eden ama umudu da koruyan film elbette öncelikle ve nerede ise sadece görselliği ile büyülüyor seyircisini. Kuşkusuz zengin kadrosunun da (Tom Hanks, Halle Berry, Hugo Weaving, Jim Broadbent, Jim sturgess, James D’Arcy, Susan Sarandon, Hugh Grant vs.) seyirci için bir cazibe yarattığı film, altı farklı hikâyeyi (kimilerini doğrudan ve tema olarak tamamını birbirine bağlayarak) anlatması, onca gösterişin ve epik anlatımın zaman zaman temaların önüne geçmesi ve kimi dağınık anları ile şu soruyu da sorduruyor maalesef: New Age tarzı bir felsefe için bunca gürültüye, ihtişama ve sürekli olarak kendi görkemi ile övünen bir filme gerek var mıydı?

Yaklaşık üç saatlik bir sürede anlatılan hikâye(ler)de, oyuncuların çoğu birden fazla rolü (Tom Hanks örneğinde olduğu gibi altı farklı rolü canlandıran oyuncular da var) canlandırmış ve üstelik aynı oyuncu farklı ırklara ve hatta cinsiyetlere sahip karakterleri oynamak gibi zor bir işi de üstlenmiş. Kimi hayli başarılı (kimi ise eğreti duran) bir makyaj çalışması epey yardımcı olsa da ve yönetmenler aksiyondan trajediye, komediden drama uzanan hikâyeleri anlatmak için hareketli bir kamerayı tercih etse de ve görsellik zaten hemen her zaman önde olması ile herhangi bir aksamanın üzerini kalın bir örtü ile örtse de, yine de oyuncuları takdir etmek gerekiyor performansları için. Yaklaşık 300 yıllık bir zaman dilimine yayılan hikâyeler ve tekrarlanıyor olsa da temaların bolluğu filmin seyrini biraz zorlaştırıyor açıkçası ama bunun meraklıları için bir problem olmayacağını düşünüyorum. Özellikle bir devrim ikonuna dönüşen “Koreli garson kız”ın ağzından duyduğumuz ve açıkçası pek de derin olduğunu söyleyemeyeceğimiz felsefe kırıntıları görsellik ve dinamizm ile birleştiğinde, sonuç meraklılar için yeterli bir içerik vaat ediyor ki film de temel olarak onları hedeflemiş görünüyor. Yoksa, filmin bir felsefe tartışması üretmek gibi bir derdi yok kesinlikle (varsa da, sonuçsuz olduğunu söyleyelim bunun).

Müthiş set ve kostüm tasarımlarına sahip olan, sanat yönetmenlerinin işlerini hayli iyi yapmış göründüğü filmin hikâyesi kimi doğrudan kimi dolaylı olarak pek çok gönderme içeriyor, tam da bu tür filmlerden bekleneceği gibi. Tam da beklendiği gibi diyorum, çünkü bu tür göndermeler hem seyirci için bir “oyun” kaynağı olarak ilgiyi ayakta tutmaya yarıyor hem de insanoğlunun varlığı üzerine değinmeleri olan bir hikâyenin o insanoğlunun tarih boyunca ürettiklerinden oluşan birikime yaslanması pek de yanlış bir şey değil kuşkusuz. Sovyetler’deki komünizm döneminde yazdığı ve totaliter yönetimleri ve bu yönetimler altında acı çeken bireyleri anlattığı eserleri yüzünden başı yönetimle derde giren Aleksandr Solzhenitsyn’den Wachowski kardeşlerin kendi eserleri olan “Matrix” filmine pek çok referansı var filmin. Özellikle bu ikincisi kimi sinemaseverler için hayli eğlenceli anlar yaratıyor: Matrix’teki Neo’yu andıran bir “devrimci” karakteri, Keanu Reeves’e benzemesini sağlayan makyajı ile Jim Sturgess oynarken, “Matrix” filminden fırlamışa benzeyen bir takip sahnesinde, Neo’nun belalısı Ajan Smith’i oynayan Hugo Weaving bu devrimcinin peşinden koşturuyor.

Filmin “insan hakları” açısından doğru bir noktada durduğunu da söylemek gerekiyor. Kırık bir eşcinsel aşk hikâyesinin yanısıra, garson ve köle karakterlerinin isyancı ruhu ateşlemesi ve “yasadışı” göçmenlerin tarafında durmayı seçmesi filmin lehine tercihler olmuş kesinlikle. Filmin “eğer yapmayı kafasına koyarsa, herkes sınırları aşabilir” gibi yüzeysel felsefe cümleleri bir yana, “doğal” düzene karşı isyana çağırması ile de dikkat çekiyor bu eser ve daha da önemlisi isyanın (devrimin) sürekliliğine atıfta bulunarak doğru bir iş yapıyor. Girişte sorduğum, filmin derdini anlatmak için bunca gösterişe ihtiyacı var mıydı sorusunun cevabı benim açımdan kesin bir hayır olsa da ve hikâyesi derinlik iddiasının aksine sık sık klişelere kendisini kaptırsa da, özellikle sinemada “büyüklük”ten hoşlananların bayılacağı film ilgiyi hak ediyor.

(“Bulut Atlası”)

The Red Robin – Michael Z. Wechsler (2013)

the red robin“Bir canavar, çocuklarını ölesiye seviyor olsa da, yine de bir canavardır”

Ağır hasta ve Nobel ödüllü bir psikiyatrist olan babanın doğum günü için bir araya gelen bir ailenin sırlarının ortaya dökülmesinin hikâyesi.

Michael Z. Wechsler’ın yazdığı ve yönettiği bir Amerikan yapımı. Tekinsiz bir atmosfer yaratmaya soyunan ve “bir araya gelen ailede sırlar ortaya dökülür” temalı filmlerden bu atmosferi ile farklılaşmaya çalışan film bunu her zaman başaramasa da ilgi çekmeyi beceriyor. Çoğunlukla bir evin içinde geçen ve bol diyaloglu havası ile, oyuncularının performansına dayalı o “küçük” filmlerden biri olarak da nitelendirilebilecek olan çalışma, bir babanın kendi doğruları/inançları doğrultusunda çocuklarını koruma ve yardımcı olma çabası ve ebeveyn olmak üzerine düşündürdükleri ile de ilgi çekebilir.

Karlı bir kış gününde, ebeveynlerinin evinde, babalarının doğum günü için toplanan dört kardeş. Nobel ödüllü ünlü bir psikiyatrist olan baba (Judd Hircsh), ona bağlı bir anne (Caroline Lagerfert) ve onların biri biyolojik, diğerleri evlat edinilmiş dört çocukları: Ailenin en büyük çocuğu olan ve meslek olarak babasının izinden giden Leonard (Joseph Lyle Taylor), korku romanları yazan ve psikolojik sorunları olan Tommy (Ryan O’Nan), onun biyolojik kız kardeşi olan ve fotoğrafçılık yapan Julie (Jaime Ray Newman), kemancı Harry (C.S. Lee). İşte bu bireylerden oluşan aile, Tommy’nin kurtulamadığı ve anlamını sürekli sorguladığı kâbusların yarattığı gerilimle tetiklenen ve sonunda tüm sırların ortaya döküldüğü saatler geçiriyorlar birlikte. Yönetmen/senarist Michael Z. Wechsler benzer temalı aile filmleri ile psikolojik gerilimi harmanlamayı denemiş bu filmde ve gerçeğin ne olduğunu merak konusunda da çoğunlukla seyirciyi elinde tutmayı başarmış. Hikâye boyunca Tommy’nin soruları ve bu soruların hem kaynağı hem de cevapsız kalmaları sonucu nedeni olan bunalımları, gerçeğin ne olduğunu ortaya çıkarırken, birlikte bir ömür geçiren bireyler arasında bile ne denli büyük sırların olabileceğine de tanıklık ediyoruz. Wechsler’in senaryosu bu temelde altı (ve sonradan eklenen “asker” ile yedi) karakter arasındaki gerilimi ve ilişkileri kimi zaman kuvvetli kimi zaman zayıf bir biçimde işliyor açıkçası. Harry ve Julie karakterleri onca sahnelerine rağmen örneğin, hep birer gölge olarak kalıyor ve Harry karakteri adeta filme zoraki yedirilmiş gibi duruyor. Hani filmden tamamı ile çıkarılsa, olumlu/olumsuz bir değişiklik olmayacakmış bile denebilir. Büyük oğulun diğer kardeşlere karşı hissettiği kıskançlık ise havada hep asılı duran gerilimin kaynağı olarak iyi akıl edilmiş ve tasarlanmış ama sonlarda bu derece net dile dökülmesi fazla “tiyatrovari” bir sonuç vermiş.

CIA, soğuk savaş, komünizm ile mücadele ve zihin kontrol deneylerini de içine alarak ilerleyen ve Edmund Choi’nin müziğinden de sağlam bir destek alan hikâyenin sıradan bir aile içi yüzleşmenin ötesine geçmesi filmi ilgiye değer kılan unsurlardan biri. Belki çok etkileyici olamıyor bir türlü ama yine de ebeveynlerin konumları, toplumsal statüleri ve (bu hikâye özelinde) meslekleri ne olursa olsun, çocuklarını sevmek ve onlar için en iyisini yapmak için nasıl didindiklerini ve başarısız olduklarında yaşanabilecekleri hatırlatması da özellikle ebeveynlerin ilgisini çekebilir filme. Seven bir baba “canavar” olabilir mi, hayli ilginç bir soru örneğin ve babanın filmde söylediği gibi “ailesinde başarısız olan hayatta da başarısız” mıdır üzerine düşünme fırsatı da sağlıyor film. Kişisel olarak, itirafların hep o son ana (burada babanın kanserden ölmek üzere olduğu ana) bırakılmasının trajik etkisini de hissettim filmde ki gerçek hayatta da hayli önemli bir husus olsa gerek bu.

Tüm oyuncularının iyi bir takım oyunu sergilediği, gerçeğin aslında ne olduğu konusunda genel olarak gizemini koruyabildiği ve karanlık bir atmosferin kurulabildiği film ilgiyi ve ABD’nin günahlarına değinmeleri ile de takdiri hak ediyor. Babanın iyi niyetle yaptıklarının bedelini ödeyen çocuklar ve devletlerin “iyi niyetlerle” yaptıklarının bedelini ödeyen vatandaşları özdeşleştiren içeriği ile de önemli olabilecek bir çalışma bu.

(“Altered Minds” – “Kırmızı Robin”)

The Duchess – Saul Dibb (2008)

The-Duchess“Korkarım, hayatta bazı şeyleri çok geç, bazılarını da çok erken yaptım”

On sekizinci yüzyıl İngiltere’sinde bir düşesin mutlu(suz)luk hikâyesi.

İngiltere tarihinden gerçek karakterleri ele alan, Amanda Foreman’in “Georgiana, Duchess of Devonshire” kitabından Jeffrey Hatcher, Anders Thomas Jensen ve Saul Dibb tarafından uyarlanan ve Dibb’in yönetmenliğini üstlendiği film İngiltere – İtalya – Fransa – ABD ortak yapımı olarak çekilmiş. Hikâyesini karakterlerinin aşk hayatları ve mutluluk arayışları üzerinden anlatmayı tercih eden ve kostümlü dramaların “ağır” havasından genel olarak uzak durmayı başaran film Keira Knightley ve Ralph Fiennes’in varlığı ve performansı ile dikkat çeken ve rahat seyredilen bir yapım ama benzerlerinden çok da farklılaşmayan biçim ve içeriği nedeni ile kalıcı bir etki yapacak güçte de değil.

İngiliz soyluların tarihi sinemaya epey bir malzeme çıkardı ve daha da çıkaracağa benziyor. Talihsiz İngiliz Prensesi Diana’nın aile bağlarını taşıdığı talihsiz İngiliz düşesi Georgiana’nın aşk hayatını anlatıyor film temel olarak ve bunu yaparken de iki baş oyuncusunun parlak oyunları ile kendisini ilgi ile seyrettirmeyi başarıyor. Kostümlü dramaların doğal ağır havasından oyuncularının performansı ve Saul Dibb’in dinamik anlatımı ile kendisini sıyırmış görünen filmin ilgiyi hak eden yanlarından biri dönemin koşulları içinde bir kadının toplumun kendisi için çizdiği sınırların dışına çıkma çabasını karşımıza getirmesi. Bunu yaparken iki farklı kanalda ilerleyen film, aşk/cinsellik ve siyaset/iktidar alanlarındaki mücadelelerin ilkini derinlikli ve incelikli ama ikincisini yetersiz bir biçimde ele alıyor. Aldatılması normal karşılanan (dönemin ikiyüzlü ahlâk anlayışından çarpıcı anlara tanık oluyoruz hikâye boyunca) ama kendisinden cinsellik ve aşk alanlarındaki tüm özgürlükler esirgenen bir kadının dramını Keira Knightley’nin parlak performansı ile daha da artan bir çarpıcılıkla sergiliyor film. Buna karşılık, kadının toplumsal/iktidar alanında bir ses çıkarma çabası (moda ikonu olması da dahil olmak üzere) genel olarak yüzeysel dokunmalarla getiriliyor karşımıza. Akıllı ve entelektüel olmanın değil, güzel ve sadık olmanın (ve örneğimizde ayrıca kocaya bir erkek evlat vermenin) talep edildiği bir toplumda, birey olarak kendi varlığı/mutluluğu için didinen bir kadının trajedisi bütünsel bir anlayışla daha etkileyici olarak anlatılabilirmiş ama senaryo tercihini baştan “aşk” üzerine kurmayı tercih etmiş.

Yukarıda bahsettiğim tercih filme olumlu ve olumsuz yönde etki etmiş görünüyor. Neyse ki oyuncularının incelikli performansları ve detaylara özenli yaklaşımı ile film sıradan bir dönem melodramı olmaktan kurtumuş ama zaman zaman bu havayı hatırlattığını söylemek gerekiyor yine de. Buna karşılık, aşkın/cinselliğin/tutkunun üzerine odaklanılması Knightley’in yakın çekim yüz ifadelerindeki başarısı ile hayli ciddi bir çekicilik katmış filme. Yönetmen Dibb bu avantajı da sıkça ve akıllıca kullanarak etkileyici bir sonuç elde etmiş görünüyor. Ek olarak, filmdeki kimi sahnelerdeki mizansen anlayışı ile de filme artı yönde etki etmiş Dibb. Dük, Düşes ve Dük’ün metresi/Düşes’in arkadaşının üçlü yemek sahneleri hem oyuncuları ile (Knightley, Fiennes ve Hayley Atwell) hem de dönemin ikiyüzlü ahlâkının sembolü olarak çok önemli ve gerek bu sahnelerde gerekse düşesin dükle “pazarlık” (senin metresin olmasına ses çıkarmayacağım, sen de sevgilim olmasına ses çıkarma diye özetleyebiliriz bu pazarlığı) sahnesinde Dib etkileyici anlar yaratmayı başarıyor ve filme dinamizm katıyor kesinlikle.

Uşakların ve hizmetçilerin gözü önünde tüm sırların ortaya döküldüğü, her şeyin onların gözü önünde olup bittiği bir dünya bu ve kadının en büyük düşmanı da kadın. Bu nedenle, iki kadının, üstelik rakip konumundaki iki kadının hem pragmatizmin sonucu olan hem de gerçek bir yakınlığa dayalı dostluklarını da ele alması film için doğru bir tercih olmuş. Düşes ile diğer kadın arasındaki ilişkinin aşk ve seks de içermesi gibi bir tarihsel gerçek dışarıda bırakılmış görünse de, iki kadının dostluk, düşmanlık ve dayanışma aşamalarından geçen ilişkileri hikâyeye renk katmış. Bu iki kadınla ilişkisi ile filmin ana karakterlerinden biri olan dük rolündeki Ralph Fiennes sıradan olabilecek bir “kötü adam” karakterini zarif bir oyunla gerçekçi ve çekici kılmayı başarıyor. Düşesin annesi rolünde usta oyuncu Charlotte Rampling’in de dikkat çektiği film, düşes ile arasındaki tutkulu aşkın yeterince iyi işlenememesinin sıkıntısını çeken Dominic Cooper da üzerine düşeni yapmış görünüyor. Rachel Portman’ın müzikleri, özellikle geniş plan çekimlerdeki zarif çalışması ile dikkat çeken Gyula Pados’un görüntüleri ve Masahiro Hirakubo’nun belli bir ritm duygusunu hep korumayı başaran kurgusu ile de ilgi toplamaya aday olan film, kahramanının entelektüel boyutunu duygusal boyutunun lehine bir kenara bırakmış olsa da görülmeyi hak eden bir çalışma.

(“Düşes”)