Selma – Ava DuVernay (2014)

Selma“Sevdiklerimiz için, inançlarımız için ölmeye istekli olmadığımız sürece, hayatlarımızı tam anlamı ile yaşamış sayılmayız”

1965 yılında, Martin Luther King’in siyahların oy hakkı için Selma’dan Montgomery’e yaptığı yürüyüşün hikayesi.

Gerçek bir olayın Paul Webb’in senaryosu, Ava DuVernay’ın yönetmenliği ile sinemalaştırıldığı bir film. ABD’nin güney eyaletlerinde siyahların kağıt üzerinde haklarına sahipmiş gibi görünseler de, yerel yetkililerin türlü oyunları ile oy kullanmalarının engellenmesi üzerine başlayan sivil direnişi ve yaptıkları yürüyüşü anlatan film, anlattıkları açısından çok önemli bir çalışma kesinlikle. Sağlam oyunculuklar, yönetmenin kimi sahnelerde yakaladığı etkileyici görsel dil ve tarihin kimi acı gerçeklerini ve bir hak ve özgürlük mücadelesini anlatan hikâyesi ile de görülmeyi kesinlikle hak ediyor. Buna karşılık, zaman zaman anlattığının önemi ile yetinir gibi görünen havası ve hikâyenin genelindeki sinema dili olarak standartlardan hemen hiç sapmaması filmin sinemasal açıdan hikâyesi kadar güçlü görünmemesine neden oluyor.

Martin Luther King’in 1964 yılında aldığı Nobel ödülüne gitmek için hazırlandığı sahne ile başlıyor film ve yürüyüşün finali ile sona eriyor. Dönemin bir başka siyah hakları lideri olan “radikal” Malcolm X ile direniş yöntemleri konusunda zıt kutuplarda yer alan bu sivil direniş lideri, sahip oldukları bir hakkın kullanılabilmesi için yerel yöneticilere karşı direnmekten dönemin ABD başkanı Lyndon Johson ile mücadele etmeye, diğer siyah grupları yanına almaya çalışmaktan vicdanlı beyaz vatandaşları direnişin parçası yapmaya kadar uzanan farklı alanlarda uğraş veriyor sürekli olarak. Film onun bu mücadelesini “kutsayan” hikâyesini seyircinin ilgisini hep ayakta tutacak bir tempo ile ve onu yoracak arayışlara girmeden anlatıyor çoğunlukla. Bu hikâyenin “kutsallığına” duyulan saygıdan mı yoksa bu kutsallığın ilgi çekmek için zaten tek başına yeterli olacağını düşünmelerinden mi ileri geliyor bilmiyorum ama sonuç zaman zaman (birkaç sahnedeki çarpıcılık dışında) sinemasal açıdan fazlası ile düz ilerleyen bir film olmuş. Hemen başlardaki bir patlama sahnesinin aniliği ve görselliği ile ulaşılan çarpıcılık veya yürüyüş sırasında polis ve askerin acımasız (ülkemiz için alışıldık olsa da) müdahalesinin görüntülerinde yaratılan etkileyicilik tartışmasız çok başarılı. Seyrettiklerinizin gerçekten yaşanmış olduğunu bilmenin etkisini arttırdığı bir etkileyicilik bu kuşkusuz. Ne var ki bu sahneler dışında Ava DuVernay bir televizyon filminin rahatsız etmeyen biçim ve içeriği ile yetinmiş görünüyor genellikle.

King’i canlandıran ve Oscar’a aday gösterilmemesi “Hollywood’un siyahlara karşı gösterdiği ayrımcılığın bir örneği” olarak büyük tepki alan David Oyelowo’nun performansının sık sık asıl sürükleyici öğesi olduğu bir hikâye bu. Sanatçı “Oscarlık” olarak nitelenecek bir oyundan özellikle kaçınmış ve belki bu yüzden de aday bile olamamış ödüle ama performansı gerçekten etkileyici. Gösterişli bir oyunculuğa çok müsait sahnelerde bile gerçekçilikten sapmıyor ve yapay numaralara hiç başvurmadan sergiliyor karakterini. ABD Başkanı’nı canlandıran Tom Wilkinson da ondan aşağı kalmıyor ve “politikanın gerçekleri” ile inandığı değerler arasında sıkışıp kalan karakterinde sıkı bir oyunculuk performansı veriyor. Kötüleri bir parça fazla ayan beyan kötü çizen, böyle olunca da bu rollerdeki oyuncularını sıkıntıya sokan senaryonun kurbanı olan en önemli isim ise eyalet vadisi rolündeki Tim Roth. Yönetmenin bu “kötüleri abartılı çizme” tuzağından sakınamamış olması rahatsız edici bir durum. Öyle ki figüranlara bile yansıyan abartılı yüz ifadeleri var kötü karakterlerin (şerif, polis ve askerler gibi).

FBI’ın her adımını takip ettiği, tarihe kötücüllüğü ile geçen ve ABD başkanlarının dokunmaya korktuğu FBI başkanı J. Edgar Hoover’ın tuzağa düşürmek için aleyhinde sahte belgeler, komplolar düzenlediği King’in, asıl olarak “beyazların bilincini uyandırmak” ve direnişi ana medyanın gündemine taşımak üzerine kurulu mücadele yöntemininin tarafında duran bir hikâye seyrettiğimiz. Temel bir prensip olarak doğru bu belki ama King’in her istediğinde yanına çıkabildiği ve ülkenin bir kaosa düşmemesi için iyi niyetle bir şeyler yapmaya çalışan bir başkanı olmuyor her ülkenin. Bu durumda ne yapılması gerektiği konusunda ise bir cevabı yok filmin. Oscar ödülü alan şarkısı, dönem müziklerinin akıllı kullanımı, yürüyüş yapanlara müdahale sahnesi gibi bölümlerdeki etkileyici kurgusu (Spencer Averick), zengin kadrosu, umudu ve öfkeyi sıcak bir dille anlatabilmesi ile önemli olan film ilgi gösterilmesi gereken bir çalışma kimi kusurlarına rağmen.

(“Özgürlük Yürüyüşü”)

Entelektüel – Edward Said

ENTELEKTUELFilistinli – Amerikalı akademisyen, aktivist ve “entelektüel” Edward Said’in 1993’te BBC’nin “Reith Lectures” adlı radyo programında yaptığı altı konuşmanın metni ve yazara ait bir sunuş yazısından oluşan kitabın orijinal adı radyodaki konuşmaların da adı olan “Representation of the Intellectual – Entelektüelin Temsili” ve “Sürgün, Marjinal, Yabancı” alt başlığı ile bizde “Entelektüel” adı ile yayınlanan eser için çok daha doğru bir tercih. Kitap entelektüelin tanımına odaklanıyor elbette, ama bunu onun temsil ettikleri (etmesi gerekenleri) üzerinden yapıyor çünkü. “Entelektüelin Temsil Ettikleri”, Milletlere ve Geleneklere Pes Etmemek”, Entelektüel Sürgün: Göçmenler ve Marjinaller”, “Profesyoneller ve Amatörler”, “İktidara Hakikati Söylemek” ve “Tanrılar Hep İflas Eder” başlıklı altı farklı konuşma var kitapta ve Said bu konuşmalarda entelektüelin tanımı üzerinde dururken, Gramsci’nin “organik entelektüel” tanımını kullanıyor ve onun “entelektüelleri çıkarlarını örgütlemek, daha fazla iktidar, daha fazla denetim gücü elde etmek için kullanan sınıflarla ya da kuruluşlarla doğrudan bağlantılı” olarak tanımladığı bu organik entelektüellerin karşısına, otoriteyi ve iktidarı reddeden, milliyeti, dini ve geleneği ile arasına mesafe koyan entelektüelleri yerleştiriyor.

BBC’nin ilk genel yönetmeni olan John Reith’in 1948 yılında Bertrand Russell ile başlattığı ve günümüzde de devam eden radyo programının adı “Reith Lectures”. Programın içeriği ve altmış yedi yıldır sürüyor olması hayran olunması gereken bir yayıncılık başarısı, hele de bizimki gibi kamu yayıncılığının hükümetin borazanı olmakla (bugünlerde her zamankinden kat be kat fazlası ile) eş değer olduğu ülkeler için. Said bu programda yaptığı altı farklı konuşmayı “ufak tefek bir iki dipnot ya da örnek eklemek dışında büyük ölçüde oldukları gibi” bırakmış. Okuması gerçekten keyifli, sorgulamaya ittikleri ile çok önemli konuşmalar bunlar. Edebiyattan, felsefeden ve tarihten getirdiği örnekleri, geçmişte ve günümüzde entelektüelin konumu, rolü ve değeri açısından karşılaştırmaları ve bir entelektüele yakışır biçimde, onaylanmak için değil, “insanın özgürlüğünü ve bilgisini artırmak” ve “unutulan veya görmemezlikten gelinen insanlar ve konuları” gündeme getirmek için yazılan Said’in bu kitabı konuya ilgi duyanların mutlaka okunması gereken bir eser kesinlikle. Sonuçta radyo için hazırlanmış konuşmalar bunlar ve bir akademik çalışmanın yoğunluğunu ve derinliğini taşımıyorlar elbette ama konuya derli toplu yaklaşıyor ve tartışmayı daha derinlemesine inceleme arzusunu doğuruyor Said bu kitapla. Kitap boyunca Adorno’dan Gramsciye, Gore Vidal’dan Sartre’a uzanan referanslara başvuran Said’in edebiyat profesörü olarak üç ünlü romanın kahramanları (Turgenyev’in “Babalar ve Oğulları”ndan Bazarov, Flaubert’in “Duygusal Eğitim”inden Moreau ve Delauriers, Joyce’un “Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi”nden Dedalus karakterleri) üzerinden yaptığı analiz ise özellikle bu romanları okumuş olanların çok keyif alacağı bir bölüm.

“Tanrılar Hep İflas Eder” adlı son bölümde bir iktidara, partiye, lidere, dine, vs. kendisini sıkı sıkıya bağlayan ve hatta sonra başka bir Tanrı’ya da kolayca biat edebilen entelektüelleri eleştirirken, kitabının son cümlesinde “Laik entelektüel için o Tanrılar hep iflas eder” diyor ve “gerçek entelektüelin laik bir varlık” olduğunu ifade ediyor Said.

(“Representations of the Intellectual”)

The Russians are Coming the Russians Are Coming – Norman Jewison (1966)

The_Russians_are_coming_The Russians Are Coming“Beni öptün! Bu, Sovyetler Birliği’ndeki ile aynı anlama mı geliyor?”

Karaya oturan denizaltılarını kurtarmak için bir Amerikan kasabasına çıkmak zorunda kalan Sovyet denizcilerinin ve “Ruslar geliyor” paniği yaşayan kasabalıların hikâyesi.

1966’dan bir komedi. Senaryosu Amerikalı yazar Nathaniel Benchley’in “The Off-Islanders” adlı romanından William Rose tarafından uyarlanan filmin yönetmen koltuğunda oturan isim Norman Jewison. Eğlenceli jeneriğinden başlayarak, ABD ve SSCB’ye “mümkün olduğunca” taraf tutmadan yaklaşan ve bugün bir parça (hatta bazen fazlası ile) eskimiş görünen bu komedi zaman zaman gereğinden yavaş ilerleyen bir havaya da sahip. Buna karşılık, kimi tartışmasız çok başarılı komedi anları, başrollerden birinin sahibi Alan Arkin’in çok keyifli ve kaçırılmaması gereken performansı ve propagandaya hiç bulaşmadan -naif de olsa- mesajını verebilmesi ile ilgiyi hak eden bir film bu.

Bir Sovyet denizaltısının kaptanının Amerika’yı daha yakından görebilmek için yüzeye çok yakın seyretmesi sonucu denizaltının ABD’ye ait bir adanın kıyısında karaya oturması ile başlıyor film. Dokuz asker denizaltıyı tekrar açığa çekecek büyük bir tekne bulabilmek için karaya çıkıyor ve bunun ardından hem adadaki Rus saldırısı paniği başlıyor hem de komedimiz. Norman Jewison’un filmi içeriğinin gerektirdiği bir biçimde, Amerikan ve Sovyet liderlerinin takdirini toplamakla kalmamış, aynı zamanda Jewison’un Moskova’ya özel gösterim için davet edilmesini de sağlamış. Pablo Ferro’nun tasarladığı basit ama eğlenceli ve iki ülke arasındaki çekişmeyi anlatan açılış jeneriği ABD ve SSCB bayrakları ve renklerini kullanırken, kulağımıza iki ünlü marş (Amerikalılar’ın “Yankee Doodle” ve Sovyetler’in “Polyuşko Pole” marşları) çalınıyor. Bu jenerik bir bakıma tüm bir filmin özeti: bayraklar ve renkler birbirini alt etmeye çalışırken iki tarafın da sesini eşit ölçüde duyuyor ve onları eşit ölçüde görüyoruz. Kapanışını da benzer bir şekilde yapan film, bu iki jenerik arasında ise her zaman yeterince komik olmayan ama zaman zaman sıkı bir kahkaha attıran, komedinin doğasına uygun bir gerçekçiliği yakalamayı başaran, iki tarafın karakterlerine aynı sempati ve güleryüzlü eleştirisi ile yaklaşan bir hikâye anlatıyor. Evet, tüm sorunlar Rus kaptanın Amerika’yı daha yakından görmek istemesi sonucu başlıyor ve bu kaptan final bölümünün bir kısmında huysuzluk da ediyor ama hikâyenin en çok üzerine gittiği ve dalgasını geçtiği karakter Ruslar’a karşı bir savaş organizasyonu yapmakla uğraşan, kasabadaki emekli asker oluyor. Dolayısı ile filmi o dönemin Hollywood’undan ve özellikle de bir stüdyo filminden beklenmeyecek tarafsızlığı için övmek gerekiyor.

John Mandel’in orijinal müziği ve aralarında Rus folk eserlerinin de bulunduğu şarkılarının renk kattığı film “tehlike içindeki bir çocuğun masum çığlığı” ile hikâyesini bir komediye yakışır bir şekilde bağlarken komedisinin bugün bir parça eskimiş olmasının sıkıntısını çekiyor. Zaman zaman temposu düşse de hikâye akıyor aslında ve senaryonun akıllı tasarımı ile bir yandan olaylar gelişir ve ana hikâye ilerlerken, paralelde de küçük komik anlar yaratmayı başarıyor film ki bu anlar açıkçası seyirciye asıl kahkaha attıranlar: Örneğin Ruslar’ın, kaçmamaları ve kasabalılara haber vermemeleri için birbirine bağladığı iki karakterin bağlarından kurtulma çabası birden fazla sıkı kahkaha attıracak kadar komik. Benzer şekilde, sarhoş bir adamın bir atla yaşadıkları da hikâyeden bir parça ayrı durur gibi olsa da eğlendiriyor kesinlikle. Kalabalık kadrosunu (büyük bir kısmını filmin çekildiği kasabanın halkı oluşturmuş figüranların) başarı ile kullanan filmin komedideki asıl sıkıntısı ana hikâyesini sürekli bir mizah malzemesi ile besleyememiş olması. Bu anları (daha doğrusu bu anlardan kendisinin göründüklerini) ayakta tutan ise Alan Arkin oluyor. Bir yandan kendi komutanı, diğer yandan peşindeki yüzlerce kasabalı ile uğraşan Rus subayı müthiş bir komedi performansı ile getiriyor önümüze. Mimiklerini ustaca kullanan oyuncu, konuşmadığı anlarda bile veya özellikle o anlarda çok eğlenceli yüz ifadeleri ve bakışları ile sıkı bir kahkahayı garanti ediyor seyirciye. Kadrodaki diğer isimlerin performansları yeterli denebilecek bir düzeyde ve burada iki isim öne çıkıyor: Kasabanın polis şefi rolündeki Brian Keith ve bir Rus askerini oynayan John Phillip Law.

Rus askerlerin ilk girdiği evdeki çocuğun onlara karşı gösterdiği tepki (babasını “işkence bile görmeden konuşması” nedeni ile eleştiriyor ve onu Amerikalılar için vatan hainliğinin sembolü olan Benedict Arnold (İngilizlere karşı verilen bağımsızlık savaşında İngilizlerin safına geçen bir Amerikalı subay) olarak çağırıyor) ile açılan film, aynı çocuğun değişen duyguları ile biterken barış umudunu ayakta tutmaya çalışıyor aslında. Film, iki ülke Küba’ya yerleştirilen Sovyet füzeleri nedeni ile ortaya çıkan bir savaş riskini atlattıktan sadece birkaç yıl sonra ve gittikçe hızlanan Vietnam savaşı nedeni ile iki ülkenin arasının yine gerginleştiği günlerde çekilmiş ve bu nedenle de bu umut çabası özel bir takdir gerektiriyor şüphesiz. Ne var ki bu “politik mesaj” çabasının sinemasal açıdan o denli olumlu bir sonuç yaratmadığını ve filmin komedisinin önüne geçtiğini söylemek gerekiyor.

Eva Marie Saint’e oynayacak bir alan bırakmayan ve bir komedi filminde onu komedinin bu denli uzağında tutmak gibi bir hatası olan filmin zoraki bir romantizm yaratma çabası da olmuş ki hayli eğreti duruyor hikâyede. Bu ve diğer kusurları dikkate alındığında, filmin en iyi film dalında Oscar’a aday olması –Hollywood ölçüleri içinde de- garip görünüyor bugün ama tüm bunlara rağmen Norman Jewison’ın filmi bir klasik olarak görülmeyi hak ediyor.

(“Ruslar Geliyor”)

Una Noche – Lucy Mulloy (2012)

Una Noche“Burada terlemek ve sevişmekten başka bir şey yok”

Bir sal üzerinde Miami’ye kaçmaya çalışan Kübalı üç gencin hikâyesi.

ABD’de yaşayan İngiliz yönetmen Lucy Malloy’un ilk ve şimdilik son uzun metrajlı filmi. ABD, İngiltere ve Küba ortak yapımı olarak çekilen film “Spike Lee sunar” başlığını da doğrulayan bir şekilde bir “sokak filmi” havasında; bu kez ABD’de siyahların yaşadığı sokaklar değil, yakın bir tarihte başlayan “açılım”ı ile nereye gideceği merak konusu olan Küba’nın bu açılımdan önceki sokakları söz konusu olan. Kardeş olan bir erkek ve bir kız ile bir başka genç erkeğin yolculuk öncesi ve sırasındaki hikâyesini karşımıza getiren film, zaman zaman kızın anlatıcılığında ilerleyen ve ilgiyi hak eden bir çalışma. Görsel üslubunun farklılığı, tümü ilk ve şimdilik tek filmlerinde oynayan üç genç oyuncusunun doğallığı, gerçek mekanlarda çekilmiş olmasının verdiği gerçekçilik duygusu ve Küba’nın bu filme ortak olmasının şaşırtıcılığı ile önemli bir eser bu. Gerçek bir hikâyeden esinlenen filmin irili ufaklı birden çok anı karşımıza getirirken odağını zaman zaman kaybetmek ve hedeflemiş göründüğü duygusal etkiyi yeterince yaratamamak gibi problemleri olsa da, Lucy Malloy’un bu ilk çalışması ile sınıfı rahatça geçtiğini söylemek gerek.

2012 yılında Tribeca Film Festivali için geldikleri ABD’de filmin üç baş oyuncusundan ikisi (Elio rolündeki Javier Nuñez Florián ve kardeşi Lila rolündeki Anailin de la Rua de la Torre) ortalıktan kaybolmuşlar ve ABD’ye sığındıkları söylenmiş bu iki oyuncunun. Hikâyedeki karakterlerinin denediğini gerçek hayatta başarmış olan iki oyuncunun bu hareketi doğal olarak bütün ilgiyi filmin üzerine çekmiş festivalde. İşin bu “magazin” boyutu bir yana, Malloy yazdığı ve yönettiği filmini Havana sokaklarından üç gencin “gerçek” bir hikâyesi olarak karşımıza getirmeyi kesinlikle başarmış. Tüm mekanlar ve oyunculukların, Havana sokaklarından yakalanan görüntülerin, sokaktaki insanların vs. desteklediği bir gerçekçilik duygusu bu ve filme kesinlikle ek bir çekicilik kazandırıyor diğer tüm sinemasal unsurların yanında. Anlatıcı genç kızın ifadesi ile “dükkanların boş olduğu ama doğru insanın tanınması durumunda her şeyin satın alınabildiği”, seks peşindeki turistler ve onlara hizmet etmek için sokakta dolaşan genç ve yaşlılarla dolu, ülkeden kaçabilmek için yaşlı turistlerle evlenen genç erkek ve kadınların yaşadığı bir ülkenin resmini getiriyor karşımıza film. Yatağının bazasını ABD ambargosu nedeni ile piyasada bulunmayan ilaçlarla dolu bir portatif eczaneye çeviren adam, hastanedeki ilaçları gizlice satan hemşire, turistlerden başta seks olmak üzere çeşitli araçlarla aldıklarını satan yerel halk vs… Film tüm bunları tatmin edici ve filmin Küba’da bu açıklıkla çekilebilmesinin şaşırttığı bir gerçekçilik duygusu ile sunuyor bize.

Cinsellik konusunda Küba’nın en liberal ülkelerden biri olduğu görünümünü veren ve yönetmenin gerekliliği tartışılır kimi tercihleri ile bu görünümü destekleyen film gösterdiği onca olumsuz şeye karşın, hikâye açısından sadece bir kez Küba için olumlu bir şeyi hatırlatıyor bize: Ülkedeki sağlık hizmetinin bedava olmasını. Ne var ki yaşanabilecek bir ülke olarak resmedilmeyen (halkın yaşadığı kimi önemli sıkıntılarının kaynağının Amerikan ambargosu olduğu da sadece bir kez bir cümle içinde öylesine geçiyor) bir yerde bu da pek önemli değilmiş gibi duruyor doğal olarak. Buna karşılık, filmin kimi görsel unsurları bu resmin tam tersi bir görüntü sağlıyor bize. Sokaktaki çocukların neşeli ve özgür halleri ve sokakta şarkı söyleyen sıradan insanlar örneğin, bu yoksulluğun içinde farklı bir şeyler olduğunu gösteriyor. Çocukların sokakta birbirleri ile ve sokakta buldukları ile oynadığı, teknoloji ile evlerine kapanmadıkları bir dünya burası.

Trevor Forrest ve Shlomo Godder’in görüntüleri ve yönetmenin bu görüntüleri kullanma şekli takdiri hak ediyor kesinlikle. Bir başka filmde eğreti ve yapay durabilecek muhteşem gökyüzü görüntüleri örneğin, burada tam tersine o derece doğal duruyor ki Havana’yı hiç görmemiş bir kişiye bile “evet, bu karakterlerin yaşadığı yer böyle bir yer” dedirtebilir. Sokaklardan yakalanan görüntüler de gerek yakın gerek uzak planlarda hep bir gerçekçlik duygusunu doğuran ve hatta zaman zaman bir belgesele aitmiş hissi yaratan içeriğe sahipler. Filmin son yarım saatini kaplayan sal üzerindeki yolculukta karakterlerin dar alandaki maddi ve manevi sıkışmışlığının altını ustaca çizen yakın planlar, baş çekimleri ve özellikle üç karakteri bir arada gösteren dar açılı çekimler de yönetmenin çarpıcı bir başarı elde etmesini sağlayan doğru tercihleri olmuşlar. Bu sahneler mizansen ve kurgu (Cindy Lee’ye ait) açısından da hayli başarılı. Bir plandan diğerine atlayan kurgu, filmin genelinde zaman zaman rahatsız eden dağınıklığa neden olmasının aksine burada kesinlikle doğru kullanılmış. Bu dağınıklık filmin irili ufaklı anlar, temalar ve hikâyeler arasında gidip gelen bütünü için daha da çok geçerli ve filmin zayıf noktalarından biri. Salda geçen tüm sahneler barındırdığı gerilimi ile (erotik olanı da kapsayan bir gerilim bu) filmin doruk noktalarından birini oluşturuyor özet olarak. Hemen tümünde Lucy Malloy’un da katkı sağladığı şarkıları ile de ilgi çekebilecek bu çalışma başarılı bir ilk film olarak görülmeyi hak ediyor kesinlikle.

(“One Night” – “Bir Gece”)