Theatre of Blood – Douglas Hickox (1973)

Theatre of Blood“Bu ödül benim! Bu ödülü benim hak ettiğimi bütün dünya biliyor. Ama siz kasıtlı olarak bana vermediniz. Beni basının, halkın ve meslektaşlarımın önünde özellikle küçük düşürdünüz. Benim yeteneğimi ret etme konusunda inadınızın zirvesine çıktınız”

Bir Shakespeare oyuncusunun başarısını sürekli görmezden gelen (hatta oyunculuğunu aşağılayan) ve ödül vermeyen eleştirmenlerden aldığı intikamın hikâyesi.

Douglas Hickox’un İngiliz yapımı bu filmi 1970’lerden hoş bir sürpriz. Başroldeki Vincent Price’ın kariyerindeki en sevdiği filmlerden biri olduğunu belirttiği çalışma, oyuncunun tam anlamı ile döktürdüğü, oyun tarzına hayli yakışan hikâyenin keyfini sürdüğü ve seyirciye de aynı keyfi yaşattığı bir sinema eseri. En az senaryonun kendisi kadar değer taşıyan ve Stanley Mann ile John Kohn’a ait bir fikirden yola çıkarak Anthony Greville-Bell tarafından yazılan film hayli kanlı bir kara komedi ve kimin yaptığını bildiğimiz için bunun yerine nasıl yapılacağına odaklandığımız cinayetleri ile kesinlikle çekici. Beklenmedik sertliği bazı sahnelerde kimileri için rahatsız edici olabilir açıkçası ama hem hikâyesi hem oyuncuları hem de yönetmenliği ile kara komedi tanımın altını tam anlamı ile dolduruyor ve izlenmesi gereken filmlerden biri oluyor bu çalışma.

Öncelikle bir Vincent Price filmi bu. Korku ve gerilim filmlerinin bu büyük oyuncusu fiziği ve ün kazandığı tür nedeni ile klasik yıldızların arasına giremedi ve onlara lâyık görülen “büyük” ödüllerle birlikte adı düşünülmedi hiç. İşte bu filmde de klasik Shakespeare yorumları ile bilinen ama alacağına emin olduğu eleştirmenler ödülü genç bir oyuncuya verilince çileden çıkan bir oyuncuyu getiriyor karşımıza, adeta kendisini oynayarak. Price gerçek hayatta da bu denli öfkelenmiş ve önce kendisini sonra da eleştirmenleri öldürmeyi düşünmüş müdür bilmiyorum ama burada rolünü tam anlamı ile üzerine giydirmiş bir elbise gibi. Zaman zaman filmlerinde -beklentiler doğrultusunda belki de- abartıyı oyununun bir parçası yapan Price burada tam da kendisine göre yazılmış bir rolün hakkını veriyor. Kılıktan kılığa giriyor ve Shakespeare oyunlarından tiratlar eşliğinde işliyor cinayetlerini. Üstelik oyununda bu kez en ufak bir abartı yokmuş gibi duruyor; bu görünümün nedenleri hem gerçekten onun kendisini bir parça frenlemiş olması hem de hikâyenin de kalan abartının çok yakıştığı bir içeriğe sahip olması. Eleştirmenlerin her birini Shakespeare oyunlarından seçtiği bir cinayet sahnesini taklit ederek öldüren bu yüksek egolu oyuncu hem sinemanın kalıcı karakterleri arasına giriyor hem de Price’ın kişisel zirvelerinden birine aracılık etmiş oluyor.

Michael J. Lewis’in hikâyeyi bire bir yansıtan müziğinden destek alan film pek çok unutulmayacak sahneye sahip; bunların bir kısmının kanlı vahşeti ile ve filmin kara komedisinden bu denli sertinin beklenmemesi ile şaşırttığını bir uyarı olarak eklemek gerekiyor yalnız. Atın sürüklediği adam, Shakespeare’in ünlü karakteri Othello gibi kıskançlık sonucu karısını öldüren eleştirmen veya karısı yanında uyurken sağa sola fışkıran kan eşliğinde doğranan adam bunların sadece birkaçı. Bu sahneleri Price’ın dışında başarılı kılan iki temel öğe daha var: Bir Shakespare oyunundan esinlenmiş olmaları ile sahip oldukları doğal çekicilik ve yönetmen Hickox’un yalın bir yönetmenlikle bu sahneleri benzersiz kılması. Hickox bir şeyi daha çok iyi yapıyor: Çıldırmış oyuncuya cinayetlerinde yardım eden evsizleri bir “koreografinin” eşliğinde filmin geriliminin parçası yapan bir mizansen anlayışı ile filme ürkütücü bir şıklık katıyor. İntihara teşebbüs eden ama ölmeyen adamın çamurlu suyun içinden çıkarıldığı sahne adeta bir Yunan trajedisi gibi çekilmiş örneğin ve işte bu evsizler tıpkı böyle bir trajedideki gibi hareket ederek filme ürkütücü bir keyif katıyorlar. Filmin 2005 yılında tiyatroya uyarlanması da, hikâyenin taşıdığı “trajedi türünde bir tiyatro oyunu” havasının sonucu olsa gerek.

Price’a eşlik eden tüm oyuncuların (başta oyuncunun kızını canlandıran Diana Rigg ve eleştirmenlerden birini oynayan Ian Hendry olmak üzere) keyifli performanslar gösterdikleri film en karasından bir komediden trajediye ve melankoliye uzanan ve çok akıllıca düşünülmüş bir fikir üzerine inşa edilmiş hikâyesi ve yaratıcıları arasına Shakespeare’i de eklememizi gerektirecek kadar bu ustadan esinlenmesi ile kesinlikle değerli bir film.

(“Much Ado About Murder” – “Kanlı Oyun”)

Yerleşik Düşünceler Sözlüğü – Gustave Flaubert

yerlesik-dusunceler-sozluguFransız yazar Gustave Flaubert’in bu kitabı çevirmenlerden Sema Rifat’ın önsözde belirttiği gibi, biçimsel yapısı ile bir sözlük görümünde olsa da, bu sözlükte “tanımlar değil de bunların yerine geçen ve gerçek tanım süsü verilmiş karşılıklar, yargılar, halk arasında yaygın olan yanlış kanılar, saçmalıklar vardır”. Yazarın bu yaklaşımı -sanırım onun da arzu ettiği üzere- okucuyu bu tanımlara nasıl yaklaşması konusunda ikilem içinde bırakıyor gibi görünüyor ama sonuçta bir mizah eseri bu ve o bağlamda ciddiye almak gerekiyor tanımları. “Ahmaklar” sözcüğünün tanımı olarak “Bizim gibi düşünmeyenler”, kendi uğraş alanı olan “Edebiyat” içinse “Aylakların uğraşı” tanımlarının verildiğini belirtmek Flaubert’in yaklaşımını anlatmak için yeterli.

Çevirmenlerin açıklayıcı bir önsözü yer alıyor kitabın başında. Doyurucu bir önsöz bu ama orijinal kitapta yer alan kimi sözcüklere neden yer verilmediği ile ilgili açıklamaları (“yalnızca Fransız dilinin sınırlı bir özelliğini yansıttıkları için ya da Fransız toplum yaşamını ilgilendirdikleri ve eskiye dayanan özel durumlara ilişkin oldukları için…”) tartışmaya açık biraz. Sonuçta çeviride yer vermeye karar verdikleri kimi sözcükler de bu kapsama giriyor ve bunların hepsini de bir dipnot ile açıklamıyorlar. Örneğin “Ekonomi” kelimesinin açıklamasında referans verilen “Laffitte” ve “Perregaut”nun kim olduklarını kaç kişi bilebilir? Bu durum bir yana, bir Flaubert hayranı olan İngiliz yazar Julian Barnes’ın İngilizce baskı için yazdığı ve burada yer verilen önsözünün de ayrı bir keyif kattığı kitap bu. Barnes önsözünü Flaubert’in kitabının biçimini taklit ederek sözlük şeklinde ve yine aynı mizahî yaklaşımı benimseyerek yazmış. Burada “1821’de Rouen’da doğdu, 1880’de Croisset’de öldü. Bir deha.” Diye tanımladığı yazarın bu sözlüğünü “bilgelik üzerine değil” diye niteliyor ve “Dünyadan bıktığınız anlarda elinize alıp birkaç madde okuyacağınız” bir kitap olarak tanımlıyor ve “Kitabı, takındığı tavrı ve tekniğini düşünmeniz, dudaklarınızda hüzünlü bir gülümsemenin belirmesi ve Sözlük’ün görevini yerine getirmesi için yeterli” diye ifade ediyor kitabın misyonunu.

Flaubert sözlüğün açılışında Fransız yazar Chamfort’un bir özdeyişine yer vermiş ki sözlüğün amacını da çok iyi özetliyor bu özdeyiş: “Bahse girerim ki kamuya mal olmuş her düşünce, benimsenmiş her uzlaşım bir saçmalıktır, çünkü çoğunluğa uygun gelmiştir”. Bu mizahî kitap sözlükteki kimi maddelerin anlamını daha iyi idrak edebilmek için verilen referansları araştırmaya teşvik etmesi ile de bir önem taşıyor açıkçası ve her ne kadar Flaubert “Sözlük” maddesinde “Sözlükten şöyle söz etmeli: Yalnızca cahiller için hazırlanmıştır” dese de bu “alaycı” tavrı ürkütmemeli okuyucuyu. Başta “Madame Bovary” olmak üzere pek çok ölümsüz klasiğin yaratıcısı olan yazardan hayli ilginç, eğlenceli ve öğretici bir kitap bu. Evet, öğretici! Başka nereden öğrenebilirsiniz, toplum içinde esneyince şöyle demek gerektiğini: “Kusura bakmayın, sıkıntıdan değil, mideden”? Maddelerin bir kısmını sadece birkaç kelime, bir kısmını da sadece birkaç cümle ile açıklayan bu sözlük kendine özgü yapısı ve mizahı ile okunmayı hak eden bir çalışma.

(“Le Dictionnaire des Idées Reçues”)

Dilâ Hanım – Orhan Aksoy (1978)

dila_hanim“Gönül diye bir şey yok mu? Ya severse? Ya sevilirse? İçinde bir çiçek büyürse?”

Yörenin zenginlerinden biri olan kocasını öldüren bir beyin peşine düşen bir kadının hikâyesi.

Necati Cumalı’nın “Makedonya 1900” adlı kitabındaki bir hikâyeden Safa Önal’ın uyarladığı ve Orhan Aksoy’un yönettiği bir film. Yeşilçam’ın bir dönemine damga vuran o klasik Türkân Şoray – Kadir İnanır filmlerinden biri olan çalışma, o dönem Türk sinemasına özgü pek çok problemi bünyesinde barındırsa da seyircinin ruhuna bir şekilde işlemeyi başarıyor. Safa Önal, Cumalı’nın hikâyesini zarar verecek ölçüde epey değiştirmiş olsa da, orijinal eserin ruhunu bir şekilde yine de taşıyor bu film ve klasikleşmiş sahneleri ve iki oyuncusunun çok iyi uyuşan kimyalarının yarattığı müthiş çekicilik sayesinde görülmeyi kesinlikle hak ediyor.

Necati Cumalı’nın on dokuzuncu yüzyılın sonunda geçen öyküsünü 1970’li yıllara taşıyan Safa Önal senaryosu bir Türkân Şoray – Kadir İnanır filmi yapmak amacı ile çıkılan yolun sonucu ve bu bağlamda amacına da kesinlikle ulaşmış. Evet, gerçek kimlikleri ve aşina olduğumuz oyunculukları ve mimikleri canlandırdıkları karakterlerin önüne geçiyor zaman zaman ama ne gam! Sonuçta bu ikili ve bu ikilinin kırık bir aşk hikâyesini seyretmek isteyenler için çekilmiş bir film bu ve tam da bu nedenle hedefini tutturduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz zaten. Film Yeşilçam’ın pek çok kusuruna sahip elbette ve filmi sinemasal açıdan tam bir başarı örneği olarak göstermeye de engel oluyor bu kusurları. Örneğin müziğin kullanımı: Cahit Berkay’ın film için hazırladığı orijinal müzik çalışması gerçekten çok başarılı ve yüreğe dokunan melodisi ile hikâyeye müthiş yakışıyor ve başta o unutulmaz final sahnesi olmak üzere görüntüleri inanılmaz zenginleştiriyor. Ne var ki müzik o denli aşırı bir dozda kullanılıyor ki zaman zaman keşke hiç olmasaydı bile dedirtebiliyor. Sadece bu örnek bile filmin neleri başarırken, yeterince becerikli olunmadığı için neleri kaçırdığını göstermeye yeterli bize. Benzer bir durum senaryo için de geçerli: Sinemaya aşık bir insan olan Safa Önal’ın becerikli kaleminden çıkan diyaloglar iki başoyuncunun birlikte göründükleri her sahneye uzak durulması imkânsız bir dokunaklılık, sıcaklık ve kırılganlık katmış kesinlikle. İnanır’ın zeybek sahnesi, elbette final sahnesi veya dere kenarında Kadir İnanır’ın Türkân Şoray’a çocuksu bir masumiyet ile aşkını ilan ettiği sahne (“Şaşkınlığımı bağışlayın. İnanılır gibi değil. Yedi diyarın bir Dilâ Hanım’ı şuracıkta, karşımda. Elimi uzatsam dokunuyorum. Hayal değil, rüya değil”) çok iyi yazılmış bölümler. Buna karşılık aynı senaryo Erol Taş’ın canlandırdığı karakteri oyuncunun kariyerindeki diğer kötü karakterlerden bir benzeri yapmakla ve hatta daha da ileri götürecek bir abartı ile süslemekle ciddi bir hata yapmış. İnanır’ın İstanbul’daki çevresinin karaktere hiç uymaması, orijinal hikâye değiştirilince ortaya çıkan iki baş karakterin (ve kendilerine bağlı adamların) bir diğerini tanımaması veya adamın üzerinde gördüğü kıyafetten akıllıca yorumlar çıkarabilen kadının zenginliğinin bilinmemesi gereken bir yere burnundaki pırlantadan hızma ile gitmesi gibi tutarsızlıkları da var senaryonun. Yine de belli bir çizgiyi aşan tüm Safa Önal senaryoları gibi bu filminki de seyirciyi etkilemeyi, heyecanlandırmayı, mutlu etmeyi ve yüreğini titretmeyi başarıyor ki filmin de önemli artılarınddan biri oluyor tüm problemlerine rağmen.

Yan karakterleri canlandıran oyuncuların işlerini yapmış göründüğü (İstanbul’da Kadir İnanır’ın etrafındaki kadınları canlandıranlar hariç çünkü dudak büzmek ve göz süzmekten başka bir şey yapmıyorlar) filmde Şoray ve İnanır ikilisi için söylenecek tek şey var: Hikâyeye ve birbirlerine çok yakışmışlar. Öyle olağanüstü bir oyunculuk sergilemiyorlar belki ama burada canlandırdıkları karakterleri onlardan başkası oynayamazmış duygusu yaratıyorlar ki bu elbette büyük bir başarı. İki oyuncunun Önal’ın senaryosundan da aldıkları destekle parladıkları kimi sahneler (örneğin Şoray’ın “İyi uyudunuz mu” sorusuna içinde binlerce gizli anlam yüklü “Çook” ile karşılık verdiği sahnedeki bakışları, Orhan Aksoy pek iyi bir mizansen ile çekememiş olsa da İnanır’ın zeybek sahnesinde her iki oyuncunun beden ve yüz ifadeleri veya finaldeki bakışmaları) unutulacak gibi değil. Törelerin cenderesi içinde sıkışan iki bireyin kırık aşk hikâyesi bu iki oyuncu ile çok daha üst bir düzeye taşınmış kesinlikle.

Bir Yeşilçam klişesi olarak her tabut göründüğünde fonda ney çalmak, -Orhan Aksoy’un yanlış bir tercihi ile- gerekli gereksiz zumlara başvurmak veya yaralının vücuduna bakmadan kurşun çıkarmak gibi anlamsızlıklarının yanında filmin bir ciddi kusuru daha var: Adamın, kendisine aşık olsa da ve tüm o yeminlerin ve törelerin altında sıkışmışlığından kaynaklanan nedenlerle hayır diyor olsa da, bir kadına zorla sahip olmasının izah edilebilir bir yanı yok ve bunun adı hiçbir ama olmadan tecavüzdür. Aslında kadının da seviyor ve içten içe istiyor olması, o eylemin adını değiştirmez kesinlikle.

Özetle, mutlaka görülmesi gerekli bir Yeşilçam klasiği bu: Türkân Şoray için, Kadir İnanır için ama hepsinden önce ikisinin müthiş uyumu için görülmeli bu film. Finaldeki meydan okumaları için, başka bir zamanda ve başka bir yerde karşılaşmaları halinde mutlu olacak iki insanın şimdi ve burada karşılaştıkları için yaşadıkları trajedi için, aşkın büyüleyiciliği için ve samimi bir sinemanın ne tür kusurları olursa olsun seyirciye dokunabildiğini bir kez daha hatırlamak için…

İstanbul Treni – Graham Greene

Istanbul TreniGraham Greene’in dördüncü romanı olan “İstanbul Treni” İngiliz yazarın ciddi bir başarı kazanan ilk eseri. Kendi ifadesi ile “ilk ve son kez, okuyucunun hoşuna gitmek ve şans yaver giderse filmi de yapılacak” bir eser üretmek için başladığı bu kitap her iki amacının da yerine gelmesini sağlamış. Roman 1934 yılında Paul Martin tarafından, kitabın ABD’deki adı olan “Orient Express” ismi ile sinemaya uyarlanmış. Greene bu romanını kendisinin “ciddi edebiyat” eserleri arasında sıralamıyor ve amacının okuyucuyu eğlendirmek olduğunu söylüyor ama sonuçta karşımızdaki isim Graham Greene ve bu “hafif” eserde örneğin ırkçılık ve politika gibi ciddi konular anlatılan olayların tam da göbeğinde yerini alıyor.

Roman Belçika’nın Ostend kentinden İstanbul’a giden bir trende geçen olayları anlatıyor ve son bölüm hariç tüm olaylar trenin içinde veya istasyonlarda yaşanıyor. Beş bölümden oluşan kitabın her bölümü bir şehirin adını taşıyor (sırası ile Ostend, Köln, Viyana, Subotica ve İstanbul) ve yan karakterlerin yanısıra beş temel karakterin hikâyesini anlatıyor bize roman: Devrim başlatmak üzere Belgrad’a giden bir sosyalist lider, işlediği cinayet nedeni ile Viyana’dan kaçan bir hırsız, iş için İstanbul’a giden bir Yahudi tüccar, çalışmak için İstanbul’a giden varyete dansçısı bir kız ve kaçak konumundaki lideri tanıyınca büyük bir haber yapma umudu ile peşine düşen lezbiyen bir gazeteci. Greene romanı yazdığı tarihlerde hem finansal açıdan yaşadığı sıkıntının hem de o dönem İngiltere’nin içinde bulunduğu ve “Great Depression” olarak adlandırılan ekonomik kriz döneminin neden olduğu karamsarlığın, bu karakterlerin hayatları ile ilgili bir çıkışın peşine düştüğü hikâyesine yansıdığını belirtmiş yıllar sonra. Roman başlarda bir Agatha Christie havası yaratır gibi olsa da, derdi “kim yaptı” olmaktan çok uzak. Kitap yaklaşan İkinci Dünya Savaşı öncesinde (1931’de yazılmış kitap) hemen tamamı ilk kez bu trende tanışan karakterlerinin arasındaki ilişkilere ve her birinin içinde bulunduğu topluma uyum ve ayakta kalma çabasına odaklanıyor ama bunu yaparken de seyirciyi diri tutacak bir macera da sunuyor. Yahudi tüccarın ırkının ileride karşılaşacağı zorlu hayatın işaretlerine sık sık tanık olduğu romanda, Graham Greene’in -anti-semitik olarak adlandırılamayacak olsa da- bu karaktere sık sık hayli klişe bir şekilde yaklaşıp, onu örneğin sürekli para ile ilgili bir konunun içinde gösterdiğine de dikkat etmek gerekiyor.

Sosyalist liderin devrim hayali, genç dansçı kızın tanıştığı zengin adamla sınıf atlayarak farklı ve saygın bir hayata kavuşma hayali veya gazeteci kadının kalıcı ve kendisine sadık kalacak bir aşık bulma ve ön sayfalık bir haber patlatma hayali… Karakterler tüm bunların peşinde iken, Greene oldukça gerçekçi bir final ile bağlıyor romanını ve herkesi “ait olduğu” hayata geri bırakıyor tren yolculuğunun sonunda. Bir başka deyişle, yukarıda bahsettiğim karamsarlığı gerçekçi bir sonun parçası yapıyor. Hemen hep yağan bir karın altında geçen romanda Green’in dili hayli ustalıklı kullanımı (ilk bölümde karakterlerin tanıtımında olduğu gibi) ve tasvirler kesinlikle etkileyici. Graham Greene kalitesini taşıyan bir “hafif” roman bu ve okunmalı.

(“Orient Express” – “Stamboul Train”)