Mr. Holland’s Opus – Stephen Herek (1995)

Mr_Hollands_Opus“Buradaki asıl problem, sizlerin düşünmesini, dinlemesini ve yaratmasını bilmeyen bir nesil yaratmanız”

Para kazanabilmek ve beste yapmaya vakit ayırabilmek için bir lisede müzik öğretmenliğine başlayan bir müzisyenin hikâyesi.

Patrick Sheane Duncan’ın senaryosundan Stephen Herek’in çektiği bir “öğretmenin ve öğretmenin kutsallığı” filmi. İki buçuk saate yaklaşan süresi ile bir adamın zoraki başladığı bir meslekte yarattığı güzelliklerin hikâyesini anlatan çalışma, bir parça fazlası ile klasik sinema dili ile “aile” filmlerinden hoşlananların ilgisini çekebilecek ve başroldeki Richard Dreyfuss’un Oscar’a aday gösterilen performansı ile öne çıktığı bir film. Meslek hayatının sonunda öğretmenin başına geleni bir sorgulama aracı olarak değil de bir dram yaratma amacı ile kullanması ile farklı bir kulvara geçebilme şansını yok eden film, garantili sularda ilerlemesi ile ortalama seyirciyi elinde tutabilen ama zaman zaman tam da bu nedenle sıradanlığa düşen bir eser izlenimi bırakıyor çoğunlukla.

Altın Küre’ye aday olsa da senaryosu oldukça tanıdık ve hemen hep beklenen şekilde ilerlemesi nedeni ile de bir parça yaratıcılıktan yoksun bir film bu. Öğretmen sınıfa gelir, öğrenciler ilgisizdir, öğretmen onlara farklı bir dünyanın kapısını açar ve onlarla birlikte kendisi de gelişir vs. Evet, hayli aşina olduğumuz bir hikâye bu ve Amerikalılar’ın anlatmayı ve dinlemeyi/seyretmeyi sevdiği türden bir “sistemi rahatsız etmeden başarılı olabilme” ifadesi ile özetlenebilecek bir içeriği var. Ne var ki senaryo bu klişeleri kullanırken bile yeterince iyi değil: Örneğin lisedeki spor öğretmeninin ağzından duyduğumuz ve yemek sırasında neden öğrencilerin önüne geçtiğini açıklamak için söylediği “burası okul, burada demokrasi olmaz” cümlesi ne bu öğretmenle ilgili sonraki gelişmelerle illişkilendiriliyor ne de kahramanımızın sonradan yaşayacakları ile. Tıpkı bunun gibi, müdür yardımcısının “etek boyu” kontrolü de bu karakterin olduğu pek çok sahnede yer verilen hafif mizahın da olumsuz yönde katkıda bulunduğu bir havada kalmaya yol açıyor hikâyenin gelişim sürecinde. Duncan senaryosunu hikâyesini yaklaşık otuz senelik bir süreye yayarak ve adeta öğretmenin hikâyesini ABD tarihi ile paralel bir biçimde anlatmaya soyunarak farklılaştırmaya çalışmış ama burada da pek başarılı olamamış açıkçası. Tüm o belgesel görüntüler hikâyeye hiç bir şey katmıyor ve filmin süresini uzatmak dışında da bir sonuç vermiş görünmüyor. Kahramanının mücadelesini dolaylı veya dolaysız olarak ilişkilendirmeden Vietnam savaşını, Reagan’ı, Nixon’ı veya John Lennon’ı araya sokuşturmakla pek de doğru bir tercihte bulunulmamış.

Seyircinin bir sonraki sahnede ne olacağını sık sık rahatlıkla öngörebileceği bir akışı var filmin ve bu halinin de katkıda bulunduğu bir televizyon filmi havası. Kahramanımızın eşi ile tartışmasından anlıyoruz ki şimdi bir “yasak aşk” ihtimali var örneğin ve hikâye bu nedenle kendisini monoton ve sürprizsiz kalmış ne yazık ki. Seyircide yaratılmak istenen duygusallığın başarıldığı sahneleri var oysa filmin ama nedense bunların dozu çok az ve bu da filmin etki gücünü azaltıyor. Örneğin bir çocuğun sağırlığının keşfedildiği sahne veya yıllarca sağlıklı ilişki kurulamamış bir evlada ithaf edilen şarkı oldukça başarılı ve filmin seçtiği klasik kulvarda aslında neler yapabileceğinin de göstergesi ama yeterli sayıda değil bu sahneler. Oldukça Amerikanvari olsa da duygusal etkisi ile başarılı ve Dreyfuss’un da oyunculuğunu konuşturduğu final sahnesi ise filmin duruşu konusunda düşünmemizi sağlıyor ve bundan da pek hayırlı bir sonuç çıkmıyor film adına. Otuz yıldır aynı okulda öğretmenlik yapan, yüzlerce hayata dokunmuş ve onları zenginleştirmiş ve herkes tarafından sevilen bir adamın başına geleni şehir halkının bu kadar kolay kabullenip ona güzel bir veda ile yetinmesi üzerinde düşünmek gerekiyor bir parça. Bir zamanlar öğrencisi olan ve hayatı öğretmenin sayesinde değişen belediye başkanı bile güzel ve duygulu sözlerle dolu bir konuşma ile yetiniyor. Halkın yaşananlar konusunda tek bir mücadele çabasının bile içine girmemesi çok pasif bir tutum ve ancak ABD’den çıkacak bir “sisteme biat” anlayışının eseri olabilir.

Stephen Herek’in yönetmenliği de birkaç sahne dışında rutin bir anlayışa sahip ve kamera kullanım tercihleri de tıpkı senaryoda olduğu gibi tahmin edilebilir çoğunlukla. Örneğin kahramanımız bir hikâye anlatmaya başladığında tam da düşündüğümüz gibi kamera yavaşça ona yaklaşıyor vs. Okulun adının John F. Kennedy olması bile fazlası ile formüllü bir yaklaşımı olduğunu söylüyor bize filmin ve sık sık dağılan hikâyeyi toparlayamamış görünen Herek’in mizanseni de bir çekicilik yaratamıyor. Başarılı bir öğretmeni mi, sağır çocuğu olan bir adamı mı yoksa hayallerini gerçekleştiremeyen bir adamı mı anlatacağına karar veremeyip tümünü anlatmaya soyunan bir film karşımızdaki ve sinema açısından bir cazibesi de pek yok özetle.

Onca kusuruna ve vasat görünümüne rağmen filmi seyre değer kılabilecek (en azından kimileri için) öğeler de var neyse ki. Bunların en başında da öğretmenliğin yol gösterme, ufku genişletme ve zenginleştirme anlamında çocukların ve gençlerin hayatlarını, dolayısı ile tüm bir toplumu nasıl değiştirebileceğini bize göstermesi geliyor. Finalde, belediye başkanının konuşmasında söylediği cümleler besteci olma hayallerini gerçekleştirememiş ve otuz yılın sonunda gözden çıkarılan bir öğretmene söylenebilecek en güzel sözler olsa gerek: “Sizin senfoniniz biziz, Bay Holland. Opusunuzdaki notalar ve melodiler bizleriz. Ve sizin hayatınızın müziği biziz.” Buna Dreyfuss’un oyununu, Amerikanvari olsa da bir umudu öne süren yaklaşımını ve elbette adamın oğluna John Lennon’ın “Beautiful Boy” şarkısını söyleyerek gecikmiş bir sevgiyi sunduğu ve af dilediği sahnenin güzelliğini de eklemeli. Ve kuşkusuz, hikâye boyunca dinlediğimiz ve klasikten caza, poptan rock’a uzanan geniş bir yelpazedeki şarkılar ve Michael Kamen imzalı orijinal müziğinin de keyif vereceğini garanti edebiliriz.

(“Sevgili Öğretmenim”)

Wadjda – Haifaa Al-Mansour (2012)

wadjda“Bisiklet kızlar için uygun değil, özellikle de ruhlarını ve onurlarını korumak isteyen kızlar için”

İçinde yaşadığı tüm koşullar ona yapamayacağını ve yapmamasını söylediği halde, bisiklet sahibi olmak isteyen on iki yaşındaki bir Suudi Arabistanlı kızın hikâyesi.

Varlığı (var olabilmesi) sinema değerinin beklenen nedenlerle önüne geçen ama bundan bağımsız olarak da önemli bir film. Suudi Arabistan’ın ilk kadın yönetmeni Haifaf Al-Mansour’un yazıp yönettiği film tümüyle bu ülke sınırları içinde çekilen ilk konulu film aynı zamanda. Bu sansasyonel özellikleri doğal olarak filmin epey ilgi toplamasını sağladı ama Al-Mansour’un çalışması işin bu “magazin” boyutunun gölgesinde kalmaması gereken düzeyi ile ilgiyi hak ediyor asıl olarak. Hikâye Vecide adındaki küçük kızın hikâyesini anlatıyor olsa da, gerek ondan biraz daha büyük genç kadınlar ve özellikle annesi üzerinden ülkedeki tüm kadınların hikâyesinin peşine düşmüş aslında. Küçük oyuncu Waad Mohammed’in başarılı ve sevimli performansı ile de dikkat çeken film “basit” hikâyesi üzerinden kadınlar için çok “karmaşık” bir hayatı getiriyor karşımıza.

Hikâye boyunca kadınların neleri yapamayacağını, yapmaması gerektiğini duyuyor Vecide bizimle birlikte ama daha ilk sahnede ayağında gördüğümüz spor ayakkabılar ile anlıyoruz ki farklı bir kız o ve diğerlerinden farklı davranacak. Film onun bisikleti alabilmek için giriştiği çabaları anlatırken ülkeden kadın manzaraları getiriyor önümüze; daha doğrusu kadınlar için erkekler tarafından çizilmiş bir resmi koyuyor karşımıza. Film boyunca pek çok örneğini gördüğümüz kısıtlamalarla karşı karşıya kadınlar: Öğretmenin kız öğrencileri dışarıdaki erkekler duyabilir diye yüksek sesle gülmemeleri için uyarması, bu kısıtlamaların içselleştirildiğini gösteren bir sahnede okulun bahçesindeki kız öğrencilerin uzaktaki bir inşaatta çalışan işçiler tarafından görülebilecekleri endişesi ile hızlıca okul binasına girmeleri, kocasına erkek çocuk veremediği için onun alacağı ikinci kadına kendisini hazırlayan kadın, AVM’de erkek satıcı nedeni ile kıyafetin kadınlar tuvaletinde denenmesi, adet döneminde “kirlendikleri” için Kuran’a çıplak elle dokunamayan kadınlar… Tüm bu örnekler aslında bilinmeyen bir şey söylemiyor bize ama bir kadının günlük yaşamının bir parçası olarak karşımıza geldiklerinde ne derece trajik olduklarını hatırlamamızı sağlıyorlar. 20 yaşında bir erkekle evlendirilen on iki yaşındaki bir kızın kocasının resmini okula getirip arkadaşlarına göstermesi örneğin o denli doğal bir biçimde anlatılıyor ki filmde tanık olduğunuzun ne kadar korkunç olduğunu bir an için bile olsa unutabiliyorsunuz. Filmin temel başarılarından biri işte tam da burada yatıyor: Onca örneğini koymasına rağmen, bu trajik anların hemen hiçbir anında altını kabaca çiziyor gibi görünmüyor ve hikayesinin doğallığını korumayı hep başarıyor.

Yönetmen erkek oyuncular ve diğer erkek çalışanlar ile doğrudan temas etmesi mümkün olmadığından onları bir monitörden izleyerek ve komutlarını telsizle vererek çalışmak zorunda kalmış. Benzeri başka kısıtlamaları da işte bir şekilde aşmış yönetmen ve kendi yönetmenlik macerasını adeta Vecide’nin mücadelesinin bir diğer örneği kılmış. Suudi Arabistan’ın Yabancı Dilde En İyi Film dalında Oscar’a aday gösterdiği ilk film olan çalışmanın bir diğer dikkat çeken yanı, hikâyesinin içerden bir dille anlatılmış olması. Kamera Vecide’yi takip ederken zaman zaman bir belgesel havası takınıyor ve gördüklerimizi özellikle vurgulama gereği duymadan ve yalın bir dille getirirken karşımıza, yargılarda bulunmaktan kaçınıyor çoğunlukla. Dışarıdan bakacak bir gözün yaşayacağı şaşkınlığın izi yok yönetmenin çalışmasında ki bu içerden bakış filmin gerçekçiliğine de katkı sağlıyor. Şaşkınlık yaratan ise bu derece katı kuralların hüküm sürdüğü bir toplumda, erkek inşaat işçilerinin küçük kıza müstehcen sözlerle taciz etmeye yeltenmeleri rahatça. Bazı şeyler hiç değişmiyor anlaşılan, zaman ve yer neresi olursa olsun.

Kuşkusuz yukarıda sıralanan sansayonel özellikleri olmasa bu denli ilgi toplamayacaktı film; sonuçta samimiyeti ve doğallığını dışarıda tutarsak filmi sinema değerleri açısından öne çıkaran olağanüstü özellikleri yok. Ayrıca filmin eleştirisinin bir parça hafif kaldığı ve olanı sadece sergilemekle onu doğal/normal kıldığını söylemek de mümkün. Ne var ki dünyada hâlâ küçük bir takım arzuların (buradaki bisiklet örneğinde olduğu gibi) sert gerçekler karşısında nasıl yok olduğunu gösteren bu samimi film finalinin verdiği umut nedeni ile de ayrıca görülmeyi hak eden bir çalışma. Yaşam bir şekilde sürüyor ve ne mücadeleyi elden bırakmak doğru ne de bu mücadele boyunca kişinin içinde bulunduğu koşullarda alabileceğinin en iyisini almaya gayret etmekten vazgeçmesi.

(“Vecide”)

Jimmy’s Hall – Ken Loach (2014)

Jimmy's Hall_OnesheetFINAL4915.indd“Şu ellerime bir bakın peder. Tırnaklarımın içinde toprak var. Ben okumuş biri değilim. Asker oldum, denizci oldum, tersane işçisi, madenci oldum. Hem denizde hem yer altında çalıştım. Çok şey yaşadım ve çok da hata yaptım tabii, ama tüm kusurlarımıza rağmen ben komşularıma inanıyorum, dostlarıma, sınıfıma inanıyorum”

1930’ların büyük ekonomik kriz döneminde, on yıldır sürgünde bulunduğu Amerika’dan ülkesine geri dönen bir İrlandalı siyasal aktivistin tekrar açtığı sosyal faaliyet salonunun neden olduğu gelişmelerin hikâyesi.

Sosyalizme inancını yansıttığı, “sosyal gerçekçi” filmleri ile tanınan İngiliz yönetmen Ken Loach’un yönettiği ve onun filmlerinin büyük bir kısmında birlikte çalıştığı Paul Laverty’nin senaryosunu yazdığı bir İngiltere – İrlanda ortak yapımı. Filmde bir IRA militanı olarak küçük bir rolü de olan İrlandalı Donal O’Kelly’nin “Jimmy Gralton’s Dancehall” adlı oyunundan yola çıkan çalışma, tarihte ülkesinden sınır dışı edilen tek İrlandalı olan komünist lider Jimmy Gralton’un on yıllık bir sürgünden sonra döndüğü ülkesinde yaşadıklarını anlatıyor bize. Ken Loach’un filmografisine çok yakışan bir film bu, biçim ve içerik olarak ve onun dürüst sinemasının, derdi olan sanatçılığının ve yoksulun/ezilenin/direnenin yanındaki tavrının izlerini taşıması ile kesinlikle ilgiyi hak ediyor. Zaman zaman didaktik bir hava takınmaktan kurtulamamış olsa da ve hikâyenin içeriği biçiminin önüne gereğinden fazla geçmiş gibi görünse de, görülmesi gerekli bir Loach filmi bu.

On yıl sonra döndüğü ülkesinde, fikir ve mücadele yoldaşlarının beklentisi ve bölgenin gençlerinin ısrarı ile “dans salonu”nu tekrar açmaya karar veriyor Jimmy Gralton. Sadece dans düzenlemek için kullanılan bir yer değil burası; bölgenin rahibinin alay konusu yaptığı, Marx’ın “Herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre” sözüne uygun olarak bölge halkının elindekini paylaştığı (ücretsiz resim, müzik, boks dersi vererek örneğin) bir yer söz konusu ve Gralton’un baştaki amacı o olmasa da bir süre sonra politik faaliyetlerin de yürütüldüğü bir yere dönüşüyor on yıl öncesinde olduğu gibi. Film bu faaliyetlerin “kaçınılmaz”lığını iki nedenle açıklıyor: Birincisi, Grafton’un içindeki devrimci ruhun hâlâ ilk günkü ateşi ile yanıyor olması ve onun kitleler üzerindeki etki gücü; ikincisi ise içinde bulunulan koşulların (yoksulluk, eşitsizlik ve adaletsizlik) bu mücadeleyi gerekli kılması. Bir sahnede net bir biçimde ifade edildiği gibi, ne zaman bir direniş, hak arama mücadelesi örgütlense, bu mücadeleye hep aynı iki kesim muhalefet ediyor ve paranın ve kilisenin gücü ile bastırılmaya çalışıyor direnenler. Kiraladıkları toprakların parasını ödeyemedikleri için evlerinden atılan yoksul çiftçilerin sıklıkla rastlanan bir durum olduğu günlerde geçiyor hikâye ve zenginler arkalarındaki kilisenin de desteği ile “komünistler”i gerekirse şiddetle ortadan kaldırmaya çalışıyorlar, kendilerine bir tehdit olarak gördükleri için. Bir başka deyişle, Gralton’un etrafında örgütlenenler iki iktidar odağı (zengin toprak sahipleri ve kilise) tarafından tehdit unsuru olarak görülüyorlar ve bu odaklar arkalarına devletin ve dinin gücünü olarak onları yok etmeye soyunuyorlar. Rahibin halka “ya İsa ya Jimmy” diyerek bir seçim yapmalarını istemesi, zenginlerinse polisin gücünü kendi emelleri için kullanması mücadelenin zorluğunu ortaya koyuyor. Gralton’un bir uzlaşma umudu ile gittiği rahibin evinde söylediği “Sözümü geri alıyorum. İnsanları dinliyorsunuz ama sadece önünüzde diz çöktükleri zaman” cümlesi kahramanımızın ne ile karşı karşıya olduğunun bir özeti adeta: Kendi iktidarına sınırsız itaat talep eden ve ancak onu aldığında karşısındakini “dinleyen” bir iktidar sahib(pler)i.

Evet, tüm bunları anlatıyor Laverty – Loach işbirliği ve bir kez daha, söyleyecekleri olan has sanatçıların izlerini taşıyan bir film koyuyorlar önümüze. Bunu yaparken de tüm oyuncu kadrosundan ama özellikle başroldeki Barry Ward’dan büyük destek alıyorlar. Sadece bir devrimci mücadelenin değil, yaşamı “kutsayan”, onun tadını çıkarmayı ihmal etmeyen bir yanı da olan bir mücadelenin kahramanını etkileyici biçimde canlandırıyor hikâye boyunca ve Gralton’un içindeki yaşam sevgisini ve mücadele heyecanını bize aynen geçiriyor. Belki çok özel bir yanı var gibi görünmese de, istemeden geride bırakılmış ve şimdi evli olan eski sevgili ile yapılan dansa tanık olduğumuz sahne de kahramanımızın hayatının bir özeti olması ve Ward ve ona eşlik eden Simone Kirby’nin oyunları ile öne çıkıyor ve kahramanlığın fedakârlıkla nasıl iç içe geçtiğini söylüyor bize. Bunları duyarlı ve başarılı bir şekilde bize geçirmeyi başaran senaryonun bir başka başarısı da yalın içeriği ile İrlanda tarihinde yaşananlardan hiç haberi olmayanların bile rahatlıkla takip edebileceği bir biçimde anlatması hikâyesini. Buna karşılık senaryonun zaman zaman ve aslında galiba amaçlandığı şekilde bir parça düz ilerlediğini ve yeterince heyecan/sürpriz öğesi barındırmadığını da söylemek gerekiyor. Loach’un her zamanki yalın ve gerçekçi anlatımı da yine samimiyeti ile dikkati çekiyor ama sonuçta senaryonun bu problemini aşacak bir yenilik veya farklılık da yaratamıyor.

Halkını seven ve halk tarafından sevilen lider ruhlu insanların yerleşik iktidarlar için her yerde ve her zaman bir “tehlike” olduğunu ve dinin her zaman nasıl da kitleleri ezmek/susturmak/korkutmak için kullanıldığını bir kez daha anlatan film sineması ile çok orijinal görünmüyor ama gerçek hikâyesinin kimi öğeleri (örneğin halkı bölerek yönetenlerin yoksul protestanlar ile yoksul katoliklerin bir araya gelmesinden korktuğuna, etnik/dinsel vb. kimliklerden nasıl ustaca yararlandığına bir kez daha tanık oluyoruz) ile özellikle politik/sosyal/duyarlı sinema düşkünlerinin zevkle izleyeceği bir esere dönüşmeyi başarıyor. Yukarıda sıraladığım birkaç soruna ilave olarak, senaryodaki karakterlerin gerçek bir karakterden çok sembollere dönüşmesi ve hikâyenin bir manifestodan esintiler taşıması gibi pek de önemsiz olmayan problemleri de olan film yine de salonda bir araya gelip Yeats’in bir şiirini tartışan insanların olduğu bir dünyayı ve bu dünyanın kurucusu Gralton’u bize hatırlattığı için de önemini koruyan bir çalışma. İnsanı ve onun gerçeklerini yine yalın bir dille ve sinema oyunlarına girişmeden karşımıza getiren bir Loach filmi, özet olarak.

(“Özgürlük Dansı”)

Azap – Türkân Şoray (1973)

azap“Adını ben verdim, ömrünü Allah versin. Ver ilacını, diyiver öğütlerini bir bir yapayım. İyileşsin oğlum, hadi yürütüver, konuşturuver”

Hasta çocuğunu tedavi için İstanbul’a getiren köylü bir kadının hikâyesi.

Türkân Şoray’ın yönetmenlik kariyerindeki bu ikinci çalışması, Yeşilçam melodramlarının izinden giden, içeriği ve yönetmenliği ile bu melodramlardan farklılaşmaya çalışan ama bunu arzu ettiği kadar başaramamış görünen bir film. Safa Önal’ın “edebî” ve zaman zaman bir Yunan trajedisine yakışacak cümlelerle dolu senaryosunun her zamanki etkisini yaratamamış göründüğü film, kusurlarına rağmen yine de görülmeyi hak ediyor: Takdiri hak eden bir farklı olma çabası, Şoray’ın kimi sahnelerdeki performansı, onun 1970 başlarının İstanbul’da sırtında hasta çocuğu ile gezinirken yakalanan görüntüler ve yoksulluk ve eşitsizlik üzerine dertleri filmi ilginç kılmaya yetiyor çoğunlukla.

Kocası tek çocuklarını göremeden ölen köylü bir kadının “koca İstanbul”da hasta çocuğu ile birlikte çektikleri azabın hikâyesi bize anlatılan. Sağlıklı doğan ama anne karnında iken yaşadığı bir travma nedeni ile sonradan konuşma ve yürüme yeteneğini yitiren çocuğunu sırtına alıp İstanbul’a doktora getiren kadının hikâyesi iç burkan bir içeriğe sahip ve Safa Önal’ın senaryosu ile Şoray’ın oyunu da zaman zaman trajedilere yakışan biçimi ile bu iç burkma özelliğini artırıyor. Hasta bir çocuk ve bir iki kişi hariç tümü ile kötü veya en hafif deyimi ile umursamaz bireylerin kadına yaşattığı cehennem azabı özellikle “anne”leri epey etkileyecektir kuşkusuz. Ne var ki senaryonun kimi problemleri bu etki gücünü sinema açısından hassas seyirciler için azaltıyor. Önal’ın senaryosunun birinci problemi baş karakterinin “hayatında ilk kez büyük şehir gören köylü kadın” temasını tutarlı ve filmin kronolojik akışına uygun şekilde oluşturamamış olması. Kadın şehirde bir rahat hareket ediyor, bir panik atağa kapılıyor örneğin. Sanki bu tema unutuluyor ve bir trajik etki yaratılmak istendiğinde akla geliyor ve yeniden kullanılıyor gibi bir görüntü var filmde. Önal’ın o yüreğe dokunan edebî cümleleri de bu kez yerli yerinde kullanılmamış gibi senaryoda ve zaman zaman da zorlama görünüyor açıkçası. Hikâyesi zaten yeterince/fazlası ile trajik olan bir filmde bu tür cümleler daha özenle ve ekonomik kullanılmalıydı senaryoda kesinlikle. Önal’ın hikâyesinin ortalama bir film süresine yetmediği ve bu nedenle uzatıldığı da dikkat çekiyor. Örneğin geriye dönüşle gösterilen köy sahneleri hikâyeye hiçbir şey katmamış süreyi uzatmak dışında.

Türkân Şoray’ın kendisini karakterine tamamen verdiğini her anında hissettiğiniz bir performansı var filmde. Çocuğu ile konuştuğu, doktorlardan ve etrafından yardım beklediği veya etrafını sarmış görünen şeytanî kötülüklerle mücadele ettiği sahnelerde kendini kaptırmış giden bir performansı var. Bu anlamda bir parça dozu kaçmış gibi görünüyor oyunculuğunun çünkü tıpkı senaryonun trajedinin altını sürekli ve ihtiyacı olmayan bir şekilde vurgulaması gibi, Şoray’ın oyunu da benzer şekilde bazı anlarda “fazla büyük” görünüyor. Yine de karşımızdaki Türkân Şoray ve ne yapsa yakışıyor kendisine ve çektiği azaba seyirciyi de ortak etmesini başarıyor. Yönetmenliğinde ise bir ikilem içinde kalmış gibi Şoray: Kendisinin de oyuncu olarak pek çok örneğinde yer aldığı Yeşilçam melodramlarını sıkı sıkıya takip eden bir senaryoyu alışılagelen şekilde perdeye aktarmış ama bir yandan da farklı olmaya çalışmış. Örneğin Şoray gibi ünlü bir oyuncu ile İstanbul’un kalabalığında dış sahne çekmek epey zor ama işte bu zor işe soyunmuş sanatçı ve “kaçınılmaz” kimi kazalara (“Türkân Şoray’a bakanlar” gibi) rağmen altından kalkmış bu işin. Sanatçının kamera kullanımı da Yeşilçam’ın klasik ve garantili anlayışından uzaklaşıyor zaman zaman ve hareketleniyor, karakterlerin etrafında dönüyor hatta ve arada sallantılı ve titremeli çekimleri bile deniyor. İstanbul’dan yoksulluk manzaraları da getiriyor karşımıza Şoray’ın kamerası hastane koridorlarlarında ve sokaklarda gezinirken. Bunu da filme “bir süs olsun” diye değil, gerçekten halktan resimler almak için yaptığını ve bu konudaki samimiyetini her anında hissediyorsunuz bu sahnelerin.

Hastane odalarında sigara içildiği, eski Galata köprüsünün yerinde durduğu, İstanbul’da üzerinde henüz “rezidans” inşa edilmemiş alanların var olduğu yıllarda geçen filmde kadını manevi ve maddi olarak sürekli sömüren bir şehir manzarası çiziliyor bize ve finaldeki “benden aldığını geri vereceksin” sahnesi (tam Safa Önal’dan beklenen ve filme de çok yakışan bir sahne bu) ile azabı çektiren tüm bir düzene, bu düzenin zengin temsilcisi üzerinden isyan ediliyor, bireysel olarak da olsa. Evet, tam bir azap hikâyesi bu ve yukarıda sıralamaya çalıştığım tüm kusurlarına rağmen ilgiyi hak ediyor. Son ve eğlenceli bir not olarak bir kurgu hatasını da anmadan geçmeyelim. Filmin yaklaşık 47. Dakikasında, Şoray yönetmen olarak oyuncusunu seyrederken bir karakterin arkasında çok kısa bir süre görünüp kayboluyor!