Last Embrace – Jonathan Demme (1979)

Last Embrace“Kalırsam olacaklardan korkuyorum”

Karısının bir çatışmaya kurban gitmesi sonucu bunalıma giren bir hükümet ajanının kendisinin de peşine düşen ve gizemli cinayetlerler işleyen bir katili arayış hikâyesi.

Murray Teigh Bloom’un “The 13th Man” adlı romanından sinemaya uyarlanan ve Jonathan Demme tarafından yönetilen bir gerilim filmi. Karısını kendisinin de dahil olduğu bir silahlı çatışmada kaybeden bir ajanın dibe vuran özel hayatını toparlamaya çalışırken, aldığı gizemli bir notun peşinde yaşadıklarını anlatan film, alçak gönüllü bir gizemli gerilim hikâyesi olmaya soyunan bir çalışma. Başroldeki Roy Scheider’ın filmi sürükleyen oyunu başta olmak üzere, bu Hitchcockvari hikâyeyi seyre değer kılan çeşitli unsurlar var ama film genel olarak vasatın biraz üzerinde geziniyor ve zaman zaman fazla bilinir veya tahmin edilebilir şekilde ilerliyor.

Yönetmen Jonathan Demme filmini Alfred Hitchcock’a bir saygı ifadesi olarak tanımlamış ve açıkçası hikâye de bu ifadeyi destekliyor; Demme kimi sahneler aracılığı ile de saygısını oldukça açık bir şekilde göstermeye çalışmış. Örneğin kadının makasa göz attığı sahne Hitchcock’un “Dial M for Murder – Cinayet Var” filmine, çan kulesi bölümü “Vertigo – Ölüm Korkusu”, duş sahnesi ise “Psycho – Sapık” filmlerine açık göndermeler. Miklós Rózsa’ya ait olan müzik çalışması da Hitchcock filmlerindeki müzikleri hatırlatan atmosferi ile destekliyor bu göndermeleri. Ne var ki bu referans alma çabası yeterli denebilecek bir başarıya ulaştıramıyor filmi. Bunun temel nedeni de hikâyesinin zayıflığı; eldeki malzeme benzer filmlerde sıklıkla gördüğümüz öğelerin bir araya getirilmesi ile oluşturulmuş gibi görünüyor ve yeterince gerilim yaratamıyor. Ek olarak, kimi inandırıcılık problemleri de filmin gerilim havasına zarar veriyor zaman zaman. Yönetmenin yeterince başvurmadığı kamera oyunlarının başarısı ortada (örneğin tren istasyonundaki bir sahnede, sesini duymaya başladığımız ve yaklaşmakta olan trenin aksi yönünde (trene doğru) hareket eden kamera sahnenin ruhuna ve Roy Scheider’ın tedirgin oyununa uygun bir gerilim yaratıyor) ama bu başarı nitel ve nicelik olarak sınırlı kalıyor genelde. Müziğinin iddia ettiği kadar büyük değil hikâye ve diyaloglara da yansıyan zayıflık şöyle alçak gönüllü ama sıkı bir gerilim duygusunu yaşamanız için yeterli olmuyor.

İçerdiği tüm görsel başarıya rağmen, Niagara şelalesinde ne olacağını hissetmenizden kaynaklanan öngörülebilirlik duygusunun da yardımcı olmadığı filmin artılarından biri başroldeki Roy Scheider’ın yoğun kelimesi ile nitelenebilecek oyunculuğu; trajedisi, paranoyası ve çözmeye çalıştığı gizem ile mücadele eden adamın karakterini çok iyi yansıtıyor bize ama oyunculuğundaki bu yoğunluğun filmin hikâyesi ile ve belki daha da önemli olarak diğer oyuncuların tarzları ile pek örtüşmediğini de söylemek gerekiyor. Adeta Scheider filmin gitmeyi hedeflediği noktayı, diğer oyuncular ise filmin kaldığı noktayı temsil ediyor gibi. Finalde kahramanımızın ikinci kez mutluluğu elden kaçırıyor olmasının ve filmin adına yakışır bir son kucaklaşma ile yetinmek zorunda kalmasının etkileyiciliği, pek az başvursa da stilize üslubunun öne çıktığı anları ve eski usul gerilim filmlerinin havasını karşımıza getirmesi ile yine de görülmeyi hak eden bir film “Last Embrace”.

(“Son Kucaklaşma”)

The Artist – Michel Hazanavicius (2011)

The_Artist“İnsanlar artık yeni yüzler görmek istiyor, konuşan yüzler”

Sinemaya sesin gelişi ile birlikte kariyeri tehlikeye giren bir yıldızın hikâyesi.

2012 yılında aralarında Oscar ve Altın Küre’nin de olduğu pek çok ödülün sahibi olmuş bir “sessiz” film. Fransız Michel Hazanavicius’un yazdığı ve yönettiği film çok kısa iki sahnesi dışında, konu aldığı döneme ithafen sessiz olarak anlatıyor derdini. Hikâyesi pek orjinal değil (“A Star is Born – Bir Yıldız Doğuyor”dan “Singing in the Rain – Yağmur Altında”ya pek çok filmin anlattığı hikâyelerin bir toplamı denebilir aslında bu film için) belki ama sahip olduğu estetik düzey, görsel gücü, yıldızı canlandıran Jean Dujardin başta olmak üzere oyuncularının güçlü ve doğru oyunculuk tarzları ve sessiz sinemayı başarılı bir şekilde yinelemekle kalmayıp yenilemeyi de başaran biçimi ile kesinlikle etkileyici bir çalışma.

Bilindiği gibi sesli filmler saniyede 24 kare tekniği ile çekilir ve böylece ses ile görüntünün senkronizasyonu sağlanmış olur. Sessiz sinema döneminde ise filmler saniyede on dörtten yirmi dörde kadar değişen kare sayısı ile çekilirdi ve o nedenle de bugün hızlandırılmış gibi görünürler bize. Bu film ise saniyede 22 kare ile tekniği ile çekilmiş o döneme bir saygı olarak. Bu tercih aslında filmin belki de en iyi başardığı şeyin, sessiz sinema tekniklerine ve o dönemin sinemacılarına saygıda kusur etmeden modern bir hava yaratmayı başarabilmesinin de göstergelerinden biri. Ara yazılar ve açılış jeneriğindeki yazı karakterlerinden müzik kullanımına, oyunculuktan kamera kullanımına (örneğin o dönemde zum teknolojisi olmadığı için hiç kullanılmamış bu teknik) film gerçekten takdiri hak eden bir başarı yakalıyor ve adeta sessiz sinemayı günümüz seyircisi için yeniliyor. Hazanavicius’a ait olan senaryo da benzer bir biçimde o dönemde çekilmiş bir filmde yadırganmayacak bir olay örgüsünü getiriyor karşımıza ve bunu yaparken tatlı bir mizahla da zenginleştirdiği bir dramı çekici kılmayı başarıyor. Özetle, “Artist” öncelikle ve özellikle sinema tarihinin bir dönemine ait bir estetiği hem biçimsel öğeleri hem içeriği ile başarılı bir şekilde modernleştiriyor ve keyfi çok bir seyir tecrübesi sunuyor seyredene.

Hollywood kendisine bakan hikâyeler anlatmayı sever ve bu filmleri asgarî bir düzeyi de tutturmuşsa, şu ya da bu şekilde mutlaka ödüllendirilir. Fransa – ABD – Belçika ortak yapımı olarak ve tamamı ile ABD’de çekilen bu film de bu ödüllendirmeden payına düşeni fazlası ile aldı ve sadece Oscar ve Altın Küre ile yetinmeyip, üzerine BAFTA ödülünü de ekledi, diğer irili ufaklı pek çok ödülün yanısıra. Yukarıda belirtilen unsurların yanında, yaşattığı ve hem tatlı hem hüzünlü bir havası olan nostalji duygusunun da ciddi bir katkısı olsa gerek bu ödül yağmurunda. Jean Dujardin’in müthiş bir performansla canlandırdığı yıldızın sinemaya sesin gelmesi ve buna gösterdiği direnç ile hızla düşüşe geçen kariyerinin yarattığı hüzün ve hikâyenin içine ustaca yerleştirilmiş küçük mizah anlarının katkıda bulunduğu nostaljiden etkilenmemek mümkün değil kesinlikle. Bir film çekimindeki sahne tekrarlarından aşık olduğu erkeğin ceketi ile aşk yaşayan kadının sahnesine kadar film samimi hüznü ve komedisi ile sizi avucunun içine alıyor ve pek de bırakmıyor hikâyesi boyunca. Sinema üzerine ve daha da fazlası ile sinemada oyunculuk ve “yıldız olmak” kavramı üzerine de olan hikâyede yönetmenin kimi görsel oyunları da hayli başarılı. Örneğin Orson Welles’in “Citizen Kane – Yurttaş Kane” filmine açık bir gönderme olan, kahvaltılardaki değişim ile bir evliliğin bitişinin anlatılması, adamın kariyeri düşerken ona aşık olan genç bir kadın oyuncunun sinemadaki yükselişinin oynadığı filmlerin afişleri üzerinden dile getirilmesi, sessiz olan filmimizdeki iki sesli sahneden biri olan kâbus sahnesinin kahramanımızın sesi çıkmasa da sesli olarak çekilmesindeki zekâ veya yıldızın kendisinin yönettiği ve kariyerini zirvede tutma çabasının bir ürünü olan filmdeki sembolik kuma gömülme sahnesi Michel Hazanavicius’un yönetmen olarak performansının bu filmde seyrettiği üst düzeyin göstergelerinden birkaçı sadece.

Guillaume Schiffman’ın görüntüleri ve Ludovic Bource’un filme çok yakışan ve yine sessiz sinema döneminin estetiğini yakalayan müziğinin çok değerli katkılar sağladığı filmde Dujardin’e eşlik eden tüm oyuncular çok başarılı ama yükselen kadın yıldız rolündeki Bérénice Bejo özel bir takdiri hak ediyor ve göründüğü her sahnede Dujardin’e gösterdiği uyum ile alkışlanmayı hak ediyor. Sinemaya, sessiz sinemaya, o döneme ve tüm yaratıcılarına, çeşitli filmlerle yaptığı göndermeler (Hitchcock’un “Vertigo” filminin Bernard Herrman’a ait müziği de aynen kullanımış bir sahnede) ile de vurgulanan bir aşk ilânı olarak nitelendirilebilecek olan bu film mutlaka görülmeli.

(“Artist”)

Under the Skin – Jonathan Glazer (2013)

UNDER-THE-SKIN“Yalnız mısın? Bırakayım mı seni gideceğin yere?”

Yalnız erkekleri baştan çıkararak “ortadan kaldıran” gizemli bir kadının hikâyesi.

Michael Faber’in aynı adlı romanından uyarlanan senaryosunu Walter Campbell ve Jonathan Glazer’in birlikte yazdığı ve Glazer’in yönettiği bir film. Etkileyici gerilim ve bilim kurgu öğeleri, başroldeki Scarlett Johannsson’un pek çok anlamda zor bir rolün altından ustalıkla kalkması ve üzerinde yorum yapmaya açık ve bunu teşvik eden hikâyesi ile hayli ilginç bir film bu. Amatör oyuncuların da yer aldığı ve bu oyuncuların pek çok sahnesinin gizli kamera ile ve onlardan önceden izin alınmadan çekildiği filmde kurulması başarılan atmosfer kesinlikle takdiri hak ediyor. Kadının ve “motosikletliler”in aslında kim olduklarının, daha doğrusu neyin sembolü olduklarının hikâyeye kattığı gizemi ile de önemli bir çalışma bu ama öte yandan bu gizem bir kenara bırakıldığında filmin bir süre sonra tekrara düştüğünü ve daha kısa sürede anlatılabilecek bir hikâyeyi uzattığını da söylemek gerekiyor.

Kimilerinin feminist bir manifesto olarak gördüğü, bazılarının ise toplumda “öteki” olmak (hatta kimilerine göre mülteci olmak) üzerine bir derdi olduğunu iddia ettiği hikâyedeki kadının dünyaya gelmiş ve inceleme yapan bir uzaylı ekibin parçası olduğuna veya uzaylı olmaktan çok, İskoçya, İrlanda ve İzlanda efsanelerinde yer alan Selkie adında mitolojik bir karakterin sembolü olduğuna kadar hakkında geniş bir yelpazeye dağılan yorumlar yapılan bir film karşımızdaki. Açıkçası hikâye belki de bunların tümü; bu bir karmaşaya neden olan bir durum olmadığı gibi filmin bu karmaşa üzerinden yapay bir ilgi yaratmaya soyunduğu da söylenemez kesinlikle. Aksine, Glazer’ın filmi finalde de koruduğu gizemi ile görsel yönden çok değerli ve tedirgin edici (son bölümleri ile de hüzünlü) bir sonuç elde etmeye çalışmış ve bunu da başarmış kesinlikle. Kadının karanlıkta sokakta avladığı yalnız erkekler “gerçek” hayatta sokakta yalnız dolaşan kadınların başına gelenleri anlatan eserlerin tam tersi istikamette bir hikâye anlatarak “feminist” bir söylem takınıyor kuşkusuz veya tıpkı efsanedeki mitolojik karakter gibi erkekleri baştan çıkarıyor kadın ama film herhangi bir anında doğrudan bunların hiçbirini işaret etmiyor. Sonuç olarak filmi, gizemli bir hikâyeyi buna çok uygun bir sinema dili, görsel çalışma ve ses kurgusu ile anlatan bir çalışma olarak değerlendirmek yapılacak en doğru şey olarak görünüyor.

Mica Levi’nin ödül kazanan, tuhaf ve tedirginlik dolu bir atmosfer yaratan ve gizeme de işitsel bir katkı sağlayan müziği ve hem doğal hem yapay seslerin ilginç bir biçimde kurgulanmasından oluşan ses çalışması filmin işitsel alanda hayli üst düzeylerde seyretmesini sağlamış çoğunlukla. Daniel Landin’in görüntüleri de aynı başarıyı görsel alanda yakalıyor ve hikâye ile uyumlu bir görüntü çalışmasının nasıl olması gerektiği konusunda bir ders niteliği taşıyor adeta. Kameranın İskoçya’nın görsel imkânlarından akıllıca yararlanması, karşımıza getirdiği hikâyenin bir parça uzamış olmasının (filmi yarıladığımızda kadın hâlâ sokaklarda “avlanmak”la meşgul olmaya devam ediyor örneğin) neden olduğu problemin olumsuz etkilerini de azaltıyor. Ve elbette tüm bunlara ek olarak bir Scarlett Johannsson gerçeği var ortada. Oyuncu, belki de sinema tarihinin en doğal “çıplak”lığını sergilediği oyunculuğunu gizemli karakterinin hizmetine vermiş ve adeta ondan başka kimsenin tekrarlayamayacağı bir sonuç koymuş ortaya. Peruğu ve kırmızı rujlu dudakları ile bir yandan yapay görünmeyi ama öte yandan çok da çekici bir “güzellik” yaratmayı başarıyor oyunu ile ve başarısız bir performansın çok rahatsız edeceği bir kendini keşfetme ve sorgulama sürecini ikna edici kılmayı başarıyor. Gizem konusunda bir ipucu verilmeden geçen süresi boyunca oluşabilecek ve açıkçası da zaman zaman oluşan “belirsizliğin yarattığı sıkıntı”yı hafifleten en önemli öğelerden biri de o oluyor oyunculuğu ile.

Sadeliğine rağmen etkileyici olmayı başaran bu “bilim kurgu” filminin hem bu kadar bu dünyaya hem de aynı ölçüde bir başka dünyaya ait görünmeyi başarması da bu çalışmayı görmeyi keyifli bir eylem kılıyor kuşkusuz. Buna karşılık filmin belki de kaçırdığı bir fırsat var: Gizli kamera ile çekilen ve gerçek karakterlerle olan sahneler, bu karakterleri ve dolayısı ile hikâyenin içinde geçtiği toplumu tanımamız ile hemen hiç ilgilenmiyor ve bu nedenle de, yukarıda sözü edilen “ötekileşmeyi ve ötekileri anlatmak” konusunu teğet geçiyor. Oysa buradan çok iyi hikâyeler yakalayabilirmiş Glazer.

(“Derinin Altında”)

Interstellar – Christopher Nolan (2014)

interstellar“Sevgi, zaman ve uzay boyutlarını aştığını algılayabildiğimiz tek şey. Belki de ona güvenmeliyiz, henüz onu tam algılayamıyor olsak da”

İnsanlığın kurtuluşu için uzayda yeni bir dünya arayan kâşiflerin hikâyesi.

Christopher Nolan’dan senaryosunu kardeşi Jonathan Nolan ile birlikte yazdığı bir bilim kurgu hikayesi. Üç saate yakın süresi, kara delikler ve solucandeliği, görecelik, zaman ve uzay kavramlarını ve elbette “kurtuluşumuzun bağlı olduğu” sevgi kavramını içine alan felsefî hikâyesi ve görsel gücü ile özellikle filmlerde zekânın izini arayanların çok beğendiği ve 2014’ün de en çok konuşulan sinema eserlerinden biri olmayı başarmış bir yapım. Projenin yönetmeni olarak ilk düşünülen isimlerinden birinin neden Spielberg olduğunu izah eden bir “aile” kutsallığı havasını fazlası ile barındırsa da, bilimin önemini ve “mürşitliğini” öne çıkaran hikâyesi, onca özel efektine rağmen hikâyenin görsel bombardıman altında ezilmesine çoğunlukla izin vermemesi ve sağlam anlatımı ile önemli bir film bu ve bireysel olarak hayatta kalma içgüsüsünün koşullar ne olursa olsun ve karşılığında ne feda edilirse edilsin ne kadar güçlü olduğunu anlatan hikâyesi ile görülmeyi hak eden bir çalışma. Tıpkı “Inception – Başlangıç” gibi bu Nolan filminin de bir entelektüellik ve zekâ gösterisi havasından kaçınamadığını akılda tutmakta da yarar var.

Amerikan sinemasının erkek kahramanları sadece dünyayı değil ailelerini de kurtarma telaşındadırlar hep ve bu kahramanlar eylemleri ile bilerek veya bilmeyerek ihmal ettikleri ailelerini hikâyenin finalinde bir şekilde kurtarmayı ve kendilerini affettirmeyi başarırlar. Spielberg filmlerinde sıkça rastlanan bu öğe, Nolan kardeşler imzalı bu filmin de tam göbeğinde yer almış. Karakterler kara deliklerin içinden geçer ve ötesini görürken, zaman ve uzay kavramları ile oynar ve bu kavramların oyununa gelirken bu tema her anında kendini hissettiriyor filmde. Evet, hayatta kalma içgüdüsü ve kendi sevdiklerini koruma arzusunun tüm insanlığın geleceğini kurtarma hedefi ile çelişmesi üzerinden ilerleyen hikâyede bu aile hassasiyeti diğer örneklerdeki kadar sırıtmıyor belki ama dozun hayli kaçtığı da açık. Ölen annenin de boşluğunu doldurmaya çalışan babanın kendi ailesinden başlayıp tüm insanlığı kurtarma çabası göz yaşartıcı ve gereksiz kimi (neyse ki az sayıda) sahneler ile sergilenirken Nolan’ın neden Spielbergvari bu havadan yeterince kaçınmadığını düşünmemek mümkün değil.

Filmin görsel ve işitsel unsurlarına söylenecek tek bir olumsuz cümle yok ve bunları destekleyen, Hans Zimmer imzalı müziğin kimi sahnelerde (örneğin iki uzay aracının kenetlenme sahnesinde Zimmer’in notaları göz yaşartacak denli güzel ve hikâye için “doğru” görünüyor) tüyler ürpertici güzelliği de aynı şekilde kesinlikle çok etkileyici. Burada filmin iki temel başarısını vurgulamak gerekiyor: Oscar kazanan efektleri tasarlayanlar nadiren ulaşılabilen bir başarıyı yakalamışlar ve aynı anda hem güçlü, hem gerçekçi hem de yalın olmayı becermişler. Gerek bu özellik gerekse efektleri bir şova dönüştürmeden, hikâyeyi destekleyecek/zenginleştirecek ve hemen hiç önüne geçmeyecek şekilde kullanma tercihi ciddi bir takdiri hak ediyor ve filme kalıcılığı tartışılmayacak bir başarı getiriyor. Şunu söylemek mümkün elbette: İnsanlığın akıbeti üzerine içi dolu laflar edebilmek için her şeyin bunca büyük olduğu bir yapımı tercih etmeye gerek var mıydı? Bunun cevabı, eğer sinemanın bir şovdan öte bir sanat olduğunu düşünüyorsanız, elbette hayır ama en azından karşımızdaki film şov dozunu Hollywood’un güncel pek çok örneği ile kıyaslandığında iyi ayarlamış ve derdinin görüntü ve ses bombardımanı altında kaybolmamasını -her zaman olmasa da- sağlamış.

Yüzlerce kişinin çalıştığı ama nasılsa gizli kalabilen bir proje, kahramanımızın böylesine önemli bir keşif seferinin başına hiçbir sorgulamaya girilmeden geçirilmesi, adeta bir soğuk savaş dönemi hikâyesi anlatılıyormuş gibi dünyayı Amerikalıların tek başına kurtarmaya soyunması ve yeni bir galakside ABD bayrağının dikilmesine fırsat sağlanması, Amerikan sinemasının asla vazgeçemediği “en zor anda bile espri yapan kahramanlar” klişesinden (“Bruce Willis Uzayda”) kurtulamaması, kimi diyalogların zayıflığı veya zorlama duygusallıklara başvurmak gibi önemli zayıflıkları olsa da ve finali içeriği ve mizansen anlayışı ile filmin geneline yakışmayan bir sıradanlığa sahip görünse de görülmesi gerekli bir film bu.

(“Yıldızlararası”)