Aşk ve Öbür Cinler – Gabriel García Márquez

Ask ve Obur CinlerKolombiyalı Gabriel García Márquez’in 1994 tarihli romanı. Yazarın “büyülü gerçekçilik” akımının başyapıtlarından biri olan romanı 2009’da Hilda Hidalgo’nun yönetmenliğinde Kosta Rika ve Kolombiya ortak yapımı olarak sinemaya da aktarılmıştı. Önsözde Márquez romanı yazarken büyükannesinden dinlediği bir masal (“saçları arkasında bir gelin duvağı gibi yerlerde sürünen ve bir köpek ısırması sonucu kuduzdan ölerek, gerçekleştirdiği pek çok mucize nedeniyle Karayib halkları arasında yüceltilen, on iki yaşında küçük bir markizin efsanesi”) ile gazetecilik yaptığı yıllarda tanık olduğunu ileri sürdüğü bir olayı (eski bir manastırın yıkıntıları üzerine yapılacak bir otelin temel kazıları sırasında mezarlardan birinde bulunan ve hâlâ bir kız çocuğunun kafatasına yapışık durumda, bakır renkli ve yirmi iki metre on bir santim uzunluğundaki saç) birleştirdiğini, bir başka deyişle “büyülü” bir masal ile “gerçek” bir olayı bir araya getirdiğini yazıyor ve ortaya gerçekten de büyülü gerçekçiliğin parlak bir örneğini koyuyor.

Kitabı ilgili akımın açıklayıcı bir örneği olarak değerlendirmek de mümkün. Büyülü (doğaüstü) anlar var romanda ama bunların önemli bir kısmı, karakterlerin yaşadıkları toplumun inançlarının neden olduğu algılarla çarpıtılmış gerçeklikler sadece. Farklı karakterlerin aynı rüyayı görmesi gibi unsurlar ise büyüye göz kırpan anlar olarak gösteriyor kendisini. Burada, kızın kuduz olup olmayacağı bir belirsizlik teması olarak roman boyunca sürerken, etrafındakilere verdiği tepkilerin “içine şeytan girmesi” ile açıklanması dönemin toplumu ile ilgili sıkı bir gözlem yapma imkânı sağlıyor yazara. Bu bağlamda da özellikle din (kurum olarak ve takipçileri ile) toplumu şekillendiren temel unsur olarak kendisini gösteriyor ve sevgisizlik ve dışlanmışlıkla başlayan bir hayatın trajik bir sonla bitmesinin asıl nedeni oluyor. Gösterişli zamanlarını geride bırakmış bir toplumun resmini çiziyor Márquez (piskoposun sarayı ve markinin evinin tasvirleri ile özellikle vurguluyor bunu) ve dinî inançların bireyleri nasıl kıstırdığını, farklılıklarla birlikte yaşamayı nasıl engellediğini ve aklın nasıl inanmanın arkasına itildiğini gösteriyor bize. Doktor karakteri bu bağlamda, din ile bilimin çatışmasının sembolü olarak ortaya çıkıyor.

(“Del Amor y Otros Demonios”)

Gladiator – Ridley Scott (2000)

Gladiator“Adım Maximus Decimus Meridius, Kuzey Orduları’nın komutanı, Felix Lejyonu’nun Generali ve gerçek imparator Marcus Aurelius’un sadık hizmetkârı. Öldürülen bir çocuğun babası, öldürülen bir kadının kocası. Ve intikamımı alacağım, bu hayatta veya sonrakinde”

Kudretli bir Roma generaliyken, yeni imparatorun gazabına uğrayan, ailesi öldürülen ve gladyatör olan bir adamın intikam hikâyesi.

On iki dalda Oscar’a aday olan ve aralarında En İyi Film’in de olduğu beşini kazanan bir film. David Franzoni’nin orijinal hikâyesinden yola çıkarak, senaryosunu Franzoni, John Logan ve William Nicholson’un yazdığı filmi yöneten isim Ridley Scott olmuş. Hayli zengin bir kadro ve büyük bir bütçe ile çekilen film başroldeki Russell Crowe’un Oscar kazanan “görkemli” oyunu ile özetlenebilecek bir çalışma aslında: Büyük ama bir parça boş bir film bu ve hikâyesinin nerede ise yarısı bu tür filmlerde sıkça gördüklerimizi tekrarlayan ve içerik olarak vasat sahnelerle dolu. Şiddeti ve kanı bolca kullanan, teknik açıdan çok başarılı, bütçesinin hakkını veren görkemli savaş ve gladyatör dövüşleri sahnelerine sahip bir “eğlencelik” olarak ilgiyi hak ediyor kuşkusuz ama sinema değerleri açısından vasat olduğu da bir gerçek.

Russell Crowe filmin en büyük kozlarından biri kuşkusuz ve o da bunu hak ettiğini gösteren bir performans sunuyor baştan sona ve oyunculuğunun fiziksel yanını hikâyenin de gerektirdiği şekilde öne çıkararak filmi sürüklüyor. Çekimler boyunca birkaç kemiğini kıran oyuncu filmin zengin oyuncu kadrosunun da desteği ile bu aksiyon filminin tüm gereklerini karşılıyor ve yönetmen Ridley Scott da aksiyon türünün gerektirdiği teknik ustalığa fazlası ile sahip olduğundan bu açıdan herhangi bir sıkıntı yaşamıyor film. Çekimler tamamlanmadan ölen ve filmin ithaf edildiği Oliver Reed’den Joaquin Phoenix’e Richard Harris’ten Oliver Jacobi’ye ve David Hemmings’e genç ve yaşlı oyuncuları bu tarihî aksiyon filminde bir arada görebilmek hoş bir durum kuşkusuz ve Phoenix’in tutkulu, diğerlerinin de olgun diye nitelenebilecek oyunculukları filmi zenginleştiriyor. Tüm bu ünlü isimleri karşımıza getiren ve Roma İmparatorluğu’nun tarihinden bir kesiti anlatmaya soyunan bir Hollywood filmi olarak tarihi bolca ve acımasızca değiştiriyor ve çarpıtıyor elbette karşımıza gelen eser ve üstelik -kimileri ortaya çıkan senaryodan rahatsız oldukları için isimlerini filmden çeken- onca tarih danışmanının -doğal olarak- engel olamadığı bir şekilde. Gerçek kişiliklerin arasına, üstelik başrolde, bir gerçek olmayan karakter koymak anlaşılabilir bir şey olabilir sinema ticareti açısından ama gerçek kişiliklerin başlarına gelenleri tamamı ile çarpıtmak affedilir bir şey değil kesinlikle. İmparator Aurelius’un doğal nedenlerle gerçekleşen ölümünü cinayete çevirmekle başlayan ve sayıları epey çokca olan bu çarpıtmalar senaryoya “heyecan” katıyor ve Phoenix’in genç imparator karakterinin “şiddetle arzu edilen ama hiç karşılanmayan, baba tarafından takdir edilme isteği” üzerinden psikolojik okumalara da (ensest bir aşkı da eklemeliyiz buna) yol açarak ilginç bir öğe yaratıyor ama tüm bu değişiklikleri -gerçekte bir suikast sonucu öldürülen Commodus’u arenada kahramanımızın karşısına çıkartarak kaderini belirlemek gibi diğer pek çoğu ile birlikte- sinemanın zorunlu kıldığı bir durum olarak değil, tarih ile dalga geçmek diye tanımlamakta bir yanlışlık yok kesinlikle.

Açılış sahnesinden başlayarak epik havada bir “büyük” film ile karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz ve yakışıklı, karizmatik, güçlü, cesur, sevecen, esprili ve askerleri tarafından sevilen ve sayılan generalin yönettiği savaşın görüntüleri de eğleneceğimizin garanti olduğunu söylüyor bize. Görkemli dövüş sahneleri, kopan organlar, fışkıran kan ile film bize “eğlence”sinden kaçamayacağımızı açık açık söylüyor. Scott’ın tartışılmaz teknik becerisi tüm o efektlerle birlikte ortaya karşı konulamaz bir eğlencelik koyuyor, senaryosunun -belki de geniş kitlelerin hiç umursamayacağı bilinen- vasatlığına rağmen. Oysa hikâyenin özellikle bizimki gibi siyasî tarihleri için olan ülkeler için hayli önemli ve burada üzerinde yeterince durulmayan bir yanı var: İmparatorluk taraftarları ile Cumhuriyet taraftarları arasında bir mücadele var burada ve ölen imparator Roma’yı tekrar bir cumhuriyet yapmayı planlarken yerine geçen oğlu senatoyu ortadan kaldırıp tüm yetkiyi kendisinde toplamak istiyor. Babasının, senato görevi devralmaya hazır olana kadar General Maximus’un (ordunun bir başka deyişle) görevi üstlenmesini istemesi karşısında “darbe”yi önlemek için senatörleri ortadan kaldıran imparatora halktan “hırsız” diye bağrılması, “bir diktatörlüğü diğerine mi değişeceğiz” gibi cümleler vs. epey çağrışımlara yol açıyor elbette bugün seyrederken.

Şiddeti açıkça kullanan hatta sömüren, zaman zaman bir reklâm filmi estetiğini tercih eden, kimi klişelerden kaçınamayan, Oscar’a aday olan görkemli müziği ile dikkat çeken film içine trajik bir duygusal hikâye de katılmış aksiyon meraklıları için çok tatmin edici şüphesiz. Ne var ki daha fazlasını bekleyenler için sıradan denebilecek bir yapıt bu ve Hollywood’un o “hoş ama boş” filmlerinden, ama onların gösterişli olanlarından, bir diğeri sadece. Seyredip, üzerinde pek durmadan eğlenmek için görülmeye değer yine de.

(“Gladyatör”)

Clouds of Sils Maria – Olivier Assayas (2014)

Clouds-of-Sils-Maria“Yani genç olmayı istemediğim sürece yaşlı sayılmam, öyle mi?”

Yıllar önce yer aldığı bir tiyatro oyununda tekrar rol alması istenen bir sanatçının kaygıları ile yüzleşmesinin hikâyesi.

Fransız oyuncu Juliette Binoche’un kendisine anlattığı bir fikirden yola çıkarak Fransız yönetmen Olivier Assayas’ın yazıp yönettiği bir Fransa – Almanya – İsviçre ortak yapımı. 20 yıl önce yer aldığı ve genç bir kadının kendisine aşık olan ve yaşı ondan hayli büyük bir kadınla ilişkisini anlatan oyunda tekrar rol önerilen (ama bu kez genç kızı değil, ona tutku ile aşık olan yaşlı kadını oynamak üzere) kadın yıldızın rolüne hazırlanırken kendisini, hayatı ve sanatı içine alan sorgulama sürecini zarif ve alttan alta kendisini hep duyuran bir hüzünle anlatıyor film. Gerçek hayattan kimi esinlemeleri de olan çalışmada yıldızı oynayan Binoche ve asistanı rolündeki Kristen Stewart özellikle ikili sahnelerinde epey göz dolduruyorlar. İsviçre’nin dağlarından ve filme adını veren müthiş doğa olayından da görsel bir çekicilik üretmeyi başaran film diyaloglarının doğallığı ve gücü ile de önem taşıyan bir çalışma. Ancak Avrupa sinemasının yapabildiği bir şekilde, hayat ve sanat kavramları üzerine meraklıları için epey fikir kaynağı olabilecek içeriği ile dikkat çeken çalışma görülmesi gerekli bir sinema eseri.

Binoche’un fikrinden yola çıkan filmin temel iki başarısı var: Kolayca mızmız bir Fransız filmine dönüşebilecek bir fikri çok zarif anlatılmış ve oynanmış bir yapıta dönüştürebilmesi ve doğallığını her anında koruyabilmeyi başarması. Binoche, Assayas’a kafasındakileri anlatırken ne kadar doğrudan kendinden yola çıkmış bilmiyorum ama usta oyuncu filmde adeta iki farklı karakteri getiriyor karşımıza. Bu karakterlerin birincisi Binoche’un kendisi diye düşünüyorsunuz hikâye boyunca ve o da herhalde rolüne böyle hazırlanıyordur, böyle acı çekiyordur o yaratma sürecinde diyorsunuz. Sanatçının ikinci karakteri ise karşınızda bir oyuncunun olduğunu unutturacak kadar doğal bir performansla önünüze getirdiği “bir oyuncu”. Bu ikisi tam da olması gerektiği gibi iç içe geçiyor ve Binoche’un ustalığını bir kez daha sergilediği bir oyunculuk gösterisinin kaynağı oluyorlar. Ödüllerde Kristen Stewart öne çıkmış olsa da Binoche’un neden büyük bir yıldız olduğunu bir kez daha anlıyorsunuz burada. Sanatçı sade bir oyunla nasıl güçlü bir oyunculuk sunabildiğini göründüğü her karede tekrar tekrar kanıtlıyor. Stewart’ın da hakkını yememek gerek ama. Hollywood’un genç yıldızı kariyerindeki diğer filmlerindekinden oldukça farklı bir rolde Binoche’a müthiş bir yardımcı oyunculukla eşlik ediyor ve Hollywood’un yaldızlarının altında sağlam bir oyuncunun yattığını gösteriyor bize.

Gerçek hayattan esinlendiği açık olan bir film bu: Tıpkı filmdeki yıldız oyuncunun kendisini ilk üne kavuşturan oyuna geri dönmesi gibi, Binoche’da 1985’de oynadığı ve kendisini yıldız yapan “Rendez-vous” filminin senaryosunu yazan Assayas ile tekrar çalışmış burada. Binoche bu filmden hemen önce oynadığı “Godzilla” filminin bol efektli sahnelerine gönderme yaparak, bir sahnede “bir daha yeşil ekranlar önünde oynamayacağını” söylüyor bir başka örnek olarak. Bu gerçek hayattan esinlenme filmde adeta “film içinde oyun” olarak adlandırabileceğimiz bir tema ile de zenginleşiyor. Hikâyenin göbeğinde olan tiyatro oyunundaki karakterler zaman zaman ama zarif ve dolaylı bir biçimde yıldız oyuncu ve asistanını çağrıştırıyor bize. Buna bir de yıldızın artık yaşlanmakla karşı karşıya kalması ve yıllar önce genç bir kızken oynadığı rolü şimdi bir genç kıza bırakarak karşısındaki yaşlı kadını oynamaya soyunması üzerinden senaryonun yakaladığı çağrışımları ve göndermeleri ekleyince, Assayas’ın kaleminin hayli ustalıkla çalıştığını söylemek gerekiyor.

İsviçre Alpler’indeki Sils Maria bölgesinde rastlanan ve adına “Maloja Yılanı” denen bulut oluşumundan da ustalıkla yararlanmış Olivier Assayas. 1924 yılında çekilmiş siyah beyaz görüntülerle ve bu filmdeki renkli görüntülerle bu doğa olayı -en azından Türkçe için- hoş bir göndermenin de kaynağı aslında. Yıldız oyuncunun da adı Maria ve onun da başında bulutların, hem de hayli efkârlı olanlarının olduğu bir dönemde (boşanma, yaşlanma, değişen hayatı ve sanat dünyasını anlama çabası vs.) yaşadıklarını seyrediyoruz çünkü. Alpler’den karşımıza gelen görüntüler bir başka filmde rahatlıkla “kartpostal” yapaylığı ile eleştirilebilecekken, burada filmi zenginleştiren bir öğeye dönüşüyor. Baş karakterin zarifliğine, güzelliğine ve kalıcı olabilme çabasına destek veriyor bu görüntüler sürekli olarak. Yorick Le Saux’nun zarif ve büyüleyici bir sonuç çıkaran kamera çalışmasından sıkı bir destek alan filmin müzik çalışması da hikâyenin zarafetine hayli uygun. Orijinal bir müzik çalışması yaptırmamış Assayas ve bunun yerine Handel ve Pachelbel’in eserlerini kullanmış oldukça dozunda ve hikâyeye çok yakışan bir biçimde.

Son derece zengin ve güzel iç ve dış mekanları kullanmasına, bir yıldızı karşımıza getirmesine rağmen hikâye çarpıcı bir hüzün yaratmayı da başarıyor. Özellikle finalde Binoche’un değişen dünyaya ve ilerleyen yaşına kabullenmişlik içeren bir ifade ile bakan yüzünün altını çizdiği bir hüzün bu ve doğanın bulutlarla yaptığı o gösterinin ezeli ve ebedi varlığının karşısında en azından sanat yolu ile bir kalıcılık elde etmeye çalışan insanın hüznünü etkileyici bir biçimde dile getiren bu Assayas filmini görülmeli kategorisine yerleştiriyor.

(“Sils Maria” – “Ve Perde”)

The Killing – Stanley Kubrick (1956)

The-Killing“Bu hiç adil değil. Hayatımda senden başka kimse olmadı. Gerçek bir koca, hatta bir erkek bile değilsin, komik olmayan kötü bir şakasın sadece”

Bir hipodromda oynanan bahislerde toplanan parayı çalmayı planlayan bir çetenin hikâyesi.

Pek çok başka kitabı da sinemaya uyarlanmış olan ABD’li yazar Lionel White’ın “Clean Break” adlı romanından Stanley Kubrick’in senaryosu (diyalogları ünlü bir yazar olan Jim Thompson yazmış) ve yönetmenliği ile beyazperdeye aktarılan bir klasik. “Kara” türünden bir suç filmi bu ve kronolojik bir akıştan çok, farklı karakterlerin davranışlarını aktarırken zaman içinde ileri geri hareket etmesi ile dikkat çekiyor. Hemen tüm karakterlerinin kendilerine özel hikâyesini aktarmayı başaran, Kubrick’in bilinen titizliğinin sağlam bir örneği olarak saat gibi işleyen ve Betty Steinberg imzalı kurgusu ve sıkı bir polisiye hikâye tadında bir anlatımı olan mizanseni ile önemli ve görülmesi her sinemasever için zorunlu bir film bu.

Kronolojik olmayan akışının deneme gösterimlerinde seyirci tarafından beğenilmemesi üzerine baştan kurgulanan ama çıkan sonuçtan memnun kalmayan Kubrick’in ısrarı üzerine orijinal haline dönülen film bir anlatıcının sesi ile giriş yapıyor ve bu anlatıcı hikâye boyunca da sık sık bir iki cümlelik ifadeleri ile ne olduğunu söylüyor bize. Yapım şirketinin ısrarı üzerine eklenen bu anlatıcıdan hiç hoşlanmamış Kubrick ama neyse ki sıradan ve o denli de gereksiz görünmüyor anlatıcıdan duyduklarımız; aksine onun kısa cümleleri seyredeni hikâyenin baş karakterlerinin yanına çeken ve hatta tempoyu destekleyen bir içerik taşıyor çoğunlukla. Kubrick kariyerindeki bu üçüncü uzun metrajlı filminde ilk kez bir görüntü yönetmeni ile çalışmak zorunda kalmış, sendika kuralları gereği. Çalıştığı isim alanının usta ismi Lucien Ballard olsa da elbette Kubrick onunla sık sık fikir çatışmasına girmiş çekimler boyunca. Bu çatışmalar bir yana, görüntü çalışması olarak ortaya hayli çekici bir sonuç çıkmış; siyah beyazın o çekici tadını taşıyan çalışmada dozunda tutulan gölgeler, gergin bir havayı hep canlı tutan kamera açıları ve çerçevelemeler ile takdiri hak ediyor görüntüler ve belki de iki ustanın “kavga”sı hayırlı olmuş film için demek gerekiyor.

Senaryosunun çetenin her bir üyesine ve hatta onlarla yakın ilişkileri olan diğer kişilere (eşler, sevgililer vs.) filmin kısa süresine rağmen onlara yakınlık duymamızı ve motivasyonlarını anlamamızı sağlayacak kadar zaman ayırabilmesi sözü edilmesi gereken önemli başarılarından biri. Bugünün ölçüleri içinde bakıldığında bir parça fazla çenesi düşük gibi görünse de senaryonun, Jim Thompson’un diyaloglarının başarısı bunu bir sorun olmaktan çıkarıyor ve hikâyeyi zenginleştiren bir unsura dönüştürüyor. Tüm karakterleri beklentileri, hırsları, kişisel planları, kuvvetli ve zayıf yanları vs. ile bize göstermeyi başarıyor hikâye ve bu da beraberinde filmin her ânının aynı çekicilikte olmasını sağlıyor. Çetenin lideri ve planın beyni konumundaki, Sterling Hayden’ın çarpıcı bir sadelik ve olgunlukla canlandırdığı karakterden çete üyelerinden birinin eşinin sevgilisine kadar tüm karakterler hikâyedeki sürelerinden bağımsız olarak bir tip olmaktan uzak ve bir karakter olarak çizilmişler. Onların bu denli elle tutulur olması da seyirci için hikâyeyi ilgiyi hiç düşürmeden takip etme şansı yaratıyor ve her birine ne olduğu/olacağı da bir merak öğesi olarak canlı kalıyor sürekli olarak.

Bir kara filme yakışır türden sahneleri ve karakterleri (neredeyse bir saniye süren bir çatışmada onca karakterin birden ölmesi, finalde havaalanında bir köpeğin neden olduğu kötü sürpriz, “femme fatale” havalarında bir eş, paranın yoldan çıkardığı sıradan insanlar vs.) ile bir klasik olan filmin Gerald Fried imzalı ve epey bolca kullanılan müziği de (zaten bol diyalog içeren bir filmin bir de bu gösterişli müzikle epey “gürültülü” olduğunu söylemek gerekiyor) dikkat çekiyor, gerek zaman zaman caz tonlarına bürünen melodisi gerekse her önemli ânın altını çizmesi ile. Hayden’ın yanısıra Elisha Cook Jr. ve Marie Windsor’un da performansları ile öne çıktığı film zamanında gişede pek başarılı olamamış ama değeri sonradan teslim edilmiş bir çalışma. Aynı sahneyi hikâye boyunca farklı karakterlerin gözünden tekrar göstermek ve bu arada o sahneye yeni bir anlam katmak gibi denemeleri olan, hikâyede zaman zaman karşımıza çıkan satranç salonunda oynanan oyunlarda olduğu gibi karakterlerin her bir hamlesinin, buna karşılık diğer karakterlerin (satranç oyunundaki rakibin) hamlelerinin ve birkaç hamle birden ilerisini görebilmenin önem taşıdığı senaryosu ile dikkat çeken ve “kaderin yüce eli”nin müdahale ettiği ve bir nalın ve bir köpeğin hikâyenin gidişini etkilediği anları ile kaçırılmaması gereken bir çalışma bu. Kelimenin tam anlamı ile bir klasik, özet olarak.

(“Son Darbe”)