They Shoot Horses, Don’t They? – Sydney Pollack (1969)

“Tek bir çift, yıpranmış bedenlerle yitik hayallerin üzerine basarak kürsüye çıkacak ve ödülü alacak”

30’lu yılların Birleşik Devletleri’nde bir dans maratonunda yaşananların hikâyesi.

Günümüzde binbir farklı versiyonu olan ve katılımcıların, seyredenlerin ve düzenleyenlerin her birinin hem faili hem kurbanı oldukları ve adına “reality show” denen şov cinayetlerinin bir örneğini anlatan bir film bu. Ekonomik bunalım içindeki ülkede televizyonda değil ama bu insanlık dışı sirki canlı olarak seyredenlerin gözleri önünde olup bitiyor her şey. Horace Mc Coy’un romanından uyarlanan senaryo, çoğunlukla tek bir mekanda –maratonun gerçekleştiği salon- geçen hikâyesi ile insanın ne kadar alçalabileceğini de göstererek 60’ların ikinci yarısı ve 70’lerde Amerikan sinemasında ağır basan toplumcu sosyal analiz filmlerinin başarılı örneklerinden birine kaynaklık ediyor.

Reality şovların güncel versiyonlarında ne varsa burada da var; her bir yarışmacının seyredende ilgi uyandıracak kişisel trajedi hikâyeleri, şöhret olma çabaları, ağlayan kaybedenler, ağlayan seyirciler, yarışmaya ilgiyi (reytingi) ayakta tutacak müdaheleler, yarışmacıların acısı üzerinden kendini iyi hissetmeyi sağlamak/garantilemek üzere onlarla aslında hiçbir somut veriye/paylaşıma/ilişkiye dayanmayan yakınlık kuran/kurduğunu düşünen seyirciler ve tüm bu sirki idare eden ama aslında kendisi de daha büyük bir sirkteki maymunu oynayan sunucu. Günümüzdeki en yakın benzeri günlerce bir arabaya dokunarak ayakta durma komedisi olabilecek bu yarışma insanın ne kadar kolay sefil bir duruma düşebileceğini gösterirken, film bir anlamda herhangi bir çıkış noktası sunmuyor ve aslında “pasif isyanın” bu düzende seçilebilecek tek yol olduğunu söylüyor. Sonuçta, filmde de söylendiği gibi, “yaşadığımız bu dünya rol dağıtımı bürosundan farksız, biz başvurmadan tüm listeler dolmuş zaten”.

Kalabalık kadrolu filmde tüm oyuncu ekibi gerçekten harika bir iş çıkarmış. Bir film değil bir reality şov izliyor gibisiniz; tüm karşınıza gelenler “gerçek” bir reality şovdan görüntüler kadar gerçek. Jane Fonda kendisine çok yakışan asi, uyumsuz, düzen karşıtı rollerinden birinde çıkışsızlığı çok iyi anlatıyor. Michael Sarrazin kariyerindeki bu en iyi filminde tuhaf bir çekingenlik/sevimlilik/saflık karışımı ile filmin sondaki trajedisini etkileyici ve gerçekçi kılıyor. Başarı seviyesi en az onlar kadar, belki de daha yukarıda olan yan rollerdeki isimler var; Susannah York kırılgan aktris adayında, Gig Young sunucu ve Bud York yarışmacı denizci rollerinde başarılı oyunculukların bizi hikâyenin içine nasıl sokabileceğinin parlak örneklerini veriyorlar.

Tüm dans sahneleri ve özellikle bir dairenin etrafında anlamsız yürüyüş yarışmaları bölümlerinde yönetmen Sydney Pollack hem sinemasal anlamda hem de teknik ustalıkta zirvede geziniyor. Olağanüstü oyunculukların da yardımı ile bizi sefaletin içinde gezdiriyor, tüm o bitkinliği ve yorgunluğu iliklerimize kadar hissetmemizi sağlıyor. Sarrazin’in vücudunun ve beyninin iflas ettiği bir anda son enerjisini yüzünde güneşi hissetmek için çaba harcadığı sahne ve sık sık görüntüye gelen yakın plan yüz çekimleri Pollack’ın filme damgasını vurduğu anlar. Zaman zaman hikâyenin düz akışını kesen polis sorgulaması sahnelerini geçmişte geçen bir olayı mı yoksa ileride olacakları mı anlattığını belli etmeden kurgulaması ile ilave bir gerilim yaratıyor yönetmen.

“Seyirci sefillik görmek istiyor, kendilerini daha iyi hissetmek için” ifadesi ile derdini çok iyi özetleyen film sorunun ekonomik düzenin kendisinde olduğunu, tüm o yarışmalarda asıl ilgimizi toplayanın kazananın sevinci değil kaybedenin sefaleti olduğunu ve çekilmesinin üzerinden 41 yıl geçmiş olmasına rağmen değişen hiç bir şey olmadığını anlamamızı sağlıyor. Evet biz küçük insanlar, hayatımızın şu ya da bu aşamasında vurulması gereken bacağı kırılmış atlar gibiyiz.

(“Son Gerçek”)

(Visited 143 times, 2 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir