Love Story – Arthur Hiller (1970)

“Aşk pişman olduğunu asla söylemek zorunda kalmamaktır”

İki üniversiteli gencin aşk hikâyesi.

Sinema tarihin en çok bilinen ve ilgi toplamış aşk filmlerinden biri. Tam da adının ifade ettiği gibi bir aşk hikâyesi. 70’li yılların hitlerinden biri olan bu filmin sinemasal değerinden çok kitleler üzerindeki etkisi önemli bugün. Sonuçta hikâyenin acı ile sonuçlanan bir aşkın yüreklere dokunan ve gözyaşınızı çekinmeden talep eden benzerlerinden bir farkı yok belki ama Erich Segal’in sinemaya uyarlanmadan önce yayıncılara kabul ettiremediği romanından uyarlanan film çeşitli nedenlerle yine de diğerlerinden birkaç adım öne çıkıyor.

Öncelikle filmin girişinden söz etmeli; jenerikler olmadan doğrudan ve çok güzel bir kare ile başlayan film böylece seyrettiğinizin bir film olduğu algısını kırmayı hedefliyor. Ryan O’Neal’in uzaktan ve sırtından çekilmiş görüntüsü onun iç sesi aracılığı ile hikâyenin sonunu baştan söyleyerek seyircinin ne olacağına değil, olaylar kaçınılmaz sona doğru ilerlerken kahramanlar ile özdeşleşmeye odaklanmasını sağlıyor ve bunu da başarıyor. İki baş kahramanımızı canlandıran Ryan O’Neal ve Ali MacGraw (her ne kadar filmin çekildiği tarihte biri 29, diğeri 31 yaşında olsa da) gençlikleri, enerjileri ve güzellikleri ile sinemanın o klişe tabiri ile kimyalarının müthiş uyumunu seyredeni duygulandıracak kadar başarı ile ile sergiliyorlar. Amerikan sinemasının oyunculukları ile en üst düzeye çıkmış isimlerinden olmadı hiçbir zaman bu iki isim ama işte bu filmde bir büyüyü birlikte yaratmayı başarıyorlar.

Şüphesiz filmin sinema tarihin en bilinen çalışmalarından biri olan Francis Lai imzalı müziği var bir de. Sadece birkaç giriş notası ile kendini hemen hatırlatan müzik işte o “tearjerker” dedikleri türden arsızca ağlatacak havası ile pek çok sahnenin altını dolduruyor. Doğrudan yüreklere (aslında gözyaşlarına demek daha doğru belki de) seslenen pek çok hikâye gibi burada da aşıkların mutluluk yolunda karşılaştıkları engeller, kötüler ve önlenmesi mümkün olmayan büyük bir trajedi (burada adı nedense doğrudan telaffuz edilmeyen kanser) var. Müzik bandının işte o anlar diye bize sık sık işaret ettiği bu sahnelerde çok katı yürekli olmak gerek etkilenmemek için.

Evet Türk sinemasında da sıklıkla kullanılan hatta bir zamanlar nerede ise tüm filmlerin teması olan zengin genç/fakir genç aşkı bu filmin de ana konusu. Evet zengin tarafın ki burada erkek tarafı oluyor katılığı, fakir tarafın ki bu da kız tarafı alçakgönüllü ve hoşgörülü yaklaşımı burada da var. Evet tüm bu klişeler ve benzer diğerleri bu filmde de baş köşede yerlerini almışlar ama burada ne kadar direnirseniz direnin ret edilemeyecek bir büyü var.

Yönetmen Arthur Hiller’ın bu popüler filme katkısını hisettirdiği anların arasında bir yandan sürekli çalan filmin unutulmaz müziği eşliğinde O’Neal’ın müzik binasındaki kapıları tek tek açması ve açılan her kapıdan gelen farklı enstrüman sesleri eşliğinde kahramanımızın gittikçe artan paniğini gösterdiği sahne, kardaki neşeli oyun bölümleri ve elbette finalde hastane odasındaki veda sahnesi ön plana çıkıyorlar. Ana akım Amerikan sinemasında o yıllarda rast gelmesi pek de mümkün olmayan Tanrı’ya inanmayan karakterlerin baş rollerde olduğu bu film 70’lerin liberal havasından da esintiler taşıyor.

Bu aşk filminin ciddi politik kusurları var bir yandan da. Zenginlerin anlayışsızlığı ve soğukluğuna karşılık fakirlerin alçakgönüllü ve sevecen tavrının ön plana çıkarılması şüphesiz bir politik duruştan ziyade filmi seyreden yoksullara nerede ise ama siz daha mutlusunuz diyen yatıştırıcı bir yaklaşım içeriyor aslında. Babasının zenginliği ve bu zenginliğin atalarının 18. yüzyıla kadar uzanan yoksulların ve kölelerin sömürülmesine dayanmasından rahatsız olan erkek karakterin bir yandan da son model araba ile gezip durması ve mezun olur olmaz herhalde yoksullara destek için kurulmuş olmayan büyük bir hukuk firmasına kapağı atması ciddi çelişkiler olarak görünüyor. Babası ile arasındaki soğukluğun ikisinin de aşırı gururlu olması nedeni ile çözülememesi mi yoksa tüm zenginlikler gibi o zenginliğin de geçmişinde bir kötülüğün olması mı vurgulanmalıydı tartışılır.

Bu romanın ve filmin devamı olarak yazılan ve çekilen “Oliver’s Story” kapitalizmin bir objeyi niteliği ne olursa olsun sonuna kadar sömürme anlayışının sonucu olan bir eserdi ve işte bu filmdeki büyüye ihanetti aslında. Benzer bir ihaneti Claude Lelouch da unutulmaz “Un homme et une femme” filminin karakterlerini yirmi yıl sonraya taşıyarak çektiği devam filminde yapmıştı. İnsanın “efendiler, dokunmayın kutsallarımıza” diyesi geliyor.

Sinemasal açıdan değil, katarsis etkisi açısından önemli olan bu kült film sevmek, sevilmek ve yitirmek üzerine çok başarılı bir çalışma sonuç olarak. Evet klişelere dayalı ve bir parça yüzeysel elbette ama büyülü bir aşkın yüzeysel olduğunu kim iddia edebilir?

(“Aşk Hikâyesi”)

(Visited 251 times, 3 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir