Breakfast at Tiffany’s – Blake Edwards (1961)

“Buradan şu kapıya gitmen tam dört saniye sürer. Ben sana iki saniye veriyorum”

Yazar olmaya çalışan bir adam ve taşındığı apartmanda, üst katında yaşayan garip ve güzel kız arasında gelişen olayların hikâyesi.

Truman Capote’un aynı adlı romanından uyarlanan ve günümüzde farklı özellikleri nedeni ile kimileri için artık bir kült statüsüne de erişmiş olan bir klasik film. Filmi bilmeyenlerin bile Henry Mancini bestesi “Moon River” şarkısı ile aşina olduğu bir çalışma karşımızdaki. Zarafetin kraliçesi Audrey Hepburn, çekicilikte ondan geri kalmayan George Peppard, romanın yazarı Capote ve yönetmen Blake Edwards isimlerinin bir araya gelmesinin sinemaseverler için şu ya da bu nedenle bir çekicilik yaratacağı açık ve bu film de artık “efsane” statüsüne ulaşmış kimi sahneleri, Capote ve senaryoyu yazan George Axelrod imzalı çarpıcı diyalogları ve elbette şarkısı ile kesinlikle bu çekiciliğe sahip. Sinema dili açısından bir farklılıktan söz etmek kesinlikle mümkün değil belki ama film kendisini oluşturan unsurların uyumu ile Hollywood’un o altın çalışmalarının arasında yerini almayı başarmış. Bugünün seyircisi için eskimiş görünen ve pek de önemsiz olmayan pek çok yanına rağmen üstelik.

Sabahın ıssız saatlerinde arabadan inen, şık siyah elbisesi, güneş gözlükleri ve elindeki kahvesi ve çöreği ile Tiffany’s mağazasının vitrinine bakarak kahvaltısını yapan Audrey Hepburn görüntüsü sinemanın unutulmaz sahnelerinden biri ve bu parlak giriş ile açılan bir filme kayıtsız kalınamaz kuşkusuz. Bu sahne Edward’ın hayli başarılı bir şekilde kotardığı ve hikâyenin derdini de çok iyi anlatan bir sahne; Hepburn’ün zarafeti eşliğinde bir “üst sınıfa atlama hırsı” hikâyesi anlatılacağını söylüyor seyircisine. Komedinin kalıpları içinde de olsa aşkın veya sözlerin değil paranın önemli olduğu bir yolun takipçisi Hepburn’ün karakteri ve eğlence gecelerinde eşlik ettiği erkeklerden aldığı parayı biriktirerek kendi yolunu çizmeye çalışıyor. Peppard’ın yazarı ise tek bir kitap bastırabilmiş ama gerisini getirememiş ve o da, Hepburn’ün niyetlerini taşımasa da, ona benzer bir yol seçmek zorunda kalmış ve zengin ve evli bir kadının sevgilisi olmuş. Bu “yırtma” çabasına iki karakterin bakışları farklı olsa da hikâye inandırıcılığını da yitirmeden olması gerektiği gibi sonuçlanıyor.

Capote’un romanından epey ve bir kısmı Hollywood için gayet anlaşılır olan sapmalar da var ve örneğin yazarın romandaki eşcinsel eğilimleri hikâyeden tamamen çıkarılmış. Bir Blake Edwards filminde olduğumuzu hatırlarsak, Hepburn’ün film boyunca giydiği ve artık bir ikon olan siyah küçük elbisesi ve filmin yine bir ikon olan afişindeki gibi uzun çubuğu ile içtiği sigarasının partide bir kadının şapkasını yakması ve yanlışlıkla dökülen içki ile ateşin söndürülmesi gibi esprilerin eklenmesini de normal karşılamak gerek. Romanda İkinci Dünya Savaşı sırasında geçen hikâyenin 60’lı yılların başına taşınması da aslında radikal bir değişiklik. Kadın karakterin özgür ruhu düşündüldüğünde rahatsız etmeyen bir değişiklik bu ama fimin sonunun romandan tamamen farklı olduğunu da eklemek gerek.

Hepburn’ün kariyerindeki en farklı rollerinden biri canlandırdığı filmde, sanatçının bu zorlu işten yara almadan çıktığı rahatça söylenebilir ama burada, filmin tüm tasarımı içinde adeta birer ikon olmaları için özellikle üzerinde çalışılmış siyah elbiseden güneş gözlüklerine, şarkısından karakterin zarifliğine pek çok unsurun katkısını göz ardı etmemek gerekiyor. Tüm bu unsurları taşıyabilen herhangi bir oyuncunun filmden parlak notlar ile çıkacağı açık. Ayrıca Hepburn’ü sakladığı geçmişindeki asıl kişiliği içinde düşünmek de inanması hayli zor bir dönüşümü işaret ediyor. George Peppard çekiciliğini ustalıkla kullanıyor filmde ama oyunculuk açısından çok da akılda kalıcı bir resim çizmiyor. Filmde Mickey Rooney’nin canlandırdığı Japon komşu karakteri zamanında Hollywood’un Asyalı karakterleri bile Amerikalı oyunculara oynatma küstahlığının bir uzantısı olarak görülmüş ve hayli eleştirilmiş. Buna bir de Rooney’in eğlenceli ama abartılı oyununu ve bu abartıyı iyice göze batar hale getiren şişirilmiş yanakları da eklemek gerek.

Film Tiffanys’deki kahvaltı sahnesi dışında, yine bu mağazadaki alışveriş ile başlayan ve kütüphaneye, oradan da bir oyuncak mağazasına uzanan sahnelerde de hayli başarılı ve tümü ele alındığında sinema dili açısından bir parça eskimiş görünen filmin yine de çekiciliğini korumasını sağlıyorlar. Blake Edwards’ın Hepburn’ü adeta bir masumiyet ve zarafet şahikası olarak resmettiği ve onu bir yatakta tüyler içinde yatarken tepe kamerası ile görüntülediği sahne de unutulmaz anlardan biri. Film bu sahnelerdeki başarısnı tüm zamanına yayamamış ve zaman zaman bir tempo düşüklüğünü veya sıradanlığa yaklaşan bir şekilde bilinenin tekrar edildiğini hissettirmiyor da değil ama işte tüm bu anlarda neyse ki Hepburn’ün varlığı filmi alıp götürmeye yetiyor. Şık, zarif ve çekici bir klasik. Kusurları ne olursa olsun, sinemanın pek çok ikonu ile dolu bu film mutlaka görülmeli.

(“Çılgınlar Kraliçesi”)

(Visited 84 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir