Melancholia – Lars von Trier (2011)

“Dünya kötülük dolu. Onun için yas tutmamıza gerek yok. Hiç kimse özlemeyecek onu”

Gizemli bir gezegenin dünyaya çarparak hayatı yok etmesinin arifesinde iki kız kardeşin hikâyesi.

Tartışmalı yönetmen Lars Von Trier’den 2011’in hem görsel gücü hem felsefesi ile en çok tartışılan filmlerinden biri. Filmin Kirsten Dunst’ın en iyi kadın oyuncu ödülünü kazandığı Cannes festivalinde “Hitler’i anladığını” ifade ettiği ile konuşması büyük tepki toplayan, şimdilerde kendi deyimi ile pornografinin kıyısında dolaşan son filmini çekmekte olan bu yönetmeninin medyaya sık sık yansıyan “yaramaz” tavrı kimi zaman en az sanatsal yetenekleri kadar konuşulur olsa da kimsenin kayıtsız kalamadığı bir isim Trier sonuç olarak. “Melancholia” dünyanın yaklaşmakta olan sonuna iki kız kardeşin farklı karakterleri ve bu “sona” farklı yaklaşımları üzerinden bakarken tıpkı kendisi gibi kayıtsız kalınamayacak bir eser koyuyor ortaya. Melankoli mi dünyanın sonunu getirecek bilinmez ama Trier hayatı sona erdirecek gezegene bu ismi vermeyi uygun görmüş.

Film görsel gücünü tıpkı yönetmenin bir önceki filmi olan “Antichrist” adlı çalışmada olduğu gibi vurucu bir görselliği olan ve yavaş gösterimle karşımıza gelen bir prolog ile daha ilk anlarından itibaren karşımıza çıkarıyor. “Antichrist” adlı filmde bu prolog anlatılan hikâyenin başını gösterirken, burada daha çok bir süre sonra göreceklerimizin sembolü gibi adeta bir uvertür rolü üstleniyor. Özellikle bu sahneler Trier’de zaman zaman dozunu kaçtığını düşündüğüm ve videoklip estetiğine yaklaşan görsel tercihlerin de bir örneği aynı zamanda. Öyle ki bu kareleri alıp havalı, gizemli ve pahalı bir parfümün reklamında kullanabilirsiniz rahatça. Trier’in kendi yazdığı senaryoda baş karakteri reklamcı yapması ama bir yandan da onun çalıştığı reklam şirketinin patronu üzerinden reklamcılığa yönelik iğnelemeleri bu görsellik ile bir arada düşünülünce hayli ilginç oluyor elbette. Görsellikle başladık, oradan devam edelim. Trier filmde klasik resim sanatından da ya Pieter Breughel’in ünlü tablosu “Jagers in de Sneeuw – Kış Zamanı Avcılar” örneğinde olduğu gibi doğrudan tabloyu kullanarak ya da John Everett Millais’in “Ophelia” tablosunda olduğu gibi esinlenerek eserini zenginleştiriyor. Buradaki esinlenmenin kullanıldığı sahneye hayli yakıştığını da söylemek gerek. Melankolinin kucağında yaşıyor diye nitelenebilecek kadının tıpkı “Ophelia” tablosunda olduğu gibi çaresiz bir şekilde akan suyun içinde uzanıp yatıyor olması filmin hikâyesi ile gayet uyumlu örneğin. Filmin görsel gücünün doruklarda gezindiği çok farklı sahneler daha var filmde. Başta tüm bir final bölümü ve son kareler, karakterlerinden birinin depresyonuna eşlik edecek şekilde sarı rengin yoğun kullanımı veya yaklaşan gezegenle birlikte aniden yağan kar görüntüsü gibi anlardan etkilenmemek kesinlikle mümkün değil. Trier tıpkı görsellikte olduğu gibi müzikte de klasiğe dönmüş ve Richard Wagner’in “Tristan ve İzolde”adlı operasının müziğini kullanıyor film boyunca. Tüm bu görsellik ve müzikler özet olarak Trier’in filmine ret edilemeyecek bir ihtişam ve gösteriş katıyor şüphesiz ve bu “büyüklüğün” dünyanın sonunu gösteren bir filme yakıştığını da kabul etmek gerek.

Trier filmini iki farklı bölümde anlatıyor. Birinci bölümde düğün törenini seyrettiğimiz Justine(Kirsten Dunst) depresyonunun içinde takılıp kalmış bir karakter ve yaklaşan dünyanın sonunu bu kötü dünyaya yas tutmanın gereksiz olduğu duygusu ile karşılıyor. Dunst muhtemelen sinema tarihindeki en elle tutulur depresif duyguları getiriyor karşımıza film boyunca. Bu rolü ile epey ödül toplamış olan sanatçı, deneyen ama başaramayan karakterinin acısını, korkularını ve yalnızlığını o derece somut bir hale getiriyor ki perdede, onun bu depresyonundan kendinizi korumanız çok zor. İkinci bölümde ise Justine’in kız kardeşi Claire’in (Charlotte Gainsbourg) evinde geçiyor hikâye ve yaklaşmakta olan çarpışma öncesinde karakterlerin bu durum ile nasıl baş etmeye çalıştıklarını izliyoruz. Gainsbourg belki ödülleri toplamada Dunst’ın gerisinde kalmış ve senaryo da bu açıdan Dunst’ı desteklediği kadar desteklemiyor onu ama sanatçının performansı yine dört dörtlük. Kız kardeşini umutsuzca depresyonundan çıkarmaya çalışan karakterine yine kelimenin tam anlamı ile ruhunu vermiş Gainsbourg. Bu bölümde iki kız kardeşin karakterleri de ilginç bir biçimde adeta yer değiştiriyor ve kardeşinin yanında daha güçlü duran bu kez Justine oluyor. Yaşadığımız bu dünya kendisi de depresyondan muzdarip olan Trier’in bu iki farklı kadın karakterinin hangisinin gözünden görülmeli bilmiyorum ama tüm hikâye, filmin atmosferi ve elbette finaline bakılırsa film Justine’in dünyaya yas tutmanın anlamsızlığı sözlerinin yanında duruyor kesinlikle.

Dunst ve Gainsbourg dışında da hayli zengin ve başarılı bir kadrosu var filmin. Charlotte Rampling, Kiefer Sutherland, John Hurt ve Stellan Skarsgård gibi isimlerin yanında Alexander Skarsgård ve Brady Corbet da dikkat çekiyor ama oğul Skarsgård’ın performansı ile öne çıktığını da söyleyelim. Hikâyenin bilimsel yanını tartışmanın gereksiz olduğu film zaman zaman ve özellikle ilk yarısındaki temposunda aksamalar yaşıyor ve hikâye çok da pürüzsüz ilerlemiyor ama gerek oyunculuklar gerekse görsellik bu kusurun üzerini örtüyor açıkçası. Bunun dışında Justine karakterinin hikâyeye ne kattığı anlaşılamayan gizemli gücü ve sadece depresyonunun açıklamaya yetmediği “dünyanın kötülüğü” düşüncesi senaryodaki zayıflıklar olarak dikkati çekiyor. Sık sık kadın düşmanlığı ile suçlanan ve bu açıdan da özellikle “Antichrist” çalışması örnek gösterilen Lars Von Trier’in bu düşmanlığı gerçek midir bilmiyorum ama bu film bana bir kez daha yönetmenin kadınlardan nefretten ziyade onlardan duyduğu korkudan muzdarip olduğunu düşündürttü. Öyle ki yönetmen tüm korkularını, duygularını ve söylemek istediklerini hep onlar aracılığı ile söyleyerek ve korkusunun kaynaklarını kendi dilinin aracına dönüştürerek onlardan kurtulmayı deniyor sanki. Filmdeki onca erkek karakter nerede ise sadece iki kadın karakter ile ilişkileri ile var veya yok oluyorlar. Erkek karakterler de acı çekiyorlar filmde evet ama acıları büyük ve nerede ise güzel olan Justine ve Claire karakterleri.

Provokatif bir yönetmenden gelen bu çarpıcı film kesinlikle kayıtsız kalınmaması gereken bir çalışma. Trier’in filmini nasıl bir bütünsellik içinde ele aldığını gösteren ve düğün boyunca yaşanacak sıkıntıların habercisi olan baştaki dar yolu dönemeyen limuzin sahnesinden Dunst’ın düğün boyunca olan tüm sahnelerine, karakterlerinin arasındaki ilişki yumağından umut ve umutsuzluk etrafında dönen temalarına bu film görülmesi gerekli bir çalışma özet olarak. İlk bölümü dramatik, ikinci bölümü trajik bir opera olarak da görülebilecek ve bu şekilde kurgulanmış görünen film bu bakımdan bazen basit bir hikâyeyi görkemli biçimde anlatarak bugün sakil duran operalardan biri olarak da görülebilir belki ama kıyametin Hollywood usulüne baş vurmadan da anlatılabileceğine ikna olmak için bile görülebilir bir film karşımızdaki.

(“Melankoli”)

(Visited 250 times, 2 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir