Bonsái – Cristián Jiménez (2011)

“Bu filmin sonunda Emilia ölüyor, Julio yalnız kalıyor. Gerisi hikâye”

Genç bir yazar adayının kaybettiği ilk aşkının hikâyesi.

Şilili yönetmen Cristián Jiménez’in ikinci uzun metrajlı filmi afişinde de öne sürdüğü gibi aşk, kitaplar ve bitkiler hakkında bir hikâye anlatıyor. Yönetmenin ilk filmi olan 2007 tarihli “Ilusiones Ópticas – Optik Yanılsamalar” adlı çalışmada olduğu gibi kendine has küçük bir mizahı da olan film bir aşkın başlayışını, bitişini ve sonrasını sekiz yıllık bir zaman dilimi içinde ileri geri giderek anlatırken samimiyeti, sıcaklığı ve “küçüklüğü” ile dikkat çekiyor.

Açılış sahnesi ile alçak gönüllü mizahını sergileyerek başlayan film bu sahne aracılığı ile kitaplar, yazarlar ve okumak üzerine söyleyecekleri olduğunu da ifade ediyor. Şilili yazar Alejandro Zambra’nın ülkesinde hayli popüler olan aynı adlı romanından uyarlanarak Jiménez tarafından yazılan senaryo, zekice bir şekilde genç yazarın bugünü ile sekiz yıl öncesinde gidip geliyor ve onun hem üniversite döneminde başlayan aşkını ve bu aşkın gelişimini hem de o aşkı anlatan ve yazmakta olduğu romanı üzerinden bugününü birbirine bağlıyor. Kaybedilen bir aşk ile son bir temas kurma fırsatı ve sonuç kimi filmler ile, örneğin “Issız Adam” ile örtüşüyor ama ciddi bir fark ile; diğer filmler kahramanlarını nerede ise epik hikâyelerin öznesi (veya nesnesi, nasıl baktığınıza bağlı olarak) kılarken burada pes bir tondan anlatımı ve içtenliği elden bırakmayarak çok daha gerçekçi ve samimi bir sonuç söz konusu. Küçük yalanlar üzerine ilerleyen bir hikâyesi var kahramanımızın; ilk aşka söylenen Proust’un yedi kitaplık “Kayıp Zamanın İzinde” serisini okudum yalanından yeni sevgilisine söylediği alamadığı bir işi (bir yazarın el yazısı ile yazdığı romanını bilgisayara aktarma işi) aldım yalanına, kahramanımızın masumiyetini bozmayan yalanlar bunlar. Biraz şaşkın, biraz çekingen ve bolca kalp kırıklığı taşıyan gözlerle dünyaya bakan bu karakterin hikâyesini başarılı bir soundtrack eşliğinde anlatan yönetmen müziği ve özellikle filmin karakterlerinin sıkça gittiği bir konser salonundaki konserleri hikâyesinin de bir parçası yapmayı başarıyor. Aşkın ilk günlerindeki coşku ve paylaşımın yerini zamanla bireyselliğe ve sıkılmaya bıraktığı bu konser anları özellikle baş oyuncu Diego Noguera’nın oyunu ile daha da önem kazanıyor. Birkaç nadir an dışında film boyunca yüz ifadesini değiştirmeden hep üzeri örtülmüş bir haylazlıkla ve saflıkla dünyaya bakan Noguera filmin çekici yanlarından birini oluşturuyor.

Filmi hikâyenin sonunu söyleyen bir cümle ile başlatan Jiménez bize hikâyenin akışının değil içerdiği kırılganlığın ve hüznün önemli olduğunu söylüyor ve filminin çoğu anında da bu duyguyu seyirciye geçirmeyi başarıyor açıkçası. Hikâye boyunca sık sık ismini duyacağımız ve kitapları görüntüye gelen Proust’un “Kayıp Zamanın İzinde” serisinin peşine düşen ve burada kayıp bir aşk ile örtüştürülen kayıp zamanı anlatmaya soyunan film elbette Proust derinliği taşmıyor ama hem temayı gündemine alması ile hem de bu temayı sakin ve yumuşak bir anlatım ile önümüze getirmeyi başarması ile ilginç olmayı başarıyor. Filmin aksadığı bir noktası ise –belki de romandan kaynaklanıyordur- bonzai ağacı ile hikayesini yeterince bağdaştıramaması. Belki her “şeyin” bir sonu olduğunu anlatmaya çalışıyor bonzai metaforu ama hikâyenin tümü içinde kaybolup gidiyor bu bağlantı. Yine de bu kendisini zarif kılmayı başaran film gerçek, kurgu ve bu ikisinin bazen kaybolan farklılıkları üzerine olan değinmeleri ile de şiirsel bir havaya bürünmeyi beceriyor zaman zaman; bu şiirsellik zorlama bir estetik müdahale içermeyen doğal bir atmosfer içinde hayat buluyor üstelik.

(“Bonzai”)

(Visited 119 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir