Dünyayı Kurtaran Adam – Çetin İnanç (1982)

“Bu gözyaşı ölümlü insanın tek mutluluğu, sevgisi, umudu, bağlılığı, inancı. Çünkü kötüler gözyaşını bilmez, gözyaşından sonra nelerin geleceğini de bilmez”

Bir gezegene düşen iki Türk’ün dünyayı ele geçirmek isteyen büyücü ile mücadelelerinin hikâyesi.

Tartışmasız bir şekilde Türk sinemasının en kült filmi. O kadar kötü ki eğleneceksiniz ifadesini bile aşan derecede tuhaf ve kaotik bir film. 1970’lerde televizyonun toplumun hayatına girmesi ile ilk ciddi zorluk ile karşılaşan, 12 Eylül darbesi ile birlikte 1970’lerdeki tüm yaratıcılığına ket vurulan ve virüs gibi yayılan videonun yok oluşa doğru sürüklediği, kurtuluşu arabesk filmlerde arayan Türkiye sinemasında Cüneyt Arkın bir çıkış yolu olarak bu senaryoyu yazmış ve ortaya işte “bu” çıkmış. Arsızca, görüntülerden müziğe pek çok eserden “esinlenen” film tuhaflığı ile soluğunuzu kesebilir; ancak bu nefessiz kalma durumunu sağ atlatırsanız, işte o zaman sıkı bir eğlence ile buluşabilirsiniz.

Yönetmen Çetin İnanç 1982 yılında tam sekiz film birden çekmiş ama elbette bugün eğer hatırlanan bir tane varsa, o da işte bu film. İlki 1977’de çekilen “Star Wars – Yıldız Savaşları” filminin popülerliğinden yararlanmak için üretilen bu proje telif hakkı gibi “anlamsız” kavramları bir kenara koyarak yaratıcılarının akıllarına gelen her türlü eserden yararlandığı bir kolaj niteliğinde ama bu kolajı oluşturan parçalara bir anlam kazandırma, onlarla yeni ve farklı bir bütün yaratma derdi yok elbette ortada. Afişinde filmin hikâyesi ile ilgisiz bir şekilde “Galactica” kelimesini kullanan film “Star Wars” filminden aşırılan kısa sahnelerinin yanında müziklerini de deyim yerinde ise tam bir çorba mantığı ile ne bulmuşsa bir araya getirmek mantığı ile oluşturmuş; Bach’ın Toccata’sından aralarında “Flash Gordon”, “Moonraker” ve “Planet of the Apes” adlı filmlerin de bulunduğu pek çok sinema eserinin müzikleri birer birer sahnelere yamanmış. Senaryo ise esinlenmekten çok uzaylı canavarlarla savaşan iki Türk’ün filmi temasından yola çıkarak ve bu temayı herhangi bir zenginleştirme sürecinden geçirmeden tüm çağrışımlarına birer sahne yaratmak yöntemi ile geliştirilmiş görünüyor.

Muhtemelen sinema tarihinde bir anlatıcıdan duyduğumuz ve duyacağımız en uzun monolog ile başlayan film daha ilk anında sizi ele geçiriyor tuhaflığı ile. Bu tanıtım sadece uzun olmakla yetinmiyor, bu uzunluğunun da etkisi ile bir süre sonra söylenenleri anlamamaya başlıyorsunuz. Evet Türkçe konuşuluyor ama peş peşe gelen iki cümlenin birbiri ile hiç bağı olmadığını ve duyduklarınızın adeta birisinin farklı zamanlarda bir kenara aldığı notları rastgele okudukları olduğunu farkediyorsunuz. Bu girişten sonra işte, nefessiz bırakacak görüntüler art arda gelmeye başlıyor karşınıza; bacaklarına bağladığı koca kayalarla koşarak antreman yapan kahramanlarımız, peri bacalarından yaratılmaya çalışılan yabancı gezegen havası, tüm o karton dekorlar, kurabiye canavarlarını hatırlatan uzaylı yaratıklar ve çıkardıkları tuhaf sesler, yürürken sürüklenen bir teneke kutu sesi veren robotlar, gariplikleri ile en avangart sanatçının hayal etmesi imkânsız diyaloglar ve daha niceleri bu filmi kesinlikle farklı kılıyor.

Uzay gemileri olan ama beyinleri olmayan uzaylılar ile savaşan iki Türk rolündeki Cüneyt Arkın ve Aytekin Akkaya herhalde sinema tarihindeki en kötü oyunculukların verildiği filmde oradan oraya koşarak, atlayarak filmi götürüyorlar. Yönetmen Çetin İnanç belki de yüzlerce kez Cüneyt Arkın’ı havada taklalar atarken gösteriyor ama bu tercihin yanlış olmadığını göreceksiniz filmi seyredince; çünkü geri kalan tüm diğer sahnelerde oyuncu yakın plan çekimlerde anlamsız diyalogları duygusuz bir ifade ile seslendiriyor sadece. Yine de Arkın’ı aksiyon performansı için takdir etmek gerekiyor; o kadar çok atlayıp zıplıyor ki seyrederken siz yoruluyorsunuz. Filmin vasatın hayli altındaki oyunculuklarının seviyesini asıl düşüren isimler ise iki kadın oyuncu Füsun Uçar ve Necla Fide. Senaryonun gazabına da uğrayan bu isimlerin ilkinden masum, ikincisinden ise günahkâr bir erotizm istenmiş ve onlar da bunu vermeye çalışmışlar ama ortaya çıkan garip gülümsemeler ve göz süzmeler olmuş sadece.

Aslında film yönetmen Çetin İnanç’a ve senarist Cüneyt Arkın’a ait olduğu kadar ve hatta belki de daha fazla kurguyu yapan Necdet Tok’a ait. Onca anlamsız görüntüyü bir bütüne dönüştürmek bayağı sıkı bir beyin ve yürek ister açıkçası! Bilinen en basit anlamında bir hikâye gelişiminin, karakterlerin olmadığı ve sinema tarihindeki bir başka rekorun sahibi olacak şekilde bir kadın ve erkeğin onlarca sahnede saniyeler boyunca sürekli bakışmaları ile dikkat çeken film, dünya kültür tarihini de hallaç pamuğu gibi atmaktan çekinmiyor. Atlı uzaylılar ile savaşan Cüneyt “Malkoçoğlu” Arkın’dan onun karate ile alt ettiği Çinli kıyafeti içindeki adama, Hacı Bektaş-ı Veli üzerinden değinilen İslamiyet’ten fresklerle karşımıza gelen Hristiyan kültürüne film anlaşılan Cüneyt Arkın’ın o yaşa kadar maruz kaldığı (okuduğu, duyduğu, gördüğü vs.) ne varsa tümünü içine attığı bir koca kazandan elde edilmiş.

2006’da Kartal Tibet tarafından berbat bir devamı çekilen film, işte bu devam filminin başaramadığını başarıyor aslında; film tüm bu tuhaflığı sürekli ve tutarlı bir ciddiyet ile ele aldığı için bugün bir kült olmuş durumda. Devam filmi (“Dünyayı Kurtaran Adamın Oğlu”) ise bir komedi olmaya çalışan ve bunu denerken de ilkinin o garip ciddiyetini yitirdiği için saçmalayan bir eser olabilmişti sadece. Özetle bu kült film ancak görünce var olabileceğinize inanacağınız türden bir film olmayı da aşan ve görünce bile inanamayacağınız bir çalışma. Tuhaf, kaotik ve eğlenceli.

(Visited 357 times, 9 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir