Le Fils de L’Epicier – Eric Guirado (2007)

“Bir motoru karanlıkta bile onarabilirim ama en aydınlık anda bile kadınları asla anlayamayacağım”

Yıllar önce terk ettiği ailesinin evine babasının rahatsızlanması üzerine geçici olarak geri dönen asi ruhlu genç bir adamın hikâyesi.

Fransa sinemasından, Eric Guirado’nun yönettiği sakin, sıcak ve samimi bir film. Bir aile hikâyesinden öteye geçmiyor gibi görünen konusunu yalın ve hikâyeye uygun bir biçim ile aktarmayı başaran film insana odaklanan içeriği ile kesinlikle ilgiyi hak ediyor. Kimi gerçek köylüler olan amatör oyuncularının yanında tüm ana oyuncular ve özellikle baş roldeki Nicolas Cazalé çok başarılı ve filmin gerçekçi ve doğal atmosferinin de en önemli yaratıcıları.

Küçük bir yerde yaşamanın bunaltıcılığından ve en çok da babası ile olan anlaşmazlığından dolayı evini on yıl önce terk eden genç adam ile onun aksine orada kalmayı seçen abisinin her ikisi de temelde ailelerini mutlu edememişler Genç olan terkedip gittiği için, abisi ise ailenin bakkalında çalışmayıp kuaförlük yaptığı için hayal kırıklığı olmuşlar baba için. Kahramanımız hayattaki yerini ve daha doğru bir deyişle yönünü bulmaya çalışırken, abisi kendisini terk eden karısının özlemi ile dolu bir mutsuzluğun içinde kıvranıp duruyor. Baba işini devredecek kimse olmamasının da etkisi ile her iki çocuğunu da hayal kırıklığı olarak adlandırırken anne bu tür durumlarda her annenin başına geleceği gibi ara bulmaya, herkesi mutlu etmeye ve çözüm bulmaya çalışıyor. İlk bakışta bu hikâyede çok da orijinal bir yan yok ama filmi başarılı kılan iki temel unsuru var: değişen, büyüyen dünyada geleneksel hayatların korunması/yok olması üzerine seyircide yarattığı hüzün/umut/korku karışımı duygular ve filmin tüm yaratıcı kadrosunun (yönetmen, senarist, müzisyen, görüntü yönetmeni, kurgu, oyuncular vs.) filme samimiyet ve sevgi ile yaklaştıklarını hissettiren içerik ve biçimi.

Artık sadece yaşlıların yaşadığı ve ailelerin geleneksel olarak babadan oğula devrettikleri işlerinin birer birer birer kapandığı bir küçük yerde geçiyor hikâyemiz. Muhteşem bir doğa içinde yer alan bu köy (ki filmi görüp de buraya gitmemeyi arzu etmemek mümkün değil) artık gençlere bir şey vaat edemediği için gittikçe insansızlaşan, sakin ve rutin bir hayatın sürüp gittiği bir yer. Müşterilerin veresiye alışveriş yapabildikleri, herkesin birbiri ile takışarak da olsa yaşayıp gittiği yerde babasının işini geçici olarak devralmak zorunda kalan kahramanımızın bir kamyonet ile yürüttüğü gezici bakkallık işi sırasında filmin karşımıza getirdiği görüntüler gerçekten etkileyici. Günümüzün süpermarketler dünyasında artık imkânsız diyeceğimiz şeyler yaşanıyor burada: veresiye yapılabiliyor alışverişler, kamyonet gerekirse müşterilerine ücretsiz taksi hizmeti verebiliyor, parası olmayanlar yumurta ile ödeyebiliyor alışverişlerini örneğin. Bu örnekler filmin tamamına hâkim olan atmosferin, sıcaklığın ve dostluğun da örnekleri aynı zamanda. Kendinizi kontrolsüz bıraktığınızda karakterlerine “aşık olacağınız” filmler vardır; işte bu da onlardan biri. Başta genç kahramanımızı oynayan Nicolas Cazalé olmak üzere tüm oyuncular sizi hikâyenin içine karşı koyamayacağınız bir şekilde davet ediyorlar. Onlarla birlikte üzülüyor, öfkeleniyor, umutsuzluğa kapılıyor, aşık oluyor, barışıyor ve uzlaşıyorsunuz. Bir filmin tüm alçak gönüllü hali ile seyircisini kendisine bu denli çekebilmesi takdiri hak eden bir durum elbette. Tüm o karakterlerin hayatına bir film süresi içinde tanık olduğunuzu ve sizden sonra da onların o hayatlarını sürdürüp gideceklerini hissediyorsunuz ki bu başlı başına ciddi bir başarı zaten. Kaybolmakta olan bir yaşam biçiminin belki de son örneklerine tanık oluyor olmanın hüznünü de sürekli olarak hissettiren film bu hüznünü dengeleyici bir finalle sonuçlanırken seyircisinde de kesinlikle bir mutluluk ve rahatlama yaratıyor, bu sonun gerçekçiliğinden bağımsız olarak.

Laurent Brunet’nin mekanların tadını çıkaran ve çıkartan görüntüleri, Christophe Boutin’in yalın ve keyifli müziği ve kapanış jeneriklerine eşlik eden “Without Gravity” grubunun hüzün ve umut dolu “Waterfall” şarkısının da keyif kattığı film evet bir baş yapıt değil; zaman zaman hikâye gereksiz uzatılmış görünüyor, ana hikâyesinde kesinlikle bir yeni söylem barındırmıyor, daha güçlü bir hikâye yerine başta oyuncularınınki olmak üzere farklı cazibe öğelerine sığınıyor vs. ama asiliğin gelenekler ile barışmasını hikâye eden bir filme hele de bu kadar doğal ve samimi ise kesinlikle saygı ve sevgi duymak gerekiyor. Bunu hak eden bir film karşımızdaki çünkü. İnsanın doğa ile iç içe ve onun düzenine ve ritmine saygı göstererek yaşamasının tek kurtuluş yolu olduğunu ama bu yoldan gittikçe daha çok saptığını hissederek üzülmenize neden olmak gibi bir yan etkisi olsa da mutlaka görülmeli bu ayrıntılarına özenle yaklaşan ve insanların birbirini nasıl dönüştürebileceğini incelikle anlatan eser.

(“The Grocer’s Son” – “Bakkalın Oğlu”)

(Visited 57 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir