De Bon Matin – Jean-Marc Moutout (2011)

“Tüm hayatımı işime adadım. Varımı yoğumu işime verdim. Tüm zekâmı, enerjimi, zamanımı… tüm şansımı, her şeyi, her şeyi feda ettim. Sonra bir anda tüm başarı koca bir başarısızlığa dönüştü. Bir sabah uyandım ve artık işlerine yaramıyordum”

Bir sabah işyerine gelip iki çalışma arkadaşını öldüren elli yaşındaki bir bankacının hikâyesi.

Fransız yönetmen Jean-Marc Moutout’nun Fransa – Belçika ortak yapımı olarak çektiği bir film. Kapitalizmin her gün daha da vahşileştiği günümüzde bu sistemin kendi çarkının dönmesini sağlayanları da işi bittiğinde nasıl harcadığını anlatmaya odaklanan film bu açıdan öncelikle tüm beyaz yakalıların, özellikle de kariyerlerinde yeterince tecrübe kazanmış olanların, görmesi gereken bir sinema eseri. Düzenin sadece sahiplerine hizmetkârlık yaptığını basit ama çarpıcı hikâyesi ile anlatan film Moutout’nun yalın anlatımı ve Jean-Pierre Darroussin’in oyunculuğu ile de değer kazanan bir çalışma.

Şaşırtıcı bir girişle başlayan ve bilindiği/tahmin edildiği halde şok eden bir anla finalini başlatan film bu iki şok anının arasında ise çoğunlukla geriye dönüşle anlatıyor hikâyesini ve kahramanımızı eylemine götürenlerin neler olduğunu yalın bir sinema dili ile getiriyor seyircinin karşısına. Schumann, Handel ve Beethoven’dan seçilmiş eserlerle hikâyesinin atmosferini hak ettiği ciddiyete, kırılganlığa ve hüzne kavuşturmuş Moutout ve açılış/kapanış jenerikleri sırasında ve hikâye içinde de sadece ortam sesi olarak karşımıza gelen bu eserler dışında ayrıca bir müzik kullanmamış. Bu tercihin ve hikâyenin kimi anlarında karşımıza gelen sessiz görüntülerin filme ihtiyacı olan yalınlığı verdiğini söyleyebiliriz. Her ne kadar hikâye bir bireye odaklanmış olsa da aslında film sistemin “zamanı geldiğinde” çarkın dışına atmaktan, bir başka deyişle sonuna kadar tükettikten sonra uzaklaştırmaktan çekinmediği herhangi tüm beyaz yakalıları anlatıyor. Ekonomik kriz döneminde geçen hikâye bir bankada kurumsal hesaplardan sorumlu “account manager” olarak çalışan bir adamın başarılı ve özgüveni yüksek bir profilden performansı düşen, hor görülmeye başlanan, çok yerinde bir tanımlama ile “iktidarını kaybeden” bir kişiye dönüşmesini anlatan hikâyenin sonunu baştan biliyor olmamız filmin yaratıcılarının seyirciden merak değil düşünme eylemi beklemelerinin doğal bir sonucu gibi görünüyor. Senaryo bu bireye ne olacağını değil, benzer tüm bireylere bunun neden olduğunu düşünmemizi ve bu bağlamda da sistemi sorgulamamızı bekliyor çünkü.

Evet, bu film beyaz yakalılar için öncelikle. Gerçekte, yapanın yapılana kendi kafasındakileri empoze etmekten başka amacı olmayan performans görüşmesinden tümü koyu renk giyinmiş çalışanlarla yapılan ekip toplantılarına, yöneticilerin üzerinde çalışılmış görünen “profesyonel samimiyet” gösterilerinden toplantı odalarına konulan “motive edici” isimlere (Burada adı Mozart olan toplantı odası özellikle sürekli çalışmanın kutsal bir emir ve işteki başarının hayatın tek amacı olduğu şirketlerde genellikle tatil yörelerinin adını taşır!) tanıdık gelecek pek çok unsur var filmde. Beyaz yakalının hayatında bir şeylerin sarpa sardığının en temel göstergelerinden biri olan onunla ilgili e-postanın ona artık gelmiyor olması veya toplantının iptal edildiğini en son onun öğrenmesi gibi, pek çok kişinin işte bu diyeceği gözlemleri hikâyeye başarı ile yedirmiş filmin yaratıcıları. Bu örnekler filmin “içeriden” bir gözün eseri olduğunu gösteriyor ki bu içerden bakabilme filmin gerçekçi görünmesini sağlayan en temel unsurlardan biri. Bu gerçekçiliğin mimarlarından biri de başroldeki Jean-Pierre Darroussin’in performansı. Psikolojisi yavaş yavaş bozulan ve hayatının en anlamlı parçası olarak gördüğü işinde yaşadıkları ile kafası karışan karakterini “oynamadan” getiriyor karşımıza. Konuştuğu anlarda da sustuğu anlarda da aynı derecede kalbi ve beyni etkileyen bir performansı var sanatçının: 26 yıldır görmediği arkadaşını arayarak birlikte tekne ile dünya turuna çıkmayı teklif ettiği sahnedeki “uğruna bir hayatı feda ettiği işinde başına gelenden” duyduğu derin pişmanlık gösterisinin kalbi olan bir insanı etkilememesi mümkün değil. Sanatçı kendisine atfedilen önem ile değer kazandığını düşünen, daha doğrusu bu önemi hayatının tek anlamı yapan, bu önemi hissetmez olduğunda düştüğü/düşeceği boşluğun boyutu korkunç olan bir beyaz yakalıyı karşımıza getirirken incelikli oyunu ile beyinlerimize de hitap ediyor ve düşünmemizi istiyor.

Filmin başardıkları yanında kimi kusurları da var. Geçmişe dönüşlerde parçalı bir anlatımı benimsemesi ve burada da zaman zaman kronolojik bir anlatımın dışına çıkması filmin gittikçe artması hedeflenen psikolojik gerilimine zarar veriyor bazen. Ailenin iki oğlundan biri gibi duran Afrika’lı öğrenci genç karakteri hikâyeye bir şey katmıyor ve açıkçası kahramanımızın fotoğraflar üzerinden anlatılan Afrika’daki “idealist” günlerinin gereksiz bir sembolü gibi duruyor. Hikâyenin sonunun baştan biliniyor olması ise anlaşılır ve takdir edilir bir tercih olsa da güçlü olan şokun etkisinin çok daha yüksek bir düzeye çıkmasına engel oluyor.

Başta ve sonda tanık olduğumuz otobüste ağlayan küçük kız görüntüsündeki hüzünden finale doğru karşımıza gelen o kısa şok sahnesine (bekleniyor olmasına rağmen bir kısa sahnenin nasıl bu kadar etkileyici olabileceğini anlatmak mümkün değil) bu film, çaba gösteren türden bir seyirciyi onca yalın havasına rağmen kolayca çekim alanına alabilecek bir çalışma. Hayatlarımızın bir sistemin çarklarının daha hızlı dönmesi uğruna nasıl kolayca harcandığı üzerine ilgiyi kesinlikle hak eden bir film bu.

(“Early One Morning” – “Günaydın”)

(Visited 157 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir