Cast a Long Shadow – Thomas Carr (1959)

“Bir aile adının olmaması ne demek biliyor musun? Bir deste kağıtta fazladan bir joker olmak gibi. Değersizsin ve oyunun parçası değilsin”

Babasının ölümü üzerine, miras kalan çiftliği satmak üzere kasabasına dönen genç bir adamın kendisini kanıtlama hikâyesi.

Sinemaya sessiz filmler döneminde oyuncu olarak başlayan ama yan rollerden öteye geçemeyince yönetmenliğe sıvanan Thomas Carr’ın yönetmenlik kariyerinin tipik ama en öne çıkanlarından biri olmayan bir B sınıfı western filmi. Western türündeki eserleri ile tanınan Wayne D. Overholser’ın romanından uyarlanan film oldukça düz anlatımı olan ve intikam (ama buradaki şiddet dolu olmaktan çok kendini kanıtlama üzerinden ilerleyen bir intikam hikâyesi), kahramanlık ve mülkiyet gibi doğrudan veya dolaylı western temaları üzerinden ilerleyen bir çalışma. Filmi bugün için dikkat çekici kılabilecek olan en ve belki de tek önemli yanı mülkiyet, sınıf ve işveren/işçi ilişkileri üzerine olan muhafazakâr söylemleri.

İkinci Dünya Savaşı’nda almadık madalya bırakmayan ve ABD’lilerin savaş kahramanı olarak gördüğü ve kendi anılarına dayanılarak çekilen 1955 yapımı “To Hell and Back” adlı savaş filmi ile hatırlanan ama kariyerinde çoğunlukla westernler’in olduğu Audie Murphy’nin baş rolde olduğu film mülkiyet tartışması hariç oldukça bilinen sularda ilerleyen ve B sınıfı filmlerinin kimi çekici özelliklerinden de çok nasiplenenemiş bir çalışma. Hikâyenin gerilim kaynağı olabilecek kimi öğelerinden de (sondaki sürpriz gibi) yararlanamamış görünen film western aşıklarını da diledikleri kadar mutlu etmeyebilir ama yine de ne olursa olsun western olsun diyenler sevecekleri bir şey bulacaklardır kuşkusuz; sonuçta silahlı çatışmalar var, iyi (olmayı öğrenen) ve kötüler var, çok kısa sürede ve zor şartlar altında bir yerden bir yere götürülmesi gereken bir sığır sürüsü var, kovboyumuza aşık bir kadın var vs. Bunlara rağmen filmin asıl çatışmasının başka alanlarda olduğunu ve bu sıraladığım western unsurlarının türün hayranlarına ne kadar yeteceğinin tartışmalı durumunu vurgulamak gerekiyor.

Filmin karşımıza getirdiği oldukça düz hikâyenin yaratıcılarının, gösterdiklerinin başka bir okumaya açık olmasını hedeflediklerini düşünmüyorum ama kimi açılardan ilginç ve muhafazakâr söylemlerine katılmanız mümkün olmasa da üzerinde düşünmeye değer bir söylemi olduğu da açık karşımızdaki eserin. Hikâye iki ayrı mülkiyet/sahiplik kavramını getiriyor karşımıza: Birincisi bir soyadı, dolayısı ile bir aile/ata sahibi olmak, ikincisi ise çiftlik üzerinden şekillenen bir mülk sahibi olmak. Babası ile anlaşamadığı ve annesine kötü davrandığı için evi terk etmesi ile bir soyadını, dolayısı ile geçmişini kaybediyor genç adamımız ve hikâye boyunca diyaloglardan olayların akışına kadar sürekli olarak bunun ne kadar önemli olduğu vurgulanıyor. Bir yandan bireyin başarı için kendi mücadelesini vermesi gerektiği ve bu soyadını hak etmesi gerektiği vurgulanıyor ama diğer yandan bu hak edilmesi gerekenin ne kadar “kutsal” olduğunun da altı çiziliyor sürekli olarak. Genç adamın dört yıl aradan sonra geldiği evde babasının portresini, çalışma odasını ve oradaki koltuğu bir parça hayranlıkla izlemesinin uzun uzun altının çizilmesi bu ata hayranlığının/öneminin yanısıra, adamın ait olduğu sınıfı ona ve bize de hatırlatma amacı taşıyor olsa gerek. Asıl mülkiyet kavgası ise çiftlik üzerinden yürüyor. Babanın beklenenin aksine yıllarca kendisine hizmet eden kahyâya değil, kendisini sevmeyen ve evi terk etmiş oğluna bıraktığı çiftlik onlarca çiftlik çalışanı ile genç adam arasındaki hikâyenin de asıl odağı olan çekişmeye neden oluyor. Yıllarca hizmet ettikleri bir ailenin toprağını biriktirdikleri para ile kendileri satın almak isteyen “işçilerin” bu arzusu genç adamın başta satmayı düşündüğü çiftliği sahiplenmesine yol açıyor ve bunun üzerinden de kendisini ispatlama aracı oluyor. Hikâyenin işçilerin gayet yasal olan bu isteğini nerede ise bir hainlik gibi göstermekten kaçınmaması ve büyük mülkiyet sahipliğinin yanında durması bir yandan şaşırtıcı belki ama sonuçta bir Hollywood filminde olduğumuzu hatırlarsak o denli de sürpriz değil elbette. Filmin “toprak işleyenin, su kullananın” gibi “radikal” söylemlere gitmesini beklemeyen ama en azından tüm mülkün tek elde toplanmasına bir parça itiraz bekleyenlerin bu açıdan mutsuz olacağı açık filmi seyrederken.

Hikâyenin karakterlerine ve dolayısı ile seyircilere sık sık herkesin ait olduğu sınıfın sınırları içinde kalması durumunda ne kadar uyumlu ve mutlu bir dünya olacağını hatırlatması da dikkat çekici. Genç adamın çiftlikte çalışan genç seyise “ben senin yerindeyken ikiletmezdim söylenenleri; bak şimdi neredeyim” diyerek yeni çiftlik sahipliği konumunu hatırlatması (ki herkese ait olduğu yerde kalmasını öğütleyen diğer mesajı ile çelişen bu sözlerin tipik bir üst sınıf kurnazlığının göstergesi olduğunu ama filmin bu kurnazlığı eleştirmeyi değil doğrulamak amacını taşıdığını belirtelim) veya dizginleri ele aldıktan sonra “ya benden emir alırsınız ya da defolup gidersiniz” sözleri ile herkesi hizaya getirmesi hikâyedeki sınıfsal taşların yerine oturmasını sağlıyor. Genç adamın çocukluk aşkı olan genç kadının adamın kapıldığı hırs ve egoyu eleştirmesini ise üst sınıfa alttakilere güler yüz göstermesini hatırlatan bir mesaj olarak görmek gerekiyor herhalde. Kaldı ki genç adamın filme de adını veren sözlerini (babasının evin kapısına kadar uzanan heybetli gölgesine karşılık kendisinin gölgesini tüm çiftliğe yaymak istediğini belirten sözler bunlar) hatırlarsak, bu hırsa çok da olumsuz bakılmadığı açık. Özetle, Gerald Fried’ın hikâye için bir parça fazla görkemli olan müziği eşliğinde anlatılan hikâye iki grup seyirci için ilgi çekici olabilir: katıksız western hayranları ve mülkiyet kavramı üzerine düşünme meraklıları.

(“Gölgelenen Hayat”)

(Visited 155 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir