Michael Kohlhaas – Arnaud des Pallières (2013)

“İncil düşmanlarımızı affetmemizi söyler. Tanrı beni asla affetmesin, eğer onu affedersem”

16. yüzyıl Fransa’sında haksızlığa uğrayan bir at tüccarının adalet arayışının hikâyesi.

16. yüzyılda Almanya’da yaşamış gerçek bir karakter olan Hans Kohlhase’nin hikâyesini anlatan ve Alman yazar Heinrich von Kleist’ın yazdığı aynı adlı kısa romanından (“novella”) uyarlanan film Fransa ve Almanya ortak yapımı olarak çekillmiş ve hikâye de Fransa’ya taşınmış. Daha önce 1969 yılında Volker Schlöndorff’un yönetmenliğinde ve “Michael Kohlhaas – Der Rebell” adı ile de çekilen öncülü gibi bu film de Cannes’da Altın Palmiye için yarışmış. Sistemin çarklarının adaletin gerçekleşmesine izin vermediği bir durumda, kişisel adalet arayışına giren ve sonucunda yoksulların isyanına giden yolu açan bir adamın hikâyesi ne yazık ki bu özetin hayal ettirdiği kadar yüksek bir çekiciliğe sahip olamıyor. Fransız yönetmen Arnaud des Pallières sanki filmin seyircinin ilgisini çekecek tüm öğelerini özellikle frenlemiş ve çoğunlukla soğuk bir anlatım dili benimsemiş. Danimarkalı oyuncu Mads Mikkelsen’in özellikli yüz hatlarını da kullanarak başarılı (ve bir yandan da duyguları özellikle frenlenmiş görünen) bir oyunculuk sergilediği film, soğukluğuna rağmen ve zaman zaman tam da bu nedenle sıkı bir gerçekçilik havası yaratmayı ve sadece o dönem için değil, günümüz için de adaletin mekanizmaları yok edildiğinde (veya bizde olduğu gibi bu mekanizmalar tümü ile muktedirin eline geçtiğinde) bireylerin adalet arayışını her türlü yoldan gerçekleştirme “hakkı”nı sorgulatmayı başarıyor. Kostüm ve set tasarımlarının hayli başarılı olduğu ve hem Jeanne Lapoirie imzalı görüntüleri hem de Martin Wheeler ve The Witches imzalı ve dönemim esintilerini taşıyan müzikleri ile etkileyici olabilen film görülmeyi hak ediyor.

Bir intikam ve onun sağlayacağı adaletin arayışının hikâyesi olarak başlayan olaylar zamanla kalabalık bir grubun baskılara ve yoksulluğa karşı isyanına dönüşüyor temel olarak ve bu adaleti yerine getirme çabasının daha sonra “amacının dışına çıkması” söz konusu oluyor. Filmimiz bu olayları anlatırken bilinçli ama sonuç olarak pek de doğru görünmeyen bir tercihle, bu kadar içinde olduğu hikâyeye sürekli olarak uzak bir mesafeden bakıyor gibi. Yönetmenin anlattığının, gösterdiğinin altını çizmemesi kimi zamanlarda filmin lehine işlerken (örneğin isyan eden grubun gittikçe büyümesi bunun hiç sözü edilmeden, bir sahneden ötekine geçerken karşımıza çıkan insan sayısının her defasında bir parça daha artması ile ifade ediliyor), ne olursa olsun sonuçta aynı zamanda bir isyanın hikâyesini seyrettiğimizi unutturacak bir sonuç ile karşımıza çıkıyor film. Karısına, kızına ve atlarına düşkün adam peşine düştüğü şeyin intikam değil adalet olduğunu söylüyor ve tavize yanaşmıyor bu arayışında ve Mads Mikkelsen de çok doğru bir tonu olan oyunculuğu ile bu arayışı çekici kılıyor çoğunlukla ama filmin yaratıcılarının ticari kalıplara başvurmadan da elde edebilecekleri zenginliklerden neden uzak durduğunu anlamak zor açıkçası. Bir parça daha gerilim, heyecan filmi kesinlikle çok daha başarılı yapabilirmiş gibi duruyor kesinlikle.

Baş karakteri dışında onca farklı karakteri olan hikâyede, filmin bunları yeterince ilginç yapmaması ve ne istedikleri/hissettikleri/düşündükleri konusunda bir merak uyandırmaya çabalamaması hayli ilginç; öyle ki zaman zaman ya tek boyutlu olarak sergileniyor bu karakterler ya da ilginç olamıyorlar bir türlü. Senaryonun burada nerede ise sadece Mikkelsen’in karakterine yaslanır bir hava takınması kesinlikle yanlış olmuş. Bu ve diğer kusurları yanında filmin ilgiyi hak etmesini sağlayan öğeleri de var neyse ki. Mikkelsen’in performansı dışında sayısı da az değil bu öğelerin üstelik. İç mekanlarda tercih edilmiş görünen doğal ışık belki bazı sahnelerin biraz karanlık olmasına neden olmuş ama filme adeta o dönemde çekilmiş bir belgeselin gerçekçiliğini katmış ki bu belgeselci tavır bir yandan da yukarıda bahsettiğim “soğukluğun” açıklayıcısı olabilir, bu kez olumlu bir anlamda. Kameranın Mikkelsen’in belirgin hatları olan yüzüne odaklandığı veya tam tersi yönde olarak geniş açı ile çalıştığı zamanlarda önümüze getirdiği görüntüler de oldukça başarılı. Bu çekici görüntülere, filmin özellikle ortam sesleri konusundaki başarısını ve müziklerin hikâyeye gerçekten tam oturmuş olmasını da ekleyebiliriz gönül rahatlığı ile.

Adalet isteyen kahramanımızın, peşinde sürükledikleri ile yarattığı “isyan”ın hemen hiç farkında değilmiş gibi gösterilmesinin de -olumsuz anlamda- şaşırtıcı olduğu filmde dinin ve en tepedeki egemen gücü temsil eden prensesin -gerçek hikâye nasıldı bilmiyorum ama- olumlu resmedilmesi dikkat çekiyor. Dini temsil eden karakter kahramanımıza gerçek bir hıristiyanın “kılıcı ile değil, inancı ile” savaşması gerektiğini öğütlerken (ve isyanı da pasifleştirirken elbette), prenses yapılan adaletsizliklerle ilgisi olmayan ve tek derdi gerçek adaletin yerine gelmesi gibi görünen “iyi” bir insan (o mezar ziyareti sahnesi örneğin) olarak gösteriliyor. Keşke kahramanımız ve adamlarının baronun kalesine saldırdığı sahnenin çekiciliği (görselliği, kamera kullanımı ve mizansen anlayışı ile çok başarılı bir bölüm bu) tüm filme yayılabilseymiş dememiz gereken film, yine de dönemin havasını tam anlamı ile hissettiren ve ilgiyi hak eden bir film. Atmosferine yoğunlaşırken neyi eleştirdiğini (örneğin feodal yapıyı) ve sonuçta bir hikâye anlattığını zaman zaman unutsa da, yine de görmekte yarar var bu filmi.

(“Age of Uprising: The Legend of Michael Kohlhaas” – “Adalet İçin”)

(Visited 139 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir